Yeni Yaşam gazetesinin 9 Aralık 2021 baskısından alınmıştır.
Almanya'da Olaf Scholz hükümeti işbaşında. İlan edilen hükümet protokolü ve bileşimi seçimlerden hemen sonraki öngörülerimizi doğruluyor. Çarşamba'dan başlayarak Avrupa'nın bu en büyük ülkesini "Erdoğan'a uzak Türkiye'ye yakın" bir "kırmızı-sarı-yeşil koalisyon" yönetecek.
Hükümet protokolünde Türkiye başlığı altında "demokrasi, hukuk devleti ilkesi ve insan, kadın ve azınlık hakları[nın] büyük ölçüde ortadan kaldırıldı[ğı]" ama "Türkiye'nin endişe verici iç siyasi gelişmelere rağmen önemli bir komşu ve AB ortağı olmaya devam ettiği" saptamalarına yer veriliyor. Mevcut koşullar altında, Türkiye'yle AB üyelik müzakereleri çerçevesinde "hiçbir faslın kapatılmayacağı ve yeni fasıl açılmayacağı" duyuruluyor. Buna karşılık "toplumlararası ilişkilerin güçlendirilmesi" ve "AB-Türkiye diyalog gündeminin canlandır[ılması] ve sivil toplum ile karşılıklı iletişim ve gençlik değişim programlarının genişlet[ilmesi]" hedefleniyor.
Öte yandan protokolde "Almanya'da yaşayan ve Türkiye'de kökleri olan çok sayıda insan"ın , iki ülke arasında "özel bir yakınlık yarattığı" ve "elbette aynı zamanda Alman toplumunun bir parçası" oldukları vurgulandığı gibi, AB üyesi olmayan ülke yurttaşları için "çifte yurttaşlık" kapısının açılması ve "yurttaşlık" edinmek için bekleme süre ve koşullarının yumuşatılması perspektifi benimseniyor.
"Kırmızı-sarı-yeşil koalisyon" protokolünde Ankara'yı dolaylı ama kuvvetle etkileyebilecek birkaç başka nokta daha var. Birincisi, Almanya'da asgari ücretin "12 Avro/saat" olarak belirlenmiş olması. İkincisi, Almanya'nın Çin'e (ve Rusya'ya da) yönelik "insan hakları" yaptırımları. Ankara, Merkel döneminde de Merkez Bankası'nı manipüle ederek oluşturmakta olduğu "ucuz emek" rejimiyle saat ücretini 1 Avro'ya düşürerek Türkiye'yi Almanya sermayesi için cazibe merkezi haline getirmeyi umuyor, Berlin'in dış politikasının Avrupa tedarik zinciri dışına iteceği Çin'in yerini kapmaya hevesleniyordu. Ancak, Scholz hükümetinin Merkel'inkinden sert "insan hakları" eksenli politikası yalnızca Beycin'in değil Ankara'nın önüne de dağ gibi dikiliyor. Bu politika, Türkiye'nin dünyadaki yeri belli olana kadar Almanya sermayesinin Türkiye'ye gürül gürül akışının önünü keserken, tersine, nitelikli emek gücünün Türkiye'den Almanya'ya akışını hızlandıracak. Almanya sermayesiyse esasen mevcut teknolojilerin ötesine geçmeye, yapay zeka ve türevlerine öncelik tanıyan "endüstri 4.0"a, 2040'a kadar karbon temelli enerji üretiminden tamamen çıkmaya, küresel piyasaya elektrikli ulaşım altyapısı, araçları ve donanımı arzına yönelecek.
Birçok gözlemciye göre, ne bu iktisadi değişim ne de sağın Almanya iç politikasının kıyısına itilmesi Türkiye-Almanya ilişkilerinde kayda değer bir fark yaratacaktır. Ancak, böyle düşünenlerin bu değişikliklerin muhtemel sonuçlarını yeterince hesaba katmadıkları söylenebilir. Sağcı Alman hükümetleri ve Alman statükosu için 1970'lerin kabaran işçi dalgası ve "Soğuk Savaş" döneminde Türkiyeli göçmen işçilerin sola yönelmelerindense, Siyasal İslam ve faşizm ekseninde gettolaşmaları bir temel idari-siyasi tercihti. 1980'lerle birlikte Kürt mücadelesinin ve Almanya'daki Kürtler'in radikalleşmesi Alman ve Türk "Gladio"ları arasındaki caniyane iş birliğini perçinledi. Ancak bunun paradoksal sonuçları oldu. CDU/CSU (Hristiyan Birlik Partileri) genel Avrupa siyasetinin güya "en Türk düşmanı" ögesiydiler. Türkiye'nin AB üyeliğine Türk ve İslam olduğu için karşıydılar. Ama iç politikada operasyonel olarak "en Türkçü" onlardı. Alman sağı, Türkiye'li göçmenler arasında "Türkçüler"i ve "İslamcılar"ı el üstünde tutuyordu.
Araştırmacı Gionathan Lo Mascolo "Radikal Sağ Çözümleme Merkezi" (CARR) için hazırladığı raporda şöyle yazıyor: "[Bu ilişkiler] CDU'nun Türk topluluğu içinde dayanaklar edinmesine, gerçek radikal yüzlerini sıradan muhafazakarlık ile örten Bozkurtlar'ın da kendi camialarında siyasal profillerini parlatmalarına yardımcı oluyordu." 2020'de federal parlamentoda grubu bulunan bütün partiler faşist çatı kuruluşu Almanya Demokratik Ülkücü Türk Dernekleri Federasyonu'nun (ADÜTDF) yasaklanması konusunda ortaklaştıkları halde CSU'lu Federal İçişleri Bakanı Horst Seehofer bu girişimi veto etmişti, yeter ki, Ankara rahatsız olmasın, AB-Türkiye göç anlaşması süre gitsindi.
Yeni hükümet protokolü ve İçişleri Bakanlığına atanan Nancy Feaser bu statükonun eskisi gibi sürmeyebileceğini ima ediyor. Hiç beklenmedik bir şekilde Almanya'nın ilk kadın İçişleri bakanı olan Feaser, SPD Hessen eyalet lideriydi. Eyalet parlamentosunda özellikle polis ve istihbarat güçlerinin sağcı [ırkçı] terörizm karşısındaki aczini soruşturmadaki takipçiliğiyle tanınıyordu. Görevi devralırken aşırı sağcılıkla mücadele sözü verdi. Hükümet de "ırkçılık", "siyasal İslam" ve "sağ radikalizm"le mücadeleyi protokol hedefleri arasında ifade etti. Altısı dışında son 40 yıl boyunca ilk kez içinde CDU/CSU'nun olmayacağı bir koalisyon var. Yeni hükümet bu ortamı Almanya'da faşist ve cihatçı ağlara federal hükümet desteği akmasına, bu yapıların Türkiye'deki terör rejiminin gayri nizami üsleri olarak iş görmesine son vermek için değerlendirebilir, buna mukabil, protokolü gereği Türkiye'de insan hakları, demokrasi ve hukuk devleti mücadelesi yürüten kuruluşların önünü açmakla yükümlüdür.
Yeni koşullar Türkiye'nin demokratik ve özgürlükçü güçleri için Almanya'daki muadilleriyle daha güçlü ve nitelikli ilişkiler kurmak, göçmen ve sürgün aktivizmi için de meşruiyet ve etkinlik alanlarını genişletecek talep ve projelerle kırmızı-sarı-yeşil koalisyonun kapısına dayanmak için yeni fırsatlar ve gerekçeler sunuyor.
Doğru, Almanya'da hiçbir şey değişmedi aslında: Kapitalizm, kapitalizm olarak kalmaya devam ediyor. Ama eskisi gibi var olamıyor da... Kapitalizmin genel krizinin ortasında Almanya'nın emek ve demokrasi güçleri için "yukarıdan" bir müdahale kapısı açıldı. Aynı kriz, Türkiye ve Kürdistan'ın demokratik ve toplumsal muhalefet güçlerine de her iki ülkede faşizme ve ırkçılığa karşı "aşağıdan" bir yeni uluslararası hamle fırsatı sunuyor. Demiri tavında dövmek gerekir. (EK/APK)