Türkiye'deki rejimin son 12 yılda kendini şekillendirdiği aynı zamanda emperyalist bir güç olma anlamında tariflemeye çalıştığı süreçte yeni bir aşamaya gelindi.
"Arap Baharı" diye adlandırılan tarihselliğin verdiği ivme ve enstrümanlarla TC, 3. Dünya Savaşı'nın "Genişletilmiş Ortadoğu" cephesinde emperyalist hülyalarını gerçekleştirmek için çeşitli olanaklar buldu. Suriye, Rojava ve Güney Kürdistan'da kimi bölgeleri işgal etti. Mısır'da yenilse de Libya'da paylaşım savaşına taraf olarak Libya'nın geleceği hakkında söz sahibi olabileceği kadar bir alan yarattı. Bu işgalci politikalar kapsamında IŞİD, El Kaide türünden gruplarla haşır neşir oldu, onlardan sağa sola ihraç edebileceği paramiliter güçler devşirdi. Yemen'deki savaşa dahil olmanın yollarını aradı, beceremedi. 2. Dağlık Karabağ Savaşı sayesinde ise Azerbaycan ve Ermenistan üzerinde nüfuzunu artırdı. Macaristan'ın da içinde olduğu Türk Devletleri Teşkilatı'yla etki alanını biraz da olsa genişletti. Bu süreçte aynı zamanda Ukrayna Savaşı'yla birlikte Batı karşısında pozisyonunu güçlendirdi. SİHA satışlarının da katalizörlüğünde başta Afrika olmak üzere birçok ülkede siyasi ve askeri vesayet ilişkisi geliştirme arayışına girişti. Sonuçta TC'nin post-modern karakterli yeniden paylaşım savaşında akıtılan kana ve zulme önemli katkıları oldu.
Bütün bu emperyalist güç olma doğrultusunda atılan adımlar dünya ve bölgedeki birçok ülkeyle TC'nin arasında sorunlar oluşmasına da yol açtı. Rejimin 3. Dünya Savaşı'nın önde gelen aktörleri Rusya ve ABD ile dengesiz, her olasılığa açık, kırılgan ve önemli ölçüde tek taraflı bir ilişki düzlemi var. Bu durum hem diplomasi hem de ekonomik alanda birçok açmazı da beraberinde getirince başta Körfez ülkeleri olmak üzere birçoğunun kapısı çalınmak zorunda kalındı. Onlar da el açan pozisyondaki rejimi karşılıksız bırakmadılar. Çünkü her şeyden önce Türkiye'deki rejim onlar açısından bir kullanışlılık halini sembolize ediyor. Ayrıca ABD'de Biden'ın iktidara gelmesi sonrası Afganistan'dan çekilinmesi ve paralelinde Husiler üzerinden İran'ın Suudi Arabistan'ın petrol tesislerine yönelik gerçekleştirdiği füze atakları öteden beri ABD ile müttefik olan Körfez monarşilerini telaşlandırdı. Eskisi gibi korunmadıklarını fark ettiler. Onlar da bölgesel güç olma arayışlarını hızlandırdılar. Bu süreçte Çin ve Rusya ile ilişkiler geliştirilirken TC'nin muhtaç pozisyonunu geri çevirmediler. Son olarak işler geçen hafta S. Soylu'nun Birleşik Arap Emirlikleri'ni (BAE) ziyaret edip, iki ülke arasında "Ortak Stratejik Güvenlik Diyaloğu" mekanizmasının kurulmasına kadar vardı.
Bütün bu söylediklerime bakarak TC'nin istikbalinin parlak olduğu sanılmasın aksine bütün saldırgan politikaları zayıflığın işareti. Saldırıları boşa çıkarıldığı takdirde rejimin zemini çeşitli düzeylerde bir çelişki yumağı ve adeta sırça köşk gibi. Rejimin Aşil topuğu bulunduğu takdirde bir günlük dahi ömrü olmaz.
Emperyal arayışlar paralelinde sistematik politikalarla ülkeyi uyuşturucu dağıtım ağının merkezi haline getiren rejime uluslararası ilişkilerde de güvenildiğine dair bir işaret yok. Daha çok siyasi ve ekonomik yatırım olacağı olarak bakıyorlar. Fakat karşılıklı olarak ilke ve prensipten yoksun, çıkara dayalı ilişkilerin taşıyamacağı berbatlığın da olmadığını bilelim. Zira son aylarda Suudi Arabistan güdümlü bazı yayınların Suriye savaşının seyrinde neredeyse İran'ın, Esad'ın ağzından konuşarak Kürt halkının özgürlük arayışına karşı bir tutum aldığı gözlemleniyor. Şimdilerde ise Erdoğan, milyonlarca insanın ölmesi, hayatının mahvolmasında hiçbir rolü yokmuşçasına pişkinlik içinde "siyasette dargınlık olmaz" mavallarıyla Esad yönetimine müzakere öneriyor.
TC'nin bu süreçte hedefinde "Genişletilmiş Ortadoğu" zemininde kendini "meşru" bir güç olarak tanımlayıp bu sayede neo-Osmanlıcı emperyal hedeflerine ulaşmaya çalışmak var. Dünyayı ve insanları yağmalayacağı mülk olarak gören bu anlayışın barış ve bir arada yaşama dair herhangi bir vaadi elbette olamaz ve de olması beklenemez.
"Muhalefet" Devlet Baba'nın hizmetinde
Doğal olarak bu hikayenin bir de "iç" boyutu var. Ülke sözcüğün bütün anlamlarıyla cezaevine dönüştürülürken zaman içinde çeşitli gelgitler, oligarşik kesimler arası çelişki, tasfiyeler/ortaklıklar yaşayan diktatörlük şimdilerde "seçim"i de kullanarak toplumun onayını alıp yeni bir "meşruiyet" zemini kurmaya çalışıyor. Göreli olarak HDP ve bağlaşıkları hariç kendini muhalefet partileri diye adlandırılan aslında devletin birer organı olmaktan öteye gitmeyen yapılar ise düzenin yeniden kitleler nezdinde kabullenilebilir hale gelmesi ve "devletin bekası" için ellerinden geleni esirgemeyen mahiyette politikaları savunuyorlar ve uyguluyorlar.
Altılı Masa diye adlandırılan oluşum çelişkili yapısı itibarıyla önceliği ittifakın bir arada durmasına verirken aynı zamanda geniş hoşnutsuz kesimleri sokaktan uzak tutarak depolitize etme görevi üstlendi. Devletle halklar arasında var olan "suni denge"yi koruma kollama işlevini yerine getiriyorlar. Şu ana kadar önemli ölçüde bu konuda başarılı oldular. Kılıçdaroğlu bu hafta Kadir Has Üniversitesi'nde öğrencilere "sizden tek istediğimiz sandığa gidip oy atmanız" derken özellikle bu çağlarında ülkeyi değiştirme bilinciyle aktif olabilecek bir topluluğu pasifize etme görevini açığa vuruyordu. Şimdi Kılıçdaroğlu'na haksızlık yaptığım iddia edenler çıkabilir. Fakat şu güne kadar gösterdiği performans bize onun halkları siyasetin öznesi yapmanın yollarını aramak yerine hep statükonun bekçisi olduğunu gösteriyor. Zira Kılıçdaroğlu SGK'daki görevinde nasıldı bilmem ama siyasette her sınamada, en son TC'nin Kuzey ve Doğu Suriye'ye saldırı ve tehditleri dahil tereddütsüz devletin yanında durdu. Devletin sadık bir memuru olduğunu belgeledi. Sahi Kılıçdaroğlu'nun "Almışım amirlerimden terbiye,..." nakaratını tekrarlayıp duran Bekçi Murtaza'dan ne farkı var? Son olarak "muhalefet" yayınladıkları anayasa taslağıyla da mevcut rejimle herhangi bir çelişkisi olmadığını gösterdi.
"Muhalefet" bu haliyle toplumsal çürümenin göstergelerinden biri olmaktan öteye gitmiyor. Kendileri dahil kimseye güven ve umut vermeyen bir görünümleri var.
Bu koşullarda yaratılan yaygın depolitizasyonu besleyen ve gücünü gösteren bir diğer yaklaşımsa politik faaliyet/tartışma denilen şeyin "aday"ın adı etrafında yürütülmesi ve ona hapsedilmesi. Bu meseleye "muhalefetin adayı kim olursa olsun destekleriz" aklıyla kimi "sol" çevrelerin de eklemlendiği görülüyor. Bu mantık tam da devletin isteği kıvamda. Çünkü gerçekte hiçbir şey sorgulanmamış oluyor. Gelecek için tamamen başka olanakların ve olasılıkların olabileceği dışlanıyor ve düşünme ihtimali dahi ortadan kaldırılmaya çalışılıyor. Halklar adeta küçük de olsa bir nefes alma olasılığı/umudu aralığına sıkıştırılmış oluyor. Bu "soluk alma" ihtiyacını küçümsemiyorum fakat mevcut "muhalefet" temiz havaya en ufak bir pencere açmazken, bile bile lades demenin de bir anlamı var mı?
Gerçek bir muhalefet ve yenilenme halkları bizzat siyasetin yapanı haline getirecek bir dirilişi örgütlemekle mümkündür. Bu da kaçınılmaz olarak egemen sermaye kesimlerini ve "devlet baba"yı anti-kapitalist bir perspektifle karşıya alan, halkları iktidar olmaya sevkeden bir siyasallıkla mayalanmak zorunda. Fakat bugün çeşitli aydın kesimler ve devletin içinde yuvalanmış egemen sınıfların fraksiyonlarının basına dahil olan uzantıları "restorasyon" siyasetine angaje bir durumun propagandasını yapar haldeler. Bu bakış açısının kapsamında başka Kürt halkının kendi kendi kaderini tayin hakkı olmak üzere herhangi bir demokratik olasılığa açık kapı bırakan yaklaşım ise maalesef yok. Dolayısıyla mevcut durumu gerçekten değiştirmek isteyen devrimciler açısından düzen içi seçenekler dün olmadığı gibi bugün de mevcut değil. Bu yüzden düzeni kökten sorgulayan toplumsal eylemlerin yolunu aramalıyız.
İki söyleşi
İlki İran'da Kürt kadını Jina Amini'nin katledilmesi sonrası "Jin, Jiyan, Azadi" sloganları eşliğinde bölgede gelişen, devam eden ve dünyada yankı bulan isyanın bize bir anatomisini sunan Cemil Aksu'nun İran Komünist-İşçi Partisi Merkez Komitesi üyesi Siyaveş Azeri ile yaptığı röportaj. Birçok açıdan gözden kaçırılmamalı derim.
Diğeri ise Umut-Sen örgütlenme koordinatörü Başaran Aksu ile Yücel Göktürk'ün yaptığı söyleşi. Aksu bu röportajda son dönem Türkiye'de kapitalizmin gelişimi ve buna karşı işçi hareketinin seyrine ilişkin izlenimlerini genişçe anlatıyor. Zaman ayırıp okumakta yarar var.