İlk başta temel amacı koyalım: Bir medya organı, televizyon ya da gazete, esas amaç olarak, bir olayı tüm yanlarıyla, farklı yorumlarıyla doğru, çok boyutlu, inanılır, güvenilir, kolay anlaşılır bir şekilde ve hızlı olarak izleyici ve okurlarına yansıtmakla, aktarmakla görevli.
Bu görevi yerine getirmek için kuşkusuz bir dizi koşul ve bazı olanaklar gerekli. Konuya hakim, dosyasını bilen, esnek, öngörüsü güçlü, akıcı konuşan, yazan, kısacası bilgili ve akıllı muhabirler. Ayrıca olay yerinin uzaklığına göre altyapı, uydu hattı, bilgisayar, görüntü ve ses bağlantısı vs...
Yetersiz hazırlık
Türkiye, dolayısıyla da Türk medyası için son derece önemli bir gelişme olan 3 Ekim toplantı tarihi çok uzun süre önce belirlenmiş olduğu için, medya kuruluşlarının bu konuda hazırlık yapmaları için gerekli zamanları vardı.
Oysa ki, görüşmelerin uzaması (ki o da sürpriz değil) nedeniyle Lüksemburg'daki ekipler uykusuz gecelere mahkum oldu ve izleyici karşısına gözleri mahmur, kimi zaman da dilleri dolanır bir şekilde çıkmak zorunda kaldı.
Merkez, ilk günkü uzama nedeniyle, acil olarak ikinci bir ekibi İstanbul'dan yola çıkarabilirdi.
Hazırlık eksikliği sadece kadro sayısında değildi. Lüksemburg'daki meslektaşlarımızın hiçbiri AB uzmanı muhabir değil. Çoğu diplomasi muhabiri ya da 'polyvalent' denilen genel program sunucusu arkadaşlar.
Ankara'nın diplomasi muhabirleri, AB-Türkiye ilişkilerine hem ideolojik-mesleki perspektifleri hem de AB genişlemesindeki teknik bilgi eksikliğinden dolayı tek yanlı olarak bakıyor.
Türkiye'de aslında AB uzmanı muhabir yok. TV ve gazetelerin Brüksel muhabirleri bu alandaki en bilgili kişiler ama böylesine önemli bir toplantıda, İstanbul ve Ankara'dan gelen ekipler ve köşe yazarları arasında, konuyu daha iyi bilen muhabirler arka plana atıldı.
Hızlı ve ünlü olsun
Dil bilmekle AB uzmanı muhabirlik arasında çok büyük farklar var. Bizim TV'ci arkadaşların yine mesleki deformasyondan olsa gerek iki kaygıları vardı: Haberi en önce biz verelim.
Ve ekrana en yüksek düzeyli adamları, kadınlara pek sorulmadığına göre sahiden adamları, biz çıkaralım. Oysa ki, yurttaşlar aynı anda dokuz kanal izlemediklerine göre, haberi önce, en önce, ilk başta kimin verdiğiyle ilgilenmiyorlar bile.
Yarış, rekabet süre ya da zaman alanına kayınca, içerik güme gidiyor haliyle. Hürriyet gazetesi mesela birinci sayfadan verdiği haberde, "Müzakerelerin kilitlenme aşamasından çözüme gidişini ilk önce Kanal D'de Mehmet Ali Birand verdi" mealinden bir başlık kullandı.
Türkiye haberi Mehmet Ali'den öğrendi cazgırtısı... Yanlış, bütün Türkiye o sırada Birand'ı izlemiyordu ki...
Üstelik haberi önce vermek önemli değil, doğru vermek önemli. Dahası, bilgi ve öngörü sahibi gazeteci zaten genel gidişatı koklar, sezer, dolayısıyla izleyiciyi de germez, sürprizlere muhatap bırakmaz.
Bir kanalda "Neredeyse bir bakanlar geçidi yaptık, bakanlar geldi bize konuştu" diye bir cümle duydum. Önemli olan Bakan'ı ekrana çıkartmak değil, önce "Bu haber için en uygun kişi bakan mı?" sorusunu sormak, sonra da Bakan'ın söylediklerini doğru bir bağlamda çözüp izleyiciye açıklamak.
Aslında teknik yanı ağır basan bu tür toplantılarda, siyasi sorumluluğu nedeniyle diplomatik konuşmak zorunda kalan Bakanlar değil, üst düzey bürokratlar daha çok bilgi sahibidir, üstelik de onlar söz konusu bilgiyi daha somut, açık bir şekilde ifade ederler.
Viyana ve Ankara dilsiz mi?
3 Ekim coverage'ında (izleme-aktarmada) önemli birkaç eksiklik daha var:
TV izleyicileri tüm söyleşilere ve açıklamalara rağmen, bir konuda pek de bilgi ve fikir sahibi olamadılar. Avusturya neden Türkiye'nin tam üyeliğine karşı çıktı?
Ve sonra neden ve nasıl bu ısrarından vazgeçti? Bu sorulara yanıt aramak için, canlı yayın aracına gerek yok belki ama Viyana muhabirlerine gitmek gerekirdi.
Türkiye'de herhalde Avusturya'nın politik konumunu bilen akademisyen ya da uzman da vardır. Onların bilgisine ihtiyaç duyuldu. Ayrıca bu itiraz yeni değil. Bu nedenle Lüksemburg'dan önce Viyana'da sokak röportajları (Vox Pop) ya da diplomatlarla görüşmeler yapılmalıydı.
Esas en önemli eksiklik, Lüksemburg'a kilitlenmişken canlı yayınlarda, Ankara'da olup biten hakkında bilgi vermeyi unuttu çoğu kanal.
Tamam Abdullah Gül'ün Bakanlıktan çıkıp Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) Genel Merkezine gidişi naklen verildi ama görüntü sadece. İçeride ne konuşuldu, belge nasıl incelendi, kaygı kuşku var mıydı? Bu soruların hiç birine yanıt aramadı hiçbir diplomasi muhabiri.
Gül'ün tutumunu ancak Lüksemburg'daki toplantıda öğrenebildik. Burada kadro sıkıntısı olduğu söylenemez. Ama belli ki bu hassas konuda Gül ve AKP dışarı bir şey sızdırmamış, Cumhurbaşkanı ve ana muhalefet liderine bilgi verilmiş ama kamuoyu habersiz, bilgisiz kaldı uzun süre.
Gazeteci ya da iyi bir muhabir, sadece önüne gelen basın bülteni ya da kulağına fısıldanan bilgiyle haber yapmaz, esas olarak gizlenen, gizlenmeye çalışılan bilgiyi ortaya çıkararak, toplumun özgürce bilgi alma hakkını yerine getirmesini sağlar. İktidar susunca, bizim medya da susuyor!
Türk egemen medyası, Lüksemburg'da iki gün boyunca teknik, derin ayrıntılı bir toplantıdan çok sanki Türkiye-AB futbol maçını izleyip aktardı. Yüzeysel ve duygusal bir aktarımdı üstelik.
Halbuki AB'ye üye olmaya çalışmak tam aksine, bir toplulukla bir aday üye arasında eşit ilişkiler gerektiriyor. Televizyon muhabirleri belki bu konuda biraz daha temkinli idi ama 4 Ekim günkü sürmanşetelere bakacak olursak, Türkler ikinci kez Viyana'yı fethediyor sanki.
Dimdik durduk, direndik, kazandık, girdik, pes ettirdik türünden hem muzaffer bir ton hem de lümpen bir tarz... Oysa ki Başbakan Erdoğan "Avrupa Birliğimiz" diyor, Gül, İngiliz bakana ön ismiyle hitap edip, espri yapıyor, ama bizim medya Yeniçeri kompleksinde hâlâ...
Hele bir de müzakereler başlamasa ya da ertelense, Hürriyet, tam sayfa Avusturyalı Hitler'in fotoğrafını koyup "Yine o ruh!" diye manşet atacakmış ki, egemen medyanın içinde bulunduğu ruh halini çok iyi yansıtıyor. Elit faşizmi, kitlesel faşizme karşı!
Hepimiz topyekun AB'li miyiz ki?
Aslında müzakereler başlıyor diye Türk medyasından bir gecede eski huylarından vazgeçmesini talep etmek de saflık olur doğrusu. Bu millici hatta milliyetçi habercilik perspektifi yurttaşın bilgilenmemesine neden olduğu gibi yurttaşın medyaya olan güven ve inanırlılığını da azaltıyor.
Zaten vahim düzeylerde seyreden bu güvenirlik ve inanırlık krizi, bu kez özel olarak AB karşıtı ya da AB konusuna şartlı bakan kesimleri de iyice medya karşıtı haline getirdi.
Çünkü, çoğunluk olmasa da, Türkiye'de son zamanlarda güçlenen AB karşıtı bir akım var. Aşırı-sağdan Kemalizm'e, korporatist küçük ve orta burjuvaziden sosyalist sola ve bu arada Kızıl - Elmacılara kadar genişleyen bir cephe bu.
İki gün boyunca bu kesimin görüşlerine bir dakika bile yer vermedi egemen Türk medyası. Üstelik bu kesimin AB uzmanları da var. Onlar da İstanbul'daki platolara çağrılmadı bile.
Türk egemen medyası milli birlik ve beraberlik şiarından taviz vermedi yine. Blok halinde AB'li ve AB'ciyiz ya...
Aynı danışmanlar, vatandaş yine yok
Ekranlara ve gazete sütunlarına yansıyan bir başka monotonluk da artık neredeyse haber sunucuları kadar ekranda boy gösteren sınırlı sayıdaki uzman. Üstelik hep aynı, hep aynı...
Bunların hepsi de AB yanlısı olduğu için ve sanki sözü Tanrı kelamıymışçasına ekrana yapışıp kaldılar. İdeolojik darlık ve tekdüzelik -tek yanlılık aslında- mevcut olan diğer AB uzmanlarını ekran dışında tutuyor.
"Adam -pek kadın olmadığına göre- şimdi çıkar acayip bir söz eder, izleyicinin kafası karışır" diye bir dertleri var TV yöneticilerinin. Bu nedenle üç beş emekli büyükelçiyi danışman kadrosuna almışlar, işi halletmişler.
Türk egemen medyasının bu yeknesak anlayışı bir başka alanda da sırıttı. AB meselesi sanki sadece devleti ya da hükümeti ilgilendiren bir meseleymiş gibi, çoğunlukla yurttaşa, sokağa da tamamen kapalı idi ekranlar.
Al eline çık sokağa, insanlar ne diyor, merak etmiyor musun? AB'nin toplumsal ve kişisel yaşantımızı A'dan Z'ye değiştirecek bir sistem, bir mekanizma, siyasal-ekonomik-ideolojik-toplumsal-kültürel bir proje olduğunu hesaba katarsak, burada en çok yurttaş konuşmalı.
Ama halka değil iktidara güvenen, halkın değil iktidarın sözcülüğünü yapan bir medyadan bunu beklememiz belki hakkımız, ama hakkıdır Hakka tapan milletimin medya!
Telaş eden biraz da kendilerinden ve sonuçtan da emin olmadıkları için TV'lerin ve gazetelerin işlemeyi unuttukları bir başka önemli konu ve alan da, yakın gelecek oldu.
Ne olacak şimdi? Tarama ne demek? Ne müzakere edilecek? Türkiye'nin Topluluk Müktesebatı (O ne?) ile uyum durumu ne? Bunlar bilinmeyen şeyler değil. Daha yeni 10 üye bu aşamadan geçti. O örnekleri sergilemek bile yeterdi.
Henüz Hükümetlerarası Konferans, Konsey, Komisyon farkını bilmeyenler yarın öbür gün Tarım ek Tazminatları (Montant Compensatoire) ya da geçici muafiyetler konuları gündeme geldiğinde bakalım ne yapacaklar?
Renaud'nun ve Roger Waters'ın şarkılarında var: "Haberleri dinlediniz, iyi akşamlar, siz derin derin uyuyun, merak etmeyin önemli bir şey olursa biz size bildiririz."
Sonra da 'Madem yerin altındasın, Gerek yok sana haber vermeye. Biz olup biteni doğrularız sana'.
Bu medya ile AB'ye girmek?! (RD/BA)