Bir camın ardından on sekiz yaşın o en güzel, o en çılgın halleriyle poz vermiş. İki elinin avuç içlerini cama dayamış, parmaklar iyice açılmış.
Bu "Ben dostum." demekmiş beden diline göre. Acaba biliyor mu bunu? Sanmam, sadece poz vermiş olabilir; gülen gözleri ele veriyor doğallığını. Gözlerimle emiyorum görüntüyü ve kazıyorum beynime. Oğlumun ilk koyu aşkı bu: Bambolika. Adı bu değil; ama ben öyle diyorum. Çünkü bana uğurböceğini çağrıştırıyor.
Beni çok etkileyen bir şeyler olunca anadilim hortluyor. Anadilimi doğru dürüst konuşamazdım eskiden -şimdi hiç konuşamıyorum- bu yüzden annemler kırık konuşmalarımı taklit ederlerdi. Buna rağmen önemli kişiler, kavramlar, bilmediğim bir program yüzünden, Pontus Rumcasına dönüştürülüyor beynimin arşiv dosyalarında. Ben de şaşırıyorum!
Sanki ben hep bu dile ve bunun etrafında dönen kültüre yadırgıydım. Türkçem ise hep kusursuzdu. Kimse Karadenizli olduğumu dilimden anlayamazdı. Bunu bir övünç kaynağı olarak algılar, şiveli konuşmayı neredeyse bir suç gibi görürdüm. Herkes konuştuğu dilin hakkını vermeliydi. Nece konuşuyorsa onu en kusursuz haliyle konuşmalıydı. Konuşamıyorsa susmalıydı. Bunlar benim, Bambolika'nın yaşlarındayken şiddetle savunduğum törpülenmemiş görüşlerimdi.
Yıllar yılları kovaladı. İsviçrelileri tanıdım: Basel Almancasını anladım; ama asla konuşmadım, denemedim bile, Hochdeutsch(*) kullandım hep. Dört dilli bir ülkenin de bütünlük içinde yaşayabileceğini gördüm. En önemlisi şivenin de bir gerçeklik olduğunu ayrımsadım Avrupa'da. Sonra Kürtleri tanıdım. Dillerini, kültürlerini yok olmaktan nasıl kurtarmak istediklerini gördüm. Bizim oralarda sessizce kabullenilen o yok oluşları kabullenmek istemiyorlardı. Aslında, baktığımda bizimkilerin de değiştirilen yer adlarının yenilerini, hâlâ kullanmaya hevesli olmadıklarını görüyorum. Ancak resmî işlemlerde, evraklarda karışıyor işler. Annem için Uzungöl hâlâ Şerah'tır; dünya nasıl bilirse bilsin, nasıl tanırsa tanısın! Peki ya benim için?
Açıkça görülüyor ki bende kırılma başlıyor ve benden sonraki kuşaklarda işler ne minvalde yürür, ciddi endişeler duymaya başladım. Yaşımız ilerledikçe muhafazakârlaşıyor muyuz, nedir bu endişe? Nostalji bizim oraların nemi gibi iliklerimize mi işliyor bilmem; ama "Benden sonraki kuşaklarda Pontus Rumcası yaşayacak mı?" sorusunun yanıtını duymak bile istemiyorum. Bende de çeyiz sandığındaki fildikoz(**) keşan kadar işlevi var. Yenilerde neden yaşasın ki? Yeni kuşaklar onu nostaljik bir Sürmene bıçağı gibi duvara mı asacaklar? Yani işlevselliği yok olunca elbette kaybolacaktır. Ne yazık ki!
Sanki bazı hatalar yapılmış gibi. Bazı zenginliklerden vazgeçilmiş, vazgeçirilmişiz gibi. Sıkılıyorum kendimden, düşüncelerimden. O halde doğru şeyler yazıyorsun kızım deyip kendimi gaza getirmeye çalışıyorum. Ama olmuyor, yazamıyorum... Boğazıma bir kusur (mısırın koçanı, s peltek okunur) takılıyor sanki.(HT/EÜ)
____________________
*Hoch deutsch: (Sözcüğü sözcüğüne) Yüksek Almanca, yani bizdeki yazı dili gibi.
**Fildikoz: Doğu Karadeniz keşanlarında klasik, en çok kullanılan desen.