* Fotoğraf: Pexels
İnsan belirli dönemlerinde dönüp geriye, o tarihe kadar yaptığı işlere, aldığı yola bakar. Yaptıklarını, uğraştığı işleri yeniden anlamlandırmaya çalışır. Buna güncelleme de diyebilirsiniz. Sezgin Tüzün’ün “Araştırma Denilince” kitabını (1) böylesi bir çalışma olarak görmek sanırım yanlış olmayacak.
Sezgin Tüzün, alan çalışmalarında deneyimli bir sosyal bilimcidir. Akademisyenliği de vardır, ama çalışmalarını masa başında değil gerçek yaşama dokunarak sürdürmüştür. Kurduğu VERİ Araştırma, ülkemizde kamuoyu yoklamaları konusunda yaptığı çalışmalarla ses getirmiş bir kuruluştur. Siyasal alanda seçmen eğilimlerini belirleyen araştırmalar yapmış, değişik toplumsal kesimlere yönelik araştırma projeleri gerçekleştirmiştir. Kitapta, bu çalışmaların önemli ve özellikli yanlarını anlatan özet bilgiler bulacaksınız.
“Araştırma Denilince”nin ilk bölümlerinde genel kuramsal yaklaşımlar özetlenmiş. Bilgi üretiminin toplumsal gelişme süreci boyunca geçirdiği değişim anlatılmış. Ortaçağda “bilim” diye skolâstik / dine dayalı bilgilerin / dogmaların aktarımından, aydınlanma çağının pozitif bilimlerine geçiş üzerinde durulmuş. Günümüz Türkiyesinde “anlam ve önemi” iyice artan bir konu. Tüzün, kitabında yanıt aradığı, tartışmaya açmaya çalıştığı soruları şöyle özetliyor:
● Araştırma nasıl üretilir?
● Bilgi üretmenin bir yolu, yöntemi var mıdır?
● Bütün bilim dallarında araştırmalar hep aynı biçimde mi yapılır?
Siyasal araştırmalar
Tüzün kitabının bir bölümünde, yıllar boyu kendi yönetiminde gerçekleştirilen araştırmaları anlatmış. Sosyal bilim araştırmalarında birer model olarak ele aldığı bu çalışmaların eksik kalan yanlarını çekinmeden irdelemiş. Bu açıdan bakıldığında kitap, konu ile uğraşanlar, ilgilenenler için önemli bir kaynak. Üzerinde bilgi verdiği ilk proje, TÜSES-VERİAraştırma işbirliğiyle yapılan, siyasal partilerin seçmen tabanlarını ve seçmen eğilimlerini konu alan bir dizi araştırma. 1994-2004 yılları arasında yapılan bu araştırmaların sonuçları TÜSES tarafından 5 kitap halinde yayınlanmış.
Seçmen eğilimlerini belirlemeye yönelik kamuoyu araştırmaları ABD’de başlamış. İlk kez 1824 Başkanlık seçimlerinde kullanılmış. Bu araştırmalarda doğruya en yakın sonuçların elde edilmesi, ancak yılların getirdiği deneyimler ve geri beslemelerle mümkün herhalde. Basında sıkça yer alan haberlere bakarsak, Türkiye’deki araştırma kuruluşlarının da yeterli deneyime sahip olduğunu anlaşılıyor.
Son yıllarda Türkiye’de yapılan ve “Bugün seçim olsa oyların partilere göre yüzde dağılımı ne olur?” sorusuna yanıt arayan araştırmaların sonuçları siyasiler tarafından neredeyse tartışmasız ciddiye alınıyor. İttifak kurmaya yönelik girişimler, bu arada seçim barajını düşürme hazırlıkları bunu gösteriyor.
Araştırmacılar seçim sonuçlarını ne kadar “doğru” kestirebiliyor? Bu konuda geçen hafta Rusya’da yapılan Duma seçimlerinden örnek vereyim. İktidardaki Birleşik Rusya Partisinin ciddi oy kaybedeceği ve yüzde 41 - yüzde 46 arasında oy alacağı öngörülmüştü. Geçici sonuçlara göre oy kaybı gerçekleşti ve yüzde 46.66 oranında oy aldı. İkinci konumdaki Rusya Federasyonu Komünist Partisi için öngörülen oy oranı yüzde 17 - yüzde 22 arasında değişiyordu. Parti oyların yüzde 21.14’ünü aldı.
Kamuoyu araştırmalarında kaç seçmenle görüşülerek bu genellemelere varılıyor diye sorabilirsiniz. Son yapılan ve siyasal çevrelerin ciddiye aldığı kamuoyu yoklamalarında görüşülenlerin sayısı 1.067 ve 4.520 arasında değişiyor. Yani, genel seçmen sayısına göre bu kadar az kişiyle konuşarak olası bir seçimde partilerin alacağı oy oranını belirliyorlar. Uzmanlar, böyle bir görüşmeci sayısının, seçimin kesin tarihinin henüz kesinleşmediği bu aşama için yeterli olabileceğini ve yüzde 3-4 hata payını içerdiğini söylüyor.
Bir de görüşmecilerin nasıl seçildiği, yani “örneklem modeli” önemli. Öyle rastgele 1.000 veya 4.500 kişiyle görüşerek yapılmıyor kamuoyu yoklaması. Genel seçmen profilini, çok farklı ölçütlere göre aynen yansıttığı varsayılan bir örnek kitle oluşturuluyor. Bu iş için geliştirilmiş farklı teknikler kullanılıyor. Sanırım işin ustalık isteyen yanı da bu.
Toplumsal kesim araştırmaları
“Araştırma Denilince”de Sezgin Tüzün’ün yürüttüğü araştırmalara örnek olarak verdiği, dört ayrı toplumsal kesime yönelik araştırmaya ilişkin bilgileri de bulacaksınız. Tüzün’ün tanımıyla ikisi örgütsüz toplumun örgütlü iki kesimini (sendikalı işçiler ile mimar ve mühendisleri), üçüncüsü hem örgütsüz hem de “bağımlı” bir kesimi (evli kadınları), dördüncüsü bir gazetenin okurlarını kapsayan araştırmalar şunlar:
● Cam İşçileri Araştırması: 1990-92 yıllarında Kristal-İş Sendikasına bağlı işçiler arasında yapılmış, sonuçları iki kitap halinde yayınlanmış.
● Kadının Sosyal Hayata Katılımı ve Siyasal Mobilizasyonu Araştırması: Bu araştırma 1999 yılında KASAİD tarafından yaptırılmış ve İstanbul, Ankara, İzmir metropolleri ile yakın çevrelerindeki illerde yaşayan kadınları kapsıyor.
● Mühendis, Mimar ve Şehir Plancısı Profil Araştırması: 2005-2006 yıllarında TMMOB ile birlikte tasarlanarak yürütülmüş. Birliğe bağlı Odaların üyelerini kapsıyor.
● Cumhuriyet Gazetesi Okur Araştırmaları: 1985, 1987 ve 1989 yıllarında gazete okurlarına yöneltilen anket sorularına alınan yanıtlar değerlendirilerek yapılmış. Alınan yanıt sayısı 1989’da 35.000’in üzerindeymiş.
Kitapta yukarıdaki araştırmaların önemli noktalarına ilişkin ayrıntılı bilgiler verilmiş. Özetlenen anket sonuçları üzerinden söz konusu kesimlerin o tarihteki konumlarını okuyabiliyorsunuz. Ayrıca ilgili kurumların yine o tarihlerdeki durumlarına ilişkin bilgileri hatırlamak da yararlı oluyor. Örneğin Cumhuriyet gazetesinin 1980’lerde tirajı 100 binin üzerindeymiş. Şimdi baktım, 13-19 Eylül tarihleri arasında günlük ortalama tiraj 23.500 dolayında. Alın size bir araştırma konusu daha!
Sezgin Tüzün’ün kitaba aldığı bir çalışması da VERİ Araştırmanın kendi kullanımı için yaptığı “Statü, Gelir, Tüketim Kalıpları Araştırması”. Kısaca VERİ SGT diye adlandırılan bu araştırmalar, ülke genelinde ayrı ayrı bütün yerleşimlerde sınıfsal, tabakasal farklılaşmaları belirleyerek bunu daha sonra yapılacak araştırmalar için bir kalıp olarak kullanma amacına yönelik gerçekleştirilmiş.
Farklı alanlarda yapılan diğer araştırmalar
Sezgin Tüzün, farklı bilim dallarında çalışan diğer araştırmacılardan da katkılarını istemiş. Kitabın bir bölümünü; sosyoloji, ekonomi, fizik, tıp, eczacılık alanlarında araştırma yürüten bilim insanlarının yazdıkları oluşturuyor, Böyle bir derleme, farklı alanlarda yapılan araştırmaların ortak noktalarını tartışmak için iyi bir kaynak olarak değerlendirilebilir.
● Korkut Boratav’ın “İktisat Araştırmaları” yazısı, Tüzün’ün kendisine yönelttiği geniş kapsamlı üç soruya verdiği yanıtlardan oluşuyor. Bu yanıtlar, Boratav’ın iktisatta güncel akademik sorunlara ilişkin görüşlerinin yanı sıra 1995’de Tarih Vakfı Yurt Yayınları tarafından yayınlanan “İstanbul ve Anadolu’dan Sınıf Profilleri” araştırması üzerine yaptığı kısa ama doyurucu bir değerlendirmeyi de içeriyor.
● Belma Akşit, “Sosyal Bilim Araştırmalarında Etik Kaygılar” başlıklı makalesinde genel etik yaklaşımın yanı sıra; araştırma konusunun seçimi, gerekli modelin oluşturulması, veri toplama, derleme, işleme gibi farklı süreçlerdeki olası etik sorunlara değiniyor.
● Bahattin Akşit’in kitapta yer alan yazısı, “Sosyolojik Araştırma Güzergâhında Yaklaşımlar ve Çıkardığım Dersler” başlığını taşıyor. Akşit, 1960’larda ODTÜ’deki öğrencilik döneminden başlayarak çalıştığı, yürüttüğü araştırmalardan söz ederek bir genel tablo ortaya koyuyor.
● Önder Pekcan, “Fizik Araştırmaları” makalesinde, bu alanda yaşanan gelişmeleri ele alıyor. Fiziğin önce kimya, sonra biyoloji, daha sonra tıp ile kesişmeye başlayan gelişme süreci üzerinde duruyor.
● Özdemir Aktan ve Tamer Baykara’nın tıp ve ilaç araştırmalarına ilişkin iki ayrı makalede anlattıkları, yaşadığımız salgın günlerinde özellikle önem kazanan görüşler içeriyor. Aktan, tıbbi konularda bilinen çoğu yaklaşımın her zaman doğru olamayacağını, mutlaka sorgulanması gerektiğini anlatıyor. Baykara’nın yazısı ise, ilaç üreticilerinin tıbbi araştırmalar ve yayınlar üzerindeki ticari baskıları, yönlendirmeleri üzerinde duruyor.
Tıbbi yayınların kuşkulu ve güvenilmez yanlarına ilişkin, Özdemir Aktan’ın yazısında değindiği Cem Terzi’nin “Hekimler Geçerli ve Güvenilir Bilgi İçin Tıbbi Literatüre Güvenemezler” başlıklı makalesinin son derece öğretici olduğunu ekleyelim. Tıp fakültelerinin deontoloji derslerinde okutulsa yeridir. Makale, Toplum ve Hekim dergisinin 2010/5 sayısında ve “Metalaşma ve İktidarın Baskısındaki Üniversite” adlı kitapta (Sosyal Araştırmalar Vakfı yayını, 2011) yayınlanmış.
“Zakkumcu doktor” olayı
Aktan ve Baykara’nın kitapta yer alan yazıları, akla “Zakkumcu Doktor” olayını getiriyor. Yıl 1988, gazetelerde “Kansere çare bulundu” başlıklı haberler çıkmıştı. Muğla’da bir doktor kanseri doğal bir bitki ile iyileştirmenin mümkün olduğunu ileri sürüyordu. Dr. Ziya Özel, zakkum bitkisinden ürettiği “ilacı” hastaları üzerinde denemiş, yararlı olduğunu görmüştü. Hastalar için bir umut ışığı doğmuştu. Dr. Özel’in kapısını çalan hastaların sayısı gittikçe artıyordu.
Tıp çevrelerinden tepkiler gelmeye başladı. Zakkum ekstresinin böyle bir etkisi zaten biliniyordu, ama bunun tıpta kullanılabilecek bir ilaç haline gelebilmesi için yerine getirilmesi gereken uzun bir araştırma süreci vardı. Tartışmalar atadan kalma doğal ilaçları kullanan geleneksel tıp ile rasyonel ilkelere dayanan tıp bilimi arasında bir çatışmaya dönüştürüldü. “Zakkumcu Ziya” kimilerince bir şarlatandı, kimileri ise onu çıkar çevrelerinin oyununu bozan bir halk kahramanı mertebesine çıkarıyordu.
Dr. Ziya Özel ile Ankara Eczacılık Fakültesinden duayen bir profesörün televizyondaki tartışmasını hatırlıyorum. Bir maddenin ilaç olarak kullanılabilmesi için gerekli bilimsel araştırma süreçlerini sabırla anlatmaya çalışan profesöre Dr. Özel’in verdiği yanıt, “Ama ben hastalarımın üzerinde denedim, iyi geliyor”dan öteye gidemiyordu. Çaresiz kalan profesör sonunda, “Bilim bir yaşam biçimidir, hafife alınamaz” gibi kibarca karşılık vererek tartışmayı bitirmişti.
O gün bugündür, zakkum tedavisinden pek söz edildiğini duymadım. Dr. Özel kendisine yöneltilen eleştiriler sonunda ülkeyi terk etmiş, ABD’ye yerleşmiş. Birkaç ay önce ölüm haberi geldiğinde onu hatırlayanlar, hatırlatanlar oldu. Basında yine onu, hakkı yenilmiş bir halk sağlığı kahramanı olarak niteleyen yazılar çıktı.
“Zakkumcu Doktor” öyküsüne ilişkin ayrıntılı bilgi için Eriş Bilaloğlu’nun, Toplum ve Hekim dergisinin 2017/1 sayısında yayınlanan “Ziya Özel - Zakkum Olayı…” başlıklı yazısına bakabilirsiniz. Ayrıca Hüseyin Batuhan’ın çeşitli yayınevlerince birkaç baskısı yapılan “Bilim ve Şarlatanlık” adlı kitabında da konuya geniş yer verilmiş.
Abbasağa Parkında bir sanatçının farkına vardıkları
“Araştırma Denilince” kitabına katkıda bulunanlardan biri de Heykel Sanatçısı Meriç Hızal. Kitapta ye alan “Sanat, Estetik ve Araştırma İlişkisi” başlıklı yazısında İstanbul Beşiktaş’taki Abbasağa Parkına yaptığı “Barış Heykeli”nin araştırma sürecini anlatmış. Sonunda ürettiği anıtsal düzenleme alışılmışın dışında bir yaklaşımı sergiliyor. Semt halkının, parka gelenlerin içine girip yaşadıkları bir tasarım ürünü.
Meriç Hızal; semti, parka gelip gidenleri, semtin tarihi geçmişini incelemiş, semt halkının yaşamını bir süre yakından izlemiş. Ona yontu için ayrılan 100 metrekarelik alanı ve yakın çevresini özetle şöyle tanımlıyor: “[Orası] mahalle sakinlerinin beslediği ‘ürkek’ güvercinlerin, iki köpeğin ve onlarla barışık bir kedinin hiç bozulmaması gereken krallığıydı.”
Sanatçı, parkta yapacaklarının semtin kültürel birikimi ile çatışmamasına, semt halkı ve bulunduğu mekâna saygıda kusur etmeden onların arasında yer almasına özen göstermiş. Hatta Antik dönem odeonları gibi onları kucaklamasını istemiş. Sanırım sonunda istediğini de gerçekleştirmiş. Yolunuz oralara düşerse Abbasağa Parkına uğramadan geçmeyin.
Bir sanatçı olarak Hızal’ın araştırma süreci öyle hesaba kitaba gelir şeylere dayanmıyor. “Maddi olmayan” (intangible) değerlerin belirlenmesi diyebiliriz, ama bu da bir araştırma çalışması değil mi? Belki bu yanıyla mimarlığa çok yakınlaşıyor.
Genellikle mimari tasarım çalışmalarının ön araştırmalar üzerine geliştirilmesi gerektiği kabul edilir. Tasarlanacak yapının konumu, kullanıcı profili, yapı içinde kullanıcı hareketlerinin etüdü, kullanım sürecinde yapılabilecek değişiklikler vs. birer araştırma konusudur. Ayrıca yapım yöntemleri, malzeme ve strüktür araştırmaları gibi teknik konular da tasarım sürecinin girdileridir.
Aslında mimari tasarım sürecinin başlı başına bir araştırma olduğu düşünülebilir. Ancak bu alanda izlenecek yöntemlere ilişkin asgari bilgilerin eğitimde ve uygulamada, sistematik ve olmazsa olmaz denilebilecek düzeyde yaygınlık kazandığı söylenebilir mi? Doğrusu tartışmaya değer, bir ustasına sormalı!
ODTÜ, mimarlık eğitimi ve araştırma
Bizim ODTÜ’lü mimarların sosyal bilimcilerle yakın ilişkileri, dolayısıyla sosyal bilimlere ve toplumsal araştırmalara yatkınlığı okul yıllarına dayanır. Bilmiyorum, bilinçli bir tercih miydi, ODTÜ kampusunda Mimarlık Fakültesi, İdari Bilimler Fakültesi ile Sosyal Bilimlerin arasına yerleştirilmiştir. Oysa İTÜ’de mimarlık öğrencileri inşaat mühendisliği öğrencileri ile aynı binayı paylaşırlar. DGSA (Güzel Sanatlar Akademisinde) ise mimarlık bölümü ile resim ve heykel bölümleri komşudur.
Özetle, belki söz konusu fiziksel yakınlıktan dolayı ODTÜ’deki mimarlık eğitiminde sosyal bilimlerin payı, diğer okullara göre oldukça fazladır diyebiliriz. Elbette fakültede Şehir ve Bölge Planlama Bölümünün oluşu ve Mübeccel Kıray, İlhan Tekeli gibi efsane hocaların varlığı da bunda etkili olmuştur.
Toplumsal bilimlere ilginin, sol siyasal gelişmelerle birlikte yükselişe geçtiği 1960’ların son yılları… ODTÜ’de bir grup mimarlık öğrencisine “ilkokul projesi” tasarımı ödevi verilmiştir. Öyle kâğıdı kalemi elinize alıp hemen bir ilkokul için taslaklar çizmeye başlamazsınız elbette. Bir ön araştırma yapılacaktır.
Bir zaman şeridi üzerinden eğitimin değişik toplumsal aşamalarda nasıl bir değişim süreci geçirdiği incelenir (Böyle işlerin ustaları Ahmet Turan Altıner ve Ali Artun’du). İlkel köleci toplumda, feodalitede, kapitalist toplumda eğitim nasıldı, şimdi nereye doğru evriliyor, ayrıntılı olarak afişe benzer grafik çalışmalarla anlatılır. Ama bir türlü tasarım aşamasına geçilemez.
Feyyaz Erpi Hoca sonunda “Tamam çocuklar, diyelim dün gece devrim oldu, sizi bu sabah Bakanlık’tan çağırdılar, bize acilen ilkokul projeleri çizin dediler. Haydi, başlayın” der. Sınıfta kısa süre bir sessizlik olur. Yanıt sevgili Menteş Eroğlu’ndan gelir. “Hocam o devrim dediğiniz şey bir gecede olmaz!”
Çöplerden çıkan sonuçlar
İzninizle ve Sezgin Tüzün’ün izniyle, bir ekleme daha yapayım. Toplum bilimlerinde alan araştırması denilince öncelikle kişilerden anket yoluyla bilgi toplanması akla geliyor. Ama Umut Yiğit, doktora çalışmasında çok farklı yoldan bilgi toplamayı tercih etmiş. Geçtiğimiz Ocak ayında BBC’de yayınlanan haberde (2), Yiğit’in İstanbul’da iki farklı semtte, Etiler ve Bağcılar’da çöplere bakarak tüketim alışkanlıkları, toplumsal refah düzeyi vb. konulardaki farklılaşmaları araştırdığı anlatılıyordu.
Umut Yiğit 2019’da yaptığı lisansüstü tez çalışması (3) ile başlamış çöp karıştırmaya. Kullandığı yönteme Batı’da “çöp analizi”, “çöp arkeolojisi” deniliyor. Bizde bu yöntemle çalışan başka araştırmacı var mı bilmiyorum, ama ilginç bir yöntem. Üstünüzü başınızı kirletme, hatta mikrop kapma tehlikesi var, ama önlemlerini alınca kapı kapı dolaşıp anket yapmaktan daha kolay olmalı!
Umut Yiğit, “Modern insan varlığını ancak tüketerek sürdürebiliyor. Bu yeni yaşam biçiminin en gerçek kanıtları çöpler” diyor. Çöpler üzerinden yapılacak araştırmada kültürel kimliği belirlemeye kadar varan sonuçlar çıkabileceğini belirten Yiğit, bu yöntemle, anketlerin sağlayamadığı somut yanıtların üretebileceğini söylüyor.
ODTÜ’de, 50 yıl kadar önce, şehircilik dersinde Ankara’nın semtlere göre sınıfsal yapısını araştıran bir öğrenci çalışması yapmıştık. Altyapı şebekesinin, toplu ulaşımın, sağlık ve eğitim hizmetlerinin kentte nasıl dağıldığını araştırmıştık. Çankaya, Kavaklıdere, Yenimahalle, diğer semtler ve gecekondu bölgeleri arasındaki farklılıklar çok açık ortaya çıkıyordu. Ama doğrusu çöplere bakmak bizim de, hocamız Tuğrul Akçura’nın da aklına gelmemişti.
Bu arada benzer ve güncel bir konuya değinmeden geçmeyeyim. Yaşamakta olduğumuz bu salgın günlerinde, bazı ülkelerde kanalizasyonlardan alınan örnekler üzerinde koronavirüs test çalışmaları yapılıyormuş. Yetkililer, bizde de yapılacağını söylemişler. İzlemeye değer.
Bu kitabı kimler okur?
Son söz olarak kitabın olası okurları kim olabilir, onu kestirmeye çalışalım. Son YÖK rakamlarına göre ülkemizde 203 üniversite varmış. Bu yüksek öğrenim kurumlarının ön lisans bölümlerinde 3 milyon, lisans bölümlerinde 4 milyon 500 bin öğrenci kayıtlı, 300 bine yakın yüksek lisans, 100 bini aşkın doktora öğrencisi var. Öğretim üyesi ve araştırma konuları ile yolları kesişen diğerlerini de hesaba katarsak 8 milyonluk azımsanmayacak bir kitle söz konusu diyebiliriz.
Diğerlerini bir yana bırakalım, sadece araştırma konuları ile kesin ilgilenmeleri gereken yüksek lisans ve doktora öğrencilerinin toplamı 400 bini buluyor. Bu kitlenin yüzde biri merak etse ve “Araştırma Denilince” neler diyorlar diye Sezgin Tüzün’ün kitabına baksa 4 bin olası okur eder. Çok mu iddialı oldu? Haydi “binde bir” diyelim, en az 400 kişi, yani ortalama her üniversiteden iki kişi, bu kitabı alır ve okur diye kestirelim. Ne dersiniz kötümser bir hesaplama mı, yoksa iyimser bir tahmin mi oldu? (AŞ/AS)
(1) Sezgin Tüzün, Araştırma Denilince, Bağlam Yayıncılık, 2021
(2) https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-51079318
(3) Umut Yiğit, “Tüketim Kültürü Sosyolojisi”, yayınlanmamış tez çalışması, İstanbul Üniversitesi İletişim Sosyolojisi Ana Bilim Dalı, 2019