Keşif ve icat
Keşif, var olup bilinmeyeni açığa çıkarmaktır. İcat, var olmayanı, var olanlarla varlık haline getirmektir. "Filozoflar dünyayı değişik biçimlerde yorumladılar, oysa sorun onu değiştirmektir." Yorum, keşfin ürünü iken, icat, değiştirme arzusunun ürünüdür. İcat, keşfin ürünü varlığı ve bilgisini, yeni bir ontolojinin kuruluşuna içkinleştirerek değiştirir ve dönüştürür. Artık "O" yeni bir bedenin işleyişinde "O" değildir.
Düşünce mi varlığı, varlık mı düşünceyi belirler? Bu soruya ister idealist ister materyalist bir yerden yanıt üretilsin aslında yanıt üretilen soru "Belirleyen nedir"dir. Kaba materyalizm bu soruyu "insanı belirleyen koşullar nedir?" sorusuyla sınırlar ve belirleyen koşulların insanın devrimci eleştirel pratiğiyle değiştiğini unutur. Gerçeği, insanın nesnel pratiğinden bağımsızlaştırarak bir obje olarak algılar. Belirleyeni insandan bağımsız bir nesnellik olarak algılanması, gerçeği, belirlenemeyen fakat belirleyen determinizm olarak kavratır. Bu noktadan sonra belirleyen insan pratiğinin nesnelliği sınırlanmış ve determinizmin hükmü altına sokulmuştur. İcat, "insanı belirleyen koşullar"ın keşfine indirgenmiştir. Belirleyen yasa özne, belirlenen insan nesnedir. Tanrı, bilimle yeniden konuşmaktadır.
Hangi soru merkezinden "şeyler" ile ilişkilendiğimiz önemlidir. "Beni belirleyen koşullar nedir" nesne merkezinden "benim belirlediğim koşullar nedir" özne merkezine, keşiften "icat" a geçiyorum. Benim belirlediğim koşullar beni belirliyorsa ve beni belirleyen koşullar benim tarafımdan değiştirilip dönüştürülüyorsa "duyumsal insan faaliyeti" dışında tarihsel-toplumsal bir gerçeklik yoktur. Gerçek hükmeden yasa değil, değiştiren, değiştirmeye içkin değişendir; oluş ve kendini gerçekleştirmedir. Gerçekte, özne-nesne ikilemi yoktur, akılsal alanda bu kategorizasyon oluş ve kendini gerçekleştirme praksisinde yok olur. İcat, keşfin hükmü altında değil, keşif icadın hükmü altındadır. Asıl olan Volontarizmdir. Tanrı öldü, tarihi yaratan insanın duyumsal devrimci eleştirel pratiğidir.
İktidar
"FABRİKA"... Bir şey, ilişkilendiği bütün içersinde kavranılabilir ve anlaşılabilir. Somutlama gerçekçi bir soyutlamadır. Fabrika, duyumsal insan pratiğinin nesnel somutlanmasıdır. İşçilerin her gün, maaşlarının kesileceği yada işten atılacağı korku ve kaygısıyla mesai saatinde varmak için yataktan fırlayıp yollarda koşuşturarak emeklerini sattıkları bir yerdir. Yazılarak bitmeyecek kadar duyumsal insan faaliyeti anlatılabilir, örneklendirilebilir. Fabrika, duyumsal insan faaliyeti dışında yani mesai saatleri dışında yalnızca taş ve demir yığınıdır.
"Nedir" sorusuna yanıt "Nasıl"ın içindedir. Fabrikada duyumsal insan pratiğinin nasıl işletildiği, çalıştırıldığı ve üretildiği kavranmadan "Fabrika nedir" sorusu anlaşılamaz. "Nasıl" kavranılan, "Nedir" ise ussal olarak anlaşılır olandır. "Nasıl" dan bağımsız "Nedir" aşkınlıktır ve saçmalıktır. "Nedir", "Nasıl"ın ontolojisine içkindir, "Nasıl"ın ontolojisine aşkın "Nedir" yoktur. Bütünlük, soyutlamadır. O zaman, "Nasıl" nedir? Bu soruya vereceğimiz yanıt İKTİDARDIR. Fabrikada iktidarı kaldırdığınızda fabrika taş ve demir yığınıdır.
İktidar, bütünsel işleyiştir, bedeni ifade eder. Belirlenen bir parça, bir alan değil bütünlükçü belirleyen bir işleyiştir. Tarihsel koşullara göre işlevlenir ve yapılanır. Tek bir yöntemi yoktur; Pek çok teknolojisini disiplin denetim ve kontrol için çalıştırır. Karşıt bir iktidar bedeninin oluşmasına asla izin vermeyen bir yerden hareket eder. Karşıtını içselleştirerek işleyişinin öznesi haline getirerek çalıştırır. İktidar asla reforme olmaz ama reforme eder.
Burjuvazinin kendi çıkarını toplum çıkarı olarak örgütlemesi, işletilmesi, çalıştırılması ve yeniden üretmesi iktidar sorunudur. Bu bağlamda kapitalizmin ontolojisini kuran işleten iktidar tarihi burjuvazinin iktidar tarihidir. Fakat iktidar tarihi yalnızca devletler tarihi değildir.
Sol'un, bugünkü politik pratiğini sınırlayan, boğan ve tıkayan politik teorinin merkezini işgal eden iktidar teorisidir ve İktidar teorisini yalnızca üst yapı, bir devlet teorisi olarak kurmasıdır. Bu bağlamda günümüz sol'u, kendisini tıkamanın ötesinde boğan "devlet" kavramıyla teorik ve politik sorununu çözememiştir. Bu meselenin derinliğini yakalayamamış bir çok arkadaş, "İktidar işleyişi içinde kapitalizmi kavramak ve anlamak" diye bir ifade kullandığımızda, "ne demek devlet mi sivil toplumu belirliyor?" ucuz yanıtıyla bizi Marx-Hegel tartışmasına götürecektir. İktidar kavramı, ne ekonomik alt yapının belirlediği bir üst yapı nede devletin belirlediği alt yapı ikilemi alanına sıkıştırılamaz ve sınırlandırılamaz. İktidar kavramından , ekonomik, politik, kültürel, etik vb. teknolojiler ile işleyen çalışan bir bütünsellik anlıyoruz.
Kapitalizmin ontolojisini yalnızca alt yapı alanıyla sınırlamak, üst yapıyı yansı veya biçim alanı olarak kavramak Kapitalizmin karakterini anlamamaktır. Feodal toplumlarda ekonomi sınırlı ve durağandır, toplumsal ilişki alanlarını belirler fakat kuşatamaz. Belirlemek ve kuşatmak kavramları arasında ciddi fark vardır ve bu fark anlaşılamamaktadır. Kapitalizm, sınır tanımaz ve dinamiktir, belirlemeyi içererek aşan bir kuşatmayı ifade eder. Kapitalizm bu karakterini meta fetişizminin özelliğinden alır. Hiçbir toplum, insanın insanla olan toplumsal ilişkisini meta üzerinden kurmamıştır. Kapitalizm, İnsanın özünü meta ilişkileriyle yapılandırmaktadır; insanın olduğu her noktayı meta ilişkisiyle kuşatacaktır. Meta, insanın insanla kurduğu değerli bütün bağlarını parçalayarak yerlerine kendisini ikame eder. İnsan meta ilişkisi dışında toplumsallığını kuramadığından yalnızlaşır, kendisinden başkasını düşünmeyi aptallık olarak algılayarak bireyciliğin uyanıklığında kendisini kirletir. Kapitalizm, her türlü ortak tutkuyu, birlikte eylemeyi, dayanışmayı toplumsallığın bütün zeminlerini insanın elinden alır. Geriye tek şey kalmıştır, para kazanmak için umutsuzca çırpınıp durmaktır. İktidar, bu gerçekliği bütün toplumsal ilişki alanlarında yapılandırırken açık bir baskı kullanmaz, hatta hiç görünmez, gerekte yoktur; çünkü iktidar insanın ruhunda içselleşmiştir, artık insan iktidarı işleten çalıştıran bir öznedir. Devlet ilk önce insanın ruhunda parçalanmak zorundadır. Bu bağlamda Kapitalizmde ekonomi, fabrikaya indirgenemez, hele komünistlere ait olmaması gereken özel alan veya sivil toplum alanıyla sırlandırılamaz. Kapitalist toplumun bütün toplumsal ilişki alanı ekonomi ve üretim alanıdır. Eğer alt yapı Fabrikaya indirgenecekse, Kapitalist toplum bir Fabrikadır.
İktidar bütünlükçü işleyen saldırıdır; bulunduğu her yerde direniş vardır. İktidara karşı emek cephesinden bütünlükçü bir iktidar bedeni kurulmadığı müddetçe, muhalefet istediği kadar radikal olsun kapitalizmin iktidarı tarafından reforme edilecektir. Kopuşlar yaşamın hücrelerinden başlatılacaktır. Asıl olan harekettir. Hareket öznelerini ve alternatiflerini üretecektir. Kesintisiz devrim, bilinç kırılması üzerinden iktidarı, ilk hücresinden dünyanın öbür ucundaki son hücresine kadar çokluklarla parçalaya parçalaya kendisini kura kura devam edecektir. Burjuvazinin fermanı Kapitalist İmparatorluksa, Emeğin, yoksulların, ezilmişlerin fermanı da Komünist İmparatorluktur.
Emperyalizmden imparatorluğa
Kapitalist üretimin ve yeniden üretiminin işleyişinde iktidar yapılanması Çözümlenmesi, politik-pratiğin merkezini, devrim kuramının omurgasını teşkil eder. Solun yapısal tıkanıklığının sürdüğü şu dönemde böyle bir okumanın bizim açımızdan önemli bir anahtardır. Hobson, Hilferding ve Rosa emperyalizm üzerine değerli çalışmalar yaptığı bilinir fakat Lenin emperyalizm çözümlemesiyle başta ekim devrimi olmak üzere pek çok devrimci hareketin önünü açmıştır. Ülkemizde, askeri ve politik liderliğin birliğini üstlenmiş Mahir Çayan'ın da Emperyalizmi I., II. ve III. Bunalım dönemlerine ayırarak Emperyalizmin III. Bunalım dönemi ülkelerinin devrimci çizgisini çizmiştir. Gerek Lenin, gerekse Çayan, iktidar işleyişinin çözümlenmesi üzerinden hareket ettiklerini düşünmekteyiz. Bu bağlamda "İmparatorluk" kitabı bizim için önem taşımaktadır. İmparatorluk, kapitalizmin tarihsel olarak geldiği yeni iktidar yapılanmasının, Çayan'ın mantığından gidersek IV bunalım döneminin adıdır. Bu durum tamamen çözümlenmiş değildir fakat atılmış olan doğru bir adımdır, kapı aralanmıştır, pek çok eleştiriyle değiştirilecek, dönüştürülecek ve tamamlanacaktır.
Sınırlar, sınırsızlığın deviniminde uğraklardır. Sınırlar, sınırsızlığın devinimini geri çektiğinde yıkılacaklardır. İktidarı toplum çıkarı olarak örgütleyebilme yetisine sahip iki sınıf vardır: Burjuvazi ve proletarya. Burjuvazinin ve proletaryanın vatanı yoktur ve sınır tanımazlar. Burjuvazi sınırsızlığını ve evrenselliğini ulusal pazar sınırı içinde ve ulus devlet ile ilan etmiştir. Uluslaşma süreci ve ulus devlet, burjuvazinin sınıfsal egemenliği altında kapitalizmi inşa ettiği ilk iktidar yapılandırmasıdır. Uluslaşma süreci ve ulus devlet, burjuvazinin ulus karakterli bir sınıf olmasından değil, sermayenin kendi içersinde uzlaşmaz çatışkılara neden olan pazar rekabetinin bir sonucudur. Ulus devlet, Burjuvazinin feodalizmle, burjuvazinin burjuvaziyle ve burjuvazinin proletarya ile savaşımın bir ürünüdür. 1848 Avrupa'sı bu sürecin tarihidir. Proletaryanın ontolojisi enternasyonaldir. 1848 Avrupa'sının sınıflar mücadelesinde burjuvazi, proletaryayı uluslar arası mücadele alanından ulusal devlet iktidarıyla ulusal sınırlara çekerek siyasal mülkiyeti altına almıştır. Uluslaşma sürecinin sınıflar mücadelesinde kilit rolü oynayan ulusal karakterdeki sınıf gerçekte köylülüktür. Köylülüğü siyasal gücü olarak örgütleyen iktidar burjuvadır. 1848 de kaybeden proletarya, Lenin ile kazanmıştır.
Ulus devlet, 18. Yüzyıl sınıflar mücadelesinin bir ürünüdür; sınıflar mücadelesinin çatışkısında burjuvazinin kendi çıkarını toplum çıkarı olarak örgütleyebilmesinin iktidarını ifade eder. Ulus devlet, aristokrasinin tarihsel yenilgisini ifade ettiği gibi proletaryanın burjuvazi karşısında konjonktürel yenilgisini de ifade eder. Ulus devlet, kurulur kurulmaz sınıflar mücadelesini işçi sınıfının enternasyonal karakterini ulusal sınırlara çekerek disipline etmeye ve proletaryayı burjuva iktidarını işleten bir özne haline getirmeye başlamıştır. Bu bağlamda Ulus Devlet kurulduğundan itibaren baskıcı ve anti-demokratiktir.
Sermaye birikiminin, ulus sınırları içersinde dikey ve derinliğine gelişmesi yoğun ve yaygın bir proleterleştirmeyi beraberinde getirmiştir. Bu süreç bir yandan sınıflar mücadelesini derinleştirip devrimcileştirirken diğer yandan pasifize edilerek reforme edilmesi iç içe geçmiştir. Modernleşme söylemi ve kurumlaşma süreci bu iç içe geçmişliği ifade eder. Kapitalizmin sürekli buhran içine girdiği sürekli devrimin nesnel koşullarının olgunlaştığı öngörüsü üzerinden Marx 1848 de bir proleter devrimi bekledi. Fakat kapitalizm gelişmekte olduğunu kapitalizmin sürekli buhran içinde olmayıp konjonktürel bir kriz yaşadığı bu bağlamda sürekli devrimin nesnel koşullarının olgunlaşmadığı görerek "tarih bizi ve bizim gibi düşünenleri yanılttı" demiştir. Kapitalizm geliştikçe yani sermaye birikiminin dikey ve derinlemesine gerçekleşmesine paralel proleterleşmenin yoğunlaşacağı, yaygınlaşacağı ve emek ve sermaye çelişkisinin derinleşeceği doğrudur bu bir nesnelliktir fakat derinleşen çelişkinin doğrudan devrimci çatışkıya dönüşeceği varsayımı sorgulanmalıdır. Kapitalizmin gelişmesi çelişkileri derinleştirebileceği gibi, kapitalizm geliştikçe çatışkıları pasifize ederek reforme edebilir. Bu bağlamda kapitalizm bir yandan çelişkileri derinleştirirken bir yandan da bu derinleşen çelişkilerin devrimci bir çatışkıya dönüşmesini engelleyen pasifize ve reforme eden iktidar mekanizmalarını yapılandırdığı bir gerçektir. Bu bağlamda emek sermaye çelişkisi doğrudan devrimci bir çatışkıya dönüşmez. Kapitalizminin İktidar işleyişi nasıl ki emek sermaye çelişkisini sistem içi bir çatışkıyla reforme edebiliyorsa karşıdan devrimci bir iktidarda bir çelişkiyi devrimci bir çatışkıya dönüştürerek sınıflar mücadelesini sistem dışına çıkartabilir. Nesnellik, iradeyi belirleyen determinizm değil, nesnelliği belirleyen öznellik, bir başka deyişle volontarizmdir.
Kapitalizm ulus devletle birlikte başından itibaren kriz toplumudur, tarihi bu krizi yönetme tarihidir ve başından itibaren iktidar işleyişiyle güvence altına alınmıştır. 1980'lere kadar kapitalizmin bu iktidar işleyişinin adı Modernizmdir. Modernizm, ulus devlet, ulusal vatandaşlık sanayileşme, siyasal demokrasi ilerleme ve kalkınma paradigmasıdır. Sınıflar mücadelesi ve devrimler bu paradigmanın sınırlarına çekilerek yapılanmışlardır.
Modernizmin altının çizilerek vurgulanması gereken en önemli özelliği toplumsal formasyonun bütünlüğünü ekonomik, toplumsal ve siyasal alanlara parçalayarak iktidar işleyişinin bütünlüğünü görünmez kılıp iktidar sorununu siyasal alan olarak üst yapıya bir başka deyişle devletin ele geçirilmesine indirgeyerek sınırlamasıdır. Biyo-politika, iktidarın bedeni kuşatarak disiplin altına almasıdır. Bireyin toplumsallaşma süreçlerinin bütün uğraklarında biyo-iktidarlarla işler ve çalışır. Modernizm, siyasal alana gelmeden sınıflar mücadelesini ve insanı ekonomik ve toplumsal alanda disipline ederek pasifize eder. Ekonomik ve toplumsal alanın muhalefetini bütünlükçü bir iktidar paradigmasının dışında tutarak yalnızca ekonomik ve toplumsal talepler ile sınırlar. Bu bağlamda toplumsal ve siyasal muhalefet ikilemini kurar ve iktidarını çalıştırır. Ekonomik ve toplumsal talepler sistem içi taleplerdir bu bağlamda toplumsal muhalefet reformizmle sınırlandırılarak yapılandırılmıştır. Siyasal alan ve siyaset ise temsili demokrasi, parlamenter Cumhuriyet üzerinden burjuva demokrasisidir. Temsiliyet üzerinden kurulmuş siyaset , toplumsal muhalefetin talepler üzerine oturtulmuş siyasetini taşımakla yapılandırılmıştır. İktidar perspektifi, devrimci ve reformizm tartışmaları artık bu taleplerin çözümünün bir devrim sorunu olup olmadığına bağlıdır.
Emek sermaye çelişkisinin devrimci niteliğiyle sınıflar mücadelesinin reforme edilerek sistem içersine çekilmesi diyalektik bir süreci içerir. Bir yandan, sermaye birikiminin dikey ve derinlemesine gelişirken proleterleşmenin yaygınlaşmasının getirdiği sert çatışkılar ve sendikal hak ve özgürlükler, diğer yandan da sendikaları ekonomik ve toplumsal muhalefet örgütü olarak sınırlandırılarak sistem içi yapılandırarak toplumsal alanı siyasal alanın dışına atmaktadırlar. Toplumsal alan-siyasal alan, toplumsal örgütlenmeler-siyasal örgütlenmeler, yatay siyaset-dikey siyaset, evrimci çalışma-devrimci çalışma, toplumsal alan içersi-siyasal alan dışarısı ve öncü-kitle vb. tüm ikilemler modernist paradigmanın iktidar işleyişinin ürünleridirler.
19 yüzyıl da kapitalizmin rekabetçi dönemini yaşadığını, 19 yy sonlarına doğru kapitalizmin tekelci aşamaya geçtiğini biliyoruz. Sınıflar mücadelesi tarihinde 19 yy pratiği önemli bir yere sahiptir. Kapitalizm, sermayenin çıkarlarını toplum çıkarı olarak örgütleme pratiğinde ciddi bir iktidar eğitimi birikimini elde etmiştir. Burjuvazi, ulus devletiyle burjuva demokrasisini topluma vaat etmemiştir. Burjuva demokrasisi Anayasal monarşilerden, bonapartizmden faşizmden geçerek varılan bir noktadır. Burjuva demokrasisi sınıflar mücadelesinin sert çatışkıların sonucunda kapitalizmin, sistem dışı muhalefeti sistem içine çekmenin icat edilmiş iktidar mekanizmasıdır. Burjuva demokrasisinin en geliştiği ülkeler kapitalizmin en güvenceye alındığı ülkelerdir. Burjuva demokrasisinde sınıflar mücadelesinin derinleşeceği, işçi sınıfının kazançlı çıkacağı radikal demokrasicilik görüşünün kökleri Bernstain, Kautsky yani ikinci enternasyonaldir.
Lenin
Lenin için asıl olan devrimciliktir, her keşif, icadın oluş ve kendini gerçekleştirmesine içkin kurulur. Lenin için emperyalizmin keşfi devrimin icadı için anlamlıdır.
Sermaye birikiminin ulus sınırlarında dikey ve derinlemesine gerçekleştirilmesi, sermaye yoğunlaşmasına, sermayenin yoğunlaşması kapitalizmi, rekabetçi aşamadan tekelci aşamaya sıçratmıştır. Artık kapitalizmin tarihsel iktidar işleyişinin adı Emperyalizmdir. Ulus devlet ile ulusal sınırları üzerinde mutlak hegemonyasını kurarak pazar sorununu çözen kapitalizm, tekelci aşamayla yeni bir pazar bunalımı içine girmiştir, bunu emperyalizm çözecektir. Burada durarak temel bir soruyu sormak ve yanıtlamak bizim açımızdan çok önemlidir. Pazar bunalımını ortaya çıkaran, bu bunalımı emperyalizmle çözmeye çalışan tekelleşmenin pazar karakteri nedir? Vereceğimiz yanıt "ulusal" dır. Emperyalizmi ortaya çıkaran tekelcilik, ulusal sınırlar içinde gelişen, derinleşen ve belirlenen kapitalizmin bir ürünüdür; dengesiz gelişim yasası bunu ifade eder. Ulusal sınırlar içinde derinleşen kapitalizmin ürünü tekellerin ulusal sınırların dışında pazar savaşımını örgütleyen aktörün ne olduğu sorusuna yanıt açıktır: ulus devletle bütünleşen tekelci devlet kapitalizmi. Emperyalizm, Tekeller arası pazar savaşını ulus devletler aracılığıyla sürdürülmesidir. Dünya pazarı, içersinin belirlediği bir dışarısıdır.
Emperyalizm, içersinin sınıf mücadelesini dışarıya ihraç etmektir, bunu da sömürgecilikle yapar. İçersinin sınıflar mücadelesini yüklenen dışarısı sömürgeler ve yeni sömürgelerde sınıflar mücadelesi daha derinleşmiş devrimci toplumsal siyasal koşullar yaratmıştır. Lenin, Tekelci kapitalizmin sömürgecilikle pazar sorunu çözer iken bu sürecin emperyalist ve emperyalizme karşı bağımsızlık savaşları üreteceğini, bu tarihsel-toplumsal koşulların devrimci fırsatlar sunacağı görmüştür. İçersinin dışarısıyla eklem yerlerinin kırılganlığıyla emperyalizmin zayıf halkaları teorisiyle Devrim kıtasını batı merkezinden doğu merkezine kaydırmıştır. Artık Ortodoks ezberler yerini yeni bir devrimci paradigmaya bırakacaktır: Burjuva özlü devrimleri üstlenen proleter devrimler çağı.
Marx, sosyalizmi olgunlaşmış kapitalist toplumsal formasyona alternatif bir dünya devrimi olarak kurmuştu. Emperyalizm döneminde devrimler, olgunlaşmış kapitalist formasyona karşı değil, kapitalistleşme sürecini engelleyen ekonomik, toplumsal, siyasal engellerin aşılması üzerinden sıçradı. Modernizm paradigması emperyalizme karşı bir silah olarak kullanılmaya başlandı. Siyasal olarak gericileşen burjuvazinin üstlenemediği modernizm paradigmasını artık proletarya üstlenmişti: Sanayileşmenin kalkınmanın ilerlemenin ve siyasal demokrasinin önündeki engel emperyalizmdi. Tamamlanmamış burjuva devrimlerini tamamlamak ve siyasal demokrasi bir devrim sorunuydu. Anahtar kapıyı açmıştı: emperyalizme karşı bağımsızlık yada burjuva özlü devrimleri demokratik devrimlerle üstlenerek sosyalizme geçiş ..
19 yy başlarında Rusya, batının ve doğunun devrimci çelişkilerinin yoğunlaştığı, patlamaya hazır bir bombadır, bu bomba Lenin tarafından patlatılmıştır. Rusya da ki devrimin özünün burjuva olduğu, proletaryanın bu devrimi demokratik devrimle üstlenerek sosyalizme geçmeyi "iki taktik"te cesaretle üstlenen Lenin'dir. 1905, şubat, ekim devrimleri ve birinci dünya savaşı sürecini de içine alan bir bütünlükle baktığımızda 19 yy başları Rusya'sı, Tarihsel dönemin bütün devrimci çelişkilerinin yoğunlaştığı bir uğraktır. Çelişkilerin açıkta olduğu ve derinleşerek toplumsal muhalefete dönüştüğü bir kriz toplumudur. Bu kriz, ya reforme edecek yada devrimcileştirilecektir. Sorun iradidir, politik güç ve önderlik sorunudur. 1905 devrimi açıkta olan çelişkileri toplumsal muhalefet olarak açığa vurmuştur. 1905 ekonomik ve toplumsal taleplerin radikal bir dışa vurumudur. Bütünlükçü bir siyasal hat ve önderlik yoksunluğu taşıyan 1905 devrimi bastırılmıştır. Burjuvazi önderliği üstlenecek politik güçten toplumsal olarak yoksundur. Bu politik yoksunluğu burjuvazi adına Menşevikler üstlenmişlerdir. Devrimin özü burjuvadır, bu devrimi burjuvazi üstlenmelidir, burjuvazi iktidara geçtiğinde gerçek emek sermaye çelişkisi başlayacak ve sosyalizm mücadelesi verilecektir. Bu süreç boyunca proletaryanın görevi iktidar talep etmek değil, muhalefet etmelidir. Lenin ise burjuva demokrasisinin, sınıfsal bir iktidar talebinin siyasal ve toplumsal zeminini oluşturmadığını, tam tersi sınıfsal bir iktidar talebini reforme ederek, sınıf siyasetini, sınıf uzlaşması üzerine yapılandıran bir iktidar işleyişi, bir burjuva devlet biçimi olduğu görmüştür. Ekim devrimi, şubat devrimiyle iktidara gelen burjuva sınıfsal iktidarını, daha oturmadan 8 saatlik iş günü, toprak ve barış talebiyle iktidar Sovyetlere perspektifiyle vurulup alınmasıdır.
Kapitalizmin modernizm paradigmasıyla iktidar işleyişini yapılandırdığını, modernist paradigmanın toplumsal yapıyı ekonomik, toplumsal ve siyasal alanlara ayırarak işlediğini önceden ifade etmiştik. Ekonomik ve toplumsal taleplerle yapılanmış toplumsal muhalefet siyasetinin bütünlükçü sınıfsal bir iktidar perspektifini ve talebini üretemeyeceğini Lenin görmüş ve ekonomik ve toplumsal taleplerle yapılanmış toplumsal muhalefetin siyasetine "Kendiliğindenci siyaset" demiştir. O zaman 'bütünlükçü sınıfsal bir iktidar paradigması oluşturulması ve talebinin alanı neresidir?', sorusuna yanıt, kendiliğindenci siyaset alanının dışında aranmalıdır. İkinci enternasyonal ile Lenin arasında gizlenmiş kopuş noktalarından birinin bu olduğunu düşünüyoruz. 1848 Avrupa'sında işçi sınıfı pratiğinin ekonomik-toplumsal ve siyasal alanlara parçalanmadığını bütünlüğünü taşıdığını altını çizerek vurguluyoruz. Bu bağlamda, sosyolojik olarak proletarya pratiğinde sınıfsal bir iktidar talebinin potansiyel olarak taşımaktadır. Proletaryanın bu pratiğinin geliştirilerek radikalleştirildiğinde bu potansiyelin açığa çıkacağı beklentisi önsel bir kabul olarak görülmüştür. Fakat bu doğru değildir. Proletaryanın mücadelesi geliştikçe, mücadele ekonomik ve toplumsal taleplerin sınırlarına çekilmiş, potansiyel iktidar talebi tasfiye edilmiştir. Bu durum, kapitalizmin karşıtını sistem içi, işleyişinin bir öznesi haline getirme iktidar işleyişi kavranmadan anlaşılamaz. İkinci enternasyonal, proletaryanın sınıf siyasetini kendiliğindenci siyaseti üzerine oturtarak, burjuva demokrasisini işleten çalıştıran bir öznesi haline getirmiştir. Lenin, sınıfsal bir iktidar perspektifini, sınıfın kendiliğindenci-ekonomist siyaseti dışında kurarak "dışardan bilinç" esperisiyle politik kuruculuğu güvence altına almıştır: Parti ve yalnızca işçi sınıfının sosyolojik gücüyle yetinmeyip, sınıfın çıkarını toplum çıkarı olarak örgütlemek için diğer devrimci potansiyele sahip sınıfları önemseme.
Emperyalist dönemin sınıflar mücadelesi ihtiyacı gereği Lenin, "Ne yapmalı" ve "İki Taktik" üzerinden okunmuştur; içinde bulunduğumuz İmparatorluk dönemi Lenin'i "Nisan Tezleri" üzerinden okuyacaktır.
Mahir
Mahir Çayan, siyasal tarihimizde yanlışlarıyla üstlenilecek konjonktürel ve mitolojik isyan değildir. Bu isyan, ülkemizin ekonomik, toplumsal ve siyasal yeniden yapılandığı bir sürecin toplumsal-siyasal krizinde, siyasal sürece el koyarak siyasal inisiyatifi ele geçirmiştir. Bu ele geçiriş, emperyalizmin III bunalım dönemi çözümlenmesine oturan yeni bir devrimci paradigmanın ürünüdür. Bu paradigma, o dönemin sol yapılanmasını kıran, bir çok siyasi dükkanın kepenklerini pratik olarak kapatan yeni bir devrim ontolojidir. Bu ontolojik paradigma hala anlaşılamayan anlaşıldığında üstlenilmesi zor olan bugünden bir gelecektir. Bu geleceğin çağrısına gitmek, yürürken bu "gelecek"i okuyup konuşturmak bu yazının sınırları içinde mümkün görünmemektedir. Satırlar, bu zenginliğin içinden şimdilik ihtiyacı olanı çalan bir hırsız olacaktır.
Mahir, "Teorik tahlil, hayatın giriftliğini ve çok yanlılığını kolay anlaşılır hale getirerek, eylem kılavuzluğu görevini yerine getir. Bu yüzden bu şemalandırmamızdaki dönemleri mekanik bir şekilde bir birbirinden ayrı şekilde değil de bir sürecin, birbiri içine girmiş iç halkaları olarak görmek gerekir" diyerek, Emperyalizmi üç ana döneme ayırır: Emperyalizm I., II., III. Bunalım dönemleri. I. Bunalım dönemi kapitalizmin iç dinamikleriyle gelişip tekelcilikle birlikte Emperyalist aşamayı; II. Bunalım dönemi, emperyalizmin dış olgu temelinde bağımlık ilişkisine girdiği sömürge ve yarı sömürge ülkeleri; III. Bunalım dönemi ise emperyalizmin iç olgu olduğu yeni sömürge ülkeleri ifade eder.
II. bunalım dönemi emperyalizmin mata ve nakit sermaye ve fiili işgal üzerinden iktidar işleyişini yapılandırmaktadır. Açık işgal ve açık askeri zor sonucu emperyalizm bu ülkeler de başından itibaren bir dış olgudur ve siyasal bir üstünlüğü yoktur, siyasal üstünlük halktadır. Siyasal üstünlük, askeri üstünlükle, toprak ve köylülük üzerinden anti-feodal anti-emperyalist bir ulusal bağımsızlık söylemiyle uzun süren bir halk savaşı sonucu iktidara taşınacaktır. Emperyalizmin açık işgal ve dış olgu esprisiyle yapılanan iktidar işleyişi, ulusal bağımsızlık mücadelesiyle işlemez haline gelmiş ve II. Bunalım dönemi yerini yeni sömürgecilikle III. Bunalım dönemine bırakmıştır.
II. bunalım dönemi sömürge ve yarı sömürge ülkeler, içersinin belirlediği dışarısıdır. III. Bunalım döneminin yeni sömürgeciliği ise dışarısının içselleştirmesidir. Kapitalizmin modernist iktidar işleyiş paradigması, toplumsal dinamikleri ekonomik, toplumsal, siyasal alanların kurumsal disiplini altında pasifize etmesidir. II. Bunalım dönemi ülkelerindeki merkezi otoritenin zayıflığına karşı, III. Bunalım ülkelerinin merkezi otorite güçlüdür. Merkezi otoritenin bu güçlenmesi toplumsal yapının kurumsal disiplin altına alınması sonucudur. Bu durum II. Bunalım ülkelerinden farklı olarak merkezi otoriteye siyasal bir üstünlük kazandırarak açık zorunu meşru kılar. III. Bunalım döneminin yeni sömürge ülkelerinde toplumun kurumsal disipline altına alarak merkezi otoritenin güçlendirilmesi süreci, iç dinamiklerle gelişmiş bir kapitalizm olmadığından başından itibaren ekonomik zor temelli bir siyasal zor ile değil yukardan aşağı siyasal zor üzerinden bir ekonomik zor ile uygulanır.
Bulunduğumuz yerden Mahir okuması yaptığımızda "Emperyalizmin iç olgu olma" esprisinden bu bütünlüklü iktidar işleyişinin yapılanmasını anlıyoruz. III. Bunalım döneminin yeni sömürge ülkelerinin toplumsal yapısının yukardan aşağıya modernist kurumlar altında disiplin altına alınması, ekonomik alanda emperyalist-kapitalist üretim ilişkilerinin hakimiyetine, siyasal alanda da bu ilişkileri başından itibaren zor üzerinden güvence alma ifadesi olan Faşizme neden olmuştur.
Mahir'in III. Bunalım döneminin yeni sömürge ülkeleri için devrimin ontolojik paradigmasını kurarken vurguladığı "Evrim ve Devrimin iç içmeliği" ve "Suni denge" tespiti kuramın en özgün yanıdır. Kapitalizmin yukardan aşağıya siyasal bir gericilikle geliştirilmesi yeni sömürge ülkelerin tarihsel ve toplumsal doğasını bozar. Aynı zamanda Emperyalizm kendi ülkesinin sınıflar mücadelesini de ihraç eder. Bu iki durum yeni sömürge ülkelerde başından itibaren olgunlaşmamış bir milli krizin varlığına neden olur. Mahire göre, "var olan bu krizin derinleştirilip olgunlaştırılması tamamen o ülkenin devrimcilerine bağlıdır." Mahir'in kriz ve devrim paradigması Marx'ın kriz ve devrim paradigmasındaki determinist potansiyelinden felsefi ve politik bir kopuşu ifade eder. Lenin emperyalizm tespiti sonucu ortaya çıkan devrimin objektif şartlarının olgunlaştığı kapitalizmin sürekli buhran aşamasına girdiği kabulüyle bu sorunsal alanın üstünden atlanılmıştır. Kapitalizmin gelişmesi "objektif" olarak sınıflar mücadelesi keskinleştirerek emek sermaye çelişkisini derinleştirerek antagonistleştirmez. Kapitalizmin gelişmesi proletaryanın kapitalizmin iktidarı işleten ve çalıştıran bir özne olmasıyla paraleldir. Çelişkiyi antoganistleştiren çatışkının devrimci niteliğidir ve volontarizmdir. Evrim ve devrim süreçlerinin iç içe geçmişliği, evrimci çalışmanın olgunlaştıracağı öznel koşulların ancak devrimci çalışma tarzıyla olgunlaşacağı anlamına gelir bu bağlamda devrimci çalışma tarzı kitlesel, propagandist ve örgütleyicidir. Ekonomik-toplumsal taleplerle yapılanmış toplumsal muhalefet üzerinden kurulu siyaset paradigması terse çevrilmiştir: Dikey siyaset ekseninde yatay siyaset ontolojisi.
Suni denge bu ontolojinin kilit noktası ifade etmektedir. Suni denge merkezi iktidarın bilinçli siyasal zoruna karşı kitlelerin bilinçsiz tepkileri arasında kurulmuş olan dengedir. Bio-politik iktidar, insanın bedenini, iktidarı işleten çalıştıran bir özne haline getirmektir. Modernizmin toplumsal dinamikleri disipline alarak pasifize etmesi bio-politik iktidar sürecinin tarihsel bir uğrağını ifade eder. Suni denge, toplumun bilinçli kurumsal disiplin altına alınışıyla toplumun bu disipline edişi karşısındaki bilinçsiz tepkisidir. Çelişkiler ve tepkisel bilinç açıktadır. Bu çelişkilerin ve tepkisel bilincin siyasallaşarak devrimci bir çatışkıya dönüşmesi suni dengenin kırılmasıyla mümkündür. Bu bağlamda toplumsal muhalefetin kendisini yapılandırmasıyla siyasallaşması suni dengenin kırılması momentinde iç içe geçmiştir. Merkezi iktidarın oluşumu özneleştirme iktidar işleyişini toplumsal sürecin her uğrağına yaymakla mümkündür. Özneleştirme iktidar işleyişinin toplumsal süreçlerin uğraklarına yayılması merkezi iktidarın açık zorunu gizler. Bu gizleme siyasal bir üstünlük ve meşruluk verir. Suni dengenin kırılması, bu meşruluğun ortadan kaldırılarak zoru açığa çıkartır. Meşruluk toplumsal muhalefete geçmiştir. Ancak bu noktada toplumsal-siyasal ikilem ortadan kalkmış, toplumsal-siyasal muhalefet iç içe geçerek kendini gerçekleştirme zemini oluşmuştur. Bu soyutlama devrimci teoriye bu coğrafyadan yapılan bir katkı, bir derinliktir ve Mahir'e aittir.
Toparlama
Burjuvazi ve proletarya kendi çıkarlarını toplum çıkarı olarak örgütleme yeteneğine sahip evrensel sınıflardır. 1848 Avrupa'sı dünyasında burjuvazi burjuvaziyle ve aristokrasiyle savaşırken I. Enternasyonal ile proletarya uluslar arası en örgütlü sınıftır. Sınıflar mücadelesinin bir sonucu ulus devlet işleyişiyle, proletaryanın mücadelesi ulus sınırlarına çekilmiştir. Ulusal pazar sınırları temelinde sermaye birikiminin yoğunlaşması, kapitalizmin iç dinamikleriyle gelişme esprisi sonucu, kazanımlar, ulusal sınırların belirlediği sınıflar mücadelesinin ürünüdür. Artık sınıflar mücadelesi modernist paradigmanın konseptine oturmuştur.
Emperyalizm, ulusal dinamiklere dayanan tekelci devlet kapitalizmin krizinin, savaşlarla sömürgelere ihracının bir ürünüdür. Emperyalizm, sınıfsal çelişkileri derinleştirmiş ve sınıflar mücadelesinin devrimcileştirilmesinde tarihsel fırsatlar yaratmıştır. Emperyalist ülkelerde iç savaş ve sömürgelerde emperyalizme karşı ulusal kurtuluş savaşları. III. Bunalım döneminin yeni sömürge ülkelerinde ise emperyalizme karşı ulusal bağımsızlık ve faşizme karşı siyasal demokrasi. İkinci dünya savaşı öncesi ve sonrası Avrupa da faşizme karşı siyasal demokrasi. Bu manzaranın okunmasından çıkarılacak sonuç, tarihsel ve toplumsal çelişkiler burjuva özlü devrimlere gebedir. Tarihsel emek sermaye çelişkisinin toplumsal çözümü burjuva demokrasinin uğrağından geçerek çözülecektir. Sürekli devrim, burjuva özlü devrimleri üstlenerek sosyalist devrime geçilecektir. 20. Yüzyıl bu paradigmanın devrimlerine, karşı devrimlerine, kuruluşlara yıkılışlara tanıklık ederek bitmiştir. Dünyanın üçte birini Emperyalizmin zincirlerinden kopardık. Yapılandığımız modernist paradigmayı Sanayileşme, işsizlik, konut, sağlık, eğitim ve bilim hepsini başardık. Fakat kapitalizmi aşan bir toplumsal özgürlük ontolojisini kuramadık ve başaramadık. Hayal devam ediyor... "İnsanlar savaşır ve kaybeder; uğruna savaştıkları şey yenilmelerine rağmen gerçekleşir, ama sonra istediklerinin olmadığı ortaya çıkar; başka insanlar başka bir adla onların davası için" savaşmaya devam eder.
Modernist paradigmanın konseptine oturmuş devrim ontolojisinin tarihsel dönemi kapandı. Burjuva özlü, siyasal demokrasi temelinde politik devrimlerle sosyalist devrimlere geçişin toplumsal koşulları ortadan kalktı. Devrimin yeniden ontolojik paradigmasının yapılandığı yeni bir döneme giriyoruz.
İmparatorluk
Sol, yapısal bir tıkanıklığı yaşıyor ve bu krizden çıkmaya çalışıyor. Bizim açımızdan yapısal tıkanıklığın temel nedeni bilinen devrim kuramlarının günümüz dünyasının sorularına yanıt üretmesinde yetersiz kalması ve tıkanmasıdır. Devrim kuramı, sınıflar mücadelesinin nasıl bir iktidar işleyişi içinde yapılandığı ve yapılanacağının çözümlenmesini ve tarihsel-toplumsal koşulların sorularını politik-pratik olarak yanıtlayan bir siyaset belgesini ifade eder. Kapitalizm, eski iktidar işleyişinden yeni bir iktidar işleyişine geçmektedir. Devrim kuramı, yeni iktidar işleyişinin çözümlenme çabalarının ve bu iktidar işleyişine karşı oluşacak olan hareketin içinde netleşecektir. Geçiş özelliği taşıyan kapitalizmin yeni bir tarihsel dönemindeyiz. Böylesi dönemler bir çok çözümlemeleri üretir. İçinden geçtiğimiz tarihsel süreç bir Marx veya Lenin çıkarmayacaktır. Buradan anlatmak istediğimiz yüzü devrimci pratiğe dönük yada pratiğin içinden çıkan teorik açılımların bir bütün olarak doğruyu ifade etmeyeceği ve doğrunun birer parçalarını taşıyacağı gerçeğidir. Cepheden karşı çıkmak yada bir bütün olarak savunmak bir çok yanlışlığı beraberinde getirecektir. "İmparatorluk" bu geçiş sürecinin bir çözümlenmesidir ve kapı aralanmıştır.
Kapitalizm, her zaman dünya pazarı üzerinden kendisini ifade eder. Sorun bu dünya pazarını nasıl bir iktidar işleyişi üzerinden yapılandırdığıdır. Burada İki kilit kavram öne çıkmaktadır: "Sermaye birikimi yoğunlaşması" ve "dengesiz gelişme yasası". Bu iki kavram, Kapitalizmin iktidar işleyişini belirleyen ve yapılandıran tekelleşme ve tekeller arası pazar rekabetini belirlemektedir.
Kapitalizm,ulusal pazara dayanan, sermaye birikimini yoğunlaşmasını ulus devlet iktidarıyla güvenceye alan rekabetçi dönemini yaşadı. Dünya pazarı, meta ihracına dayalı kolonyalizm üzerinden ulusal ekonomi merkezli bir sermaye birikimine bağlı içersinin belirlediği bir dışarısıydı. Ulusal merkezli bir ekonomiye dayanan rekabetçi dönemin dengesiz gelişim yasası tekelleri yaratmış, banka sermayesiyle sanayi sermayesinin iç içe geçmesiyle mali oligarşiyi oluşturmuştur. Sermaye yoğunlaşmasının sonucu tekeller ulus devletleriyle bütünleşerek rekabetçi kapitalizmi tekelci devlet kapitalizmine bir başka deyişle emperyalizme dönüştürmüştür. Bu bağlamda sermaye birikiminin yoğunlaşması Emperyalizmle tekellerin dengesiz gelişim yasasına bağımlı hale gelmiştir. Emperyalistler arası dengesiz gelişim yasası, kapitalizmin iç dinamiğe bağlı tekelleşmenin bir birlerinden bağımsız ulusal merkezli ekonomilerin dengesiz gelişmesine dayanır. Bu bağlamda Emperyalizm, ulusal ekonomi merkezli tekellerin sömürgeler üzerindeki rekabetini ulus devlet aracılığıyla yürütmesidir. Bu bağlamda bağımlılık olgusunu belirleyen ulus devlet merkezli emperyalist ülkelerdi. Emperyalizmin III. Bunalım döneminde, dünya pazarı görece siyasal bağımsızlığa sahip yeni sömürge ülkelerde yukardan aşağıya kapitalizmin içselleştirilmesiydi. Emperyalizm döneminde gerek merkez, gerekse yeni sömürge ülkelerde modernizm bütünlükçü bir iktidar paradigmasıydı. Yeni sömürge ülkelerde sanayileşme, kalkınma ulus devlet ile özdeş bir çağrışımı içermekteydi.
Artık sermaye birikim yoğunlaşmasının merkezi, ulusal ekonomilerden, ulusal pazarlardan, küresel ekonomiye, küresel pazara geçmiştir. Üretimin ve üretim planlanmasının toprağı yoktur. Bunun anlamı, Ulusal, uluslar arası tekellerden küresel tekellere doğru yeni bir tekelleşme dönemine girildiğidir. Artık dengesiz gelişim yasası, ulusal ekonomi merkezleri üzerinde değil, küresel ekonomi merkezi üzerinden yapılanacaktır. Sorunu ezberden kavrayanlar ultra-emperyalizm teorisiyle yaklaşımımızı Kautsky'cilikle suçlayacaklardır. Bilmemize rağmen unuttuğumuz bir gerçek vardır. Sermaye kendi içinde barışçıl bir karaktere sahip değildir tam tersi kapitalizmin kalbi dengesiz gelişim yasasıdır, sermaye doğası gereği varlığı diğerinin yokluğu üzerine kuruludur. Emperyalizm döneminde tekeller arası dengesiz gelişim yasası, ulus devlet merkezli ülkeler arasında dengesiz gelişim olarak kendini örgütlüyordu ve ulus merkezli emperyalist devletlerin bir birbirleriyle açık savaşı olarak görünüyordu. Artık kapitalizmin İmparatorluk döneminde , küresel tekeller arası pazar savaşımını ulus merkezli emperyalist devletlerin bir birbirleriyle açık savaşı olarak görmeyeceğiz.
Dünya pazarı, içersinin belirlediği bir dışarısından ve dışarısının içselleştirilmesinden içersinin dışarısının kalmadığı bir zeminde yapılanmaktadır. Ulus merkezli dünya pazarından dünya merkezli ekonominin belirlediği ulusal pazara geçmiş bulunuyoruz. Korunacak ulusal bir ekonomi yok, ulusal bir sınır yok. Korunacak dünya pazarı ve kapitalist imparatorluk var.
İmparatorluğun Bonapartı ABD
Kapitalizmin imparatorluk döneminde siyasetin ontolojik paradigmasını kuracak olan küresel tekellerin küresel pazar üzerinde dengesiz gelişim yasasının nasıl yapılandığı, bunun sonucu rekabet, pazar savaşımı ve krizi, bu krizi yönetecek olan aktörler ve bu aktörlerin ilişkilerini iyi okumaktan ve imparatorluk sürecinin yaratığı devrimci imkanları görmekten geçiyor. Buradan durup baktığımızda imparatorluğun iktidar işleyişinde bazı noktaların net olduğu bazılarının ise sürecin belirginleştireceği belirsizlikleri taşıyor. Belirgin olan küresel tekellerin, imparatorluğun iktidar ilişkilerini hukuksallaştırmaktır. 11 Eylül sonrası ilan edilen sıkıyönetim ve savaş bunu ifade ediyor. Bu sıkıyönetim ve savaş, imparatorluğun, emperyalist dönemin üçüncü dünya ülkelerinin ulus devletlerine açtığı Bonapartist bir savaştır.
Bağımlılık ilişki konseptlerini hammadde, meta ihracı, yukardan aşağıya ulusal ekonominin kapitalistleştirilmesine koşut yapısal uyum programlarına bağlı sermaye ihracı ve borçlandırma olarak özetleyebiliriz. İmparatorluğun konsepti ise, bütün toplumsal alanın metalaştırılarak ticarileştirilmesi piyasalaştırılması ve şirketleştirilmesidir. Bütün toplumsal ilişki alanları sermaye birikiminin yatay gelişmesine göre değil dikey yoğunlaşmasına göre yapılandırılmasıdır. Küresel tekellerin aşmak zorunda olduğu kriz, küresel finans işleyişiyle 3. Dünyanın ulusal ekonomi yapıları arasındaki uyumsuzluk ve gerilimdir. Bu krizin çözümü ulus devletlerin ekonomik, toplumsal, siyasal ve askeri egemenliklerini elerinden alıp kapitalist imparatorluğun kalelerine ( IMF, dünya bankası, Dünya Ticaret Örgütü, NATO, G8 ve AB) devretmektir. Bu durum askeri ve siyasi bir gücü gerektirir. Bu bağlamda, Kapitalist imparatorluğun emperyal devletleri, içersinin dışarısının kalmadığı küresel toplumsal yapıyı korumak ve yapılandırmak için siyasi güçlerini ABD'nin askeri gücüne devretmişlerdir. Bonapartizmin özelliklerinde biri burjuvaziye de savaş açmalarıdır. Bu iç savaşta, ABD'nin imparatorluğun iktidar işleyişinde yer alan aktörlerle gerilmesi Bonapartizmin doğası gereğidir.
İmparatorluğun yeni iktidar işleyişine uygun yapılanma için açtığı bu savaş, Modernizmin maddi ve ideolojik alt yapısını yeni sömürgecilikle tamamlamış, Türkiye'nin de içinde bulunduğu, G-20'ler dışında, yeni sömürge ilişkileriyle Modernleşmenin maddi ve ideolojik alt yapısını tamamlayamamış, İmparatorluğun yapılanmasına direnen başta İslam ülkeleri olmak üzere tüm toplumsal yapıları tehdit etmektedir. İmparatorluk için artık, ulusal ekonomiye dayanan, görecede olsa siyasal bağımsızlığa sahip Ulus Devlet iktidar işleyişi bitmiştir.
Devlet ve ulus devlet
Devrim bir iktidar sorunudur. İktidar sorunu, kapitalizmin tarihsel-toplumsal koşularını işleten çalıştıran iktidar işleyişinin çözümlenmesi üzerine oturtulmuş Devrim kuramını ifade eder. İradi ve siyasaldır. İmparatorluk döneminde Ulus devlet işlevli iktidar işleyişinin bittiği ve yeni bir iktidar işleyişinin küresel çapta yapılandığı söylendiğinde, Bazı imparatorluk eleştirileri bu yaklaşımın " iktidar perspektifi"ni ortadan kaldırdığı sonucunu çıkarmaktadırlar. Ezberler, ezberleri bozan yaklaşımlar karşısında ortodoks bir yerden teoriyi ajitasyona çevirirler. Devrim kuramını ve politik ontolojilerini burjuva özlü taleplere, " burjuva demokrasisi devrim sorunudur"a oturtan modernizmin söylemiyle yapılanmış sol'un bundan başka yapacak bir şeyi yoktur.
Problem "Devlet" kavramıyla "Devlet biçimi" kavramlarının karıştırılmasıdır. "Artık ulus Devlet dönemi bitti" dendiğinde "Devlet" kavramının ortadan kaldırıldığı yada sınıfsal iktidar organı olarak "Devlet" kavramının zayıfladığı sanılmaktadır. Bir devletin güçlenmesi veya zayıflaması içinde bulunduğu tarihsel dönemin iktidar işleyişine uygun yapılanıp yapılanmamasına bağlıdır. Bugün İmparatorluğun iktidar işleyişine direnen ulus devletler, en zayıf ve güçsüz devletlerdir. İmparatorluğun derdi "Devlet" kavramını zayıflatmak değil tam tersi iktidar işleyişine göre yapılandırarak güçlendirmektir. Sorun iktidar perspektifinin ortadan kaldırılması değil, İmparatorluğun iktidar işleyişinin çözümlenmesi üzerine "Devrim" kavramının ontolojik paradigmasını yeniden yapılandırıp iktidar perspektifinin güçlendirilmesidir. Eskiden Modernizmin paradigmasına göre Devrim kuramı bir Devlet biçimine karşı bir başka devlet biçimi sunarak kendisini kurardı. Şimdi doğrudan "Devlet" kavramına karşı, "Devlet" siz bir toplum paradigmasıyla iktidar perspektifi kendisini yapılandıracaktır.
Küresel tekeller, suyundan hapishanelere kadar, bütün toplumsal ilişki alanını metalaştırmaya, piyasalaştırmaya ve şirketleştirmeye askeri ve politik gücüyle taliptir, coğrafi ekonomik ve politik engelleri pürüzsüz kaldırmakta uluslar arası tahkim kuruluyla kendisini güvence altına almaktadır. Artık kamusal alan özel alan ikilemi kalkmıştır. Devrim burjuva özlü olmaktan çıkmıştır. Devrimin ontolojik paradigması anti-kapitalisttir. Dünya devrimci hareketinin politik konsepti ortaklaşmıştır: anti-kapitalizm ve savaş.
Kilit kavram politik kuruculuktur. Politik kuruculuk muhalif taleplerin iktidar perspektifi doğrultusunda politik bir güç olarak örgütleyebilmenin konseptidir. Bu güne bu politik kuruculuğu siyasal demokrasi başka bir deyişle burjuva demokrasisi üstlenmiştir. Ekonomik ve toplumsal talepler siyasal demokrasi talebiyle iktidara taşınmıştır. Toplumsal ve siyasal alan ikileminde siyasal alan politik kuruculuğu üstlenmiştir. Dikey siyaset yatay siyaset üzerinde temellenmektedir. Toplumsal alan kitlesel, politik alan merkez ve öncü alanıdır.
Kapitalizmin imparatorluk döneminde Devrimin anti-kapitalist paradigmasında politik kuruculuğu siyasal demokrasi değil toplumsal demokrasi üstlenmiştir. Toplumsal alan politik alan, toplumsal alan içersi, siyasal alan dışarısı ikilemi kalkmıştır. Artık bütün yatay siyaset dikey siyaset ekseninde yapılanacaktır. Mücadele biçiminde olduğu gibi politik kuruculuğun programatikliği bağlamında da evrim ve devrim şimdide iç içedir. Toplumsal alanın emek dinamikleri artık kitle değil toplumsal demokrasinin kurucu dinamiği olarak öznedir. "Öncü" temsiliyet bağlamından çıkmış, doğrudan toplumsal dinamiği özne olarak konuşturma işlevine dönüşmüştür. Bu bağlamda öncü-kitle ikilemi ortadan kalkmıştır. Devrimin ontolojik paradigması Siyasal demokrasi temelinde politik bir devrimden toplumsal demokrasi temelinde politik devrime dönüşmüştür. Dünyadaki bütün İşçiler, köylüler öğrenciler ve imparatorluğun yoksullaştırdığı bütün emekçiler politik kuruculuğun çokluğunu üstlenmişlerdir. Direnişin merkezi ayağını bastığın yerdir. Yerel olan her muhalefet imparatorluğun doğrudan kalbine yönelmektedir. Birer iktidar organı olarak örgütlenen toplumsal demokrasi, devlet biçimini değil, "Devlet" kavramını doğrudan karşına alacaktır. İktidarı yalnızca "Devlet" ile sınırlamayacak toplumsallaşma sürecinin bütün bio-iktidar uğraklarını iktidar perspektifinin içine alacaktır. Denetim ve kontrol toplumunun bio-politika işlevi emek cephesini ve bireyi iktidarı işleten ve çalıştıran özneler olarak örgütlemektir. Suni denge iktidarın insanın ruhunda içselleşerek kişilikleşmiştir. Suni dengenin kırılması ancak bilinç kırılmasıyla mümkündür.
Kapitalist İmparatorluğun dünyaya verebileceği tek şey, yoksullaştırma, proleterleştirme ve savaştır. Sosyal devlet bitirilecektir. Piyasalaşmamış hiçbir alan kalmayacaktır. Devletin toplumu disiplin altına alan kurumların yerini şirketler alacaktır. Şirket kavramı ekonomik kavram olmaktan çıkacak toplumsal kavramını da içeren sivil toplum örgütü kategorisinde değerlendirilecektir. Bir bütün olarak toplum serbest bölge haline getirilerek tüketim ve ticaret çöplüğüne dönüştürülecek ve ülke kapitalist imparatorluğun bir eyaleti olacaktır. Artık, Emek ve sermaye cepheden yüz yüzedir. Arada hiçbir burjuva özlü bir talep yoktur. Kapitalizm reforme olmaz reforme eder. Kapitalizmin küresel saldırısına karşı burjuva demokrasisine sığınarak cevap vermek AB'ye sığınarak reforme olmaktır. kapitalizmin İmparatorluğuna karşı cepheden ve karşıdan Komünist manifesto artık günceldir, dünya devrimci hareketinin siyaset belgesidir.