Tekel işçileri denince, bir taraftan Ece Temelkuran gibi sulugözlü bir yazı yazasım gelir: Bu soğuk havada minicik yavrularıyla çadırda yatan kadınları, hayatında eylem nedir, protesto nedir bilmeyen bir kadını, çekingen çekingen elini ilk yumruk yapıp havada sallamasını, ağzından çıkan ilk sloganını, slogan sonrası yumruğunu indirip ürkek; bir o kadar da utangaç bir şekilde etrafına bakışlarını, beyaz kağıda işleyesim gelir. Yüreğim titrer.
Öte yandan Can Dündar olasım gelir, tarihi belgelere dalasım, eski siyasilerle görüşmlerden anektodlar aktarasım gelir: Özal zamanındaki özelleştirmelerin başlamasından girip, Ecevit'le görüşmelerden kıssalar aktarasım.
Bir yandan Melih Aşık olasım gelir, bi kutucuğa can alıcı bir iki cümle kurup, soru sorup "waw" dedirtesim,
Arada da bol ünlemli bir yazı yazasım gelir Nihat Genç misali, bağırıp çağırasım, saçlarımın dalgalandığı hissini vererek yazıya. Maksat AKP karşıtlığı olsun niyetine.
Bazen de Perihan Mağden olasım , yabancı sözcüklerle süsleyesim gelir yazımı, aykırı bir o kadar da uçuk/zekice yazılar yazasım gelir, okuyucuya aptal hissetirsem.
Ve bir yandan da işçi basını olasım gelir, işçilerin zincirlerinden başka kaybedecek birşeyleri yok diyesim, bütün çarpıklıklarıyla kapitalizmi deşifre edesim, köşemin ortasına da tulumunu heybetle taşıyan; yumruğu havada, kaşları çatık kararlı, siyah beyaz bir işçi potresi koyasım gelir 80'lerden. Yazımın son cümlesinde "direne direne kazanacağız" diyesim gelir, umut yeşertemek niyetine.
Liberal bir yazar olup "buraları daha fazlaya satardık, ucuza sattılar", ya da "bize satmadılar" basınından olup muhalefet olasım, ne bileyim ya da hükümet yanlısı gazetenin bir elemanı olup "siz 700 TL alırken onlar 2000 lira alıyorlardı" deyip trajikomik yazasım gelir gülmece niyetine.
* * *
Tüm bunları yazarken, birilerine iğne batırasım da yok değil hani. "Sol"culuğu din temeli üzerinden görüp emek eksenini bir tarafa atanlara, "bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler" mantalitesindeki sayın liberal solcularımıza, liberalizmi bir ekonomik sistemden çok Fransadaki gazete ismi zannedip, gururla liberalim diyebilenlere lafım var evet. Neyse "şu sol nedir, şu sol" diyesim ve konuşasım var...
Fransız Devrimin'den sonra 1791'de kurulan Yasama Meclisi'nde ılımlı Kralcılar sağ tarafta radikal Montanyarlar sol tarafta otururlarmış. O zamandan beri değişimi, insanlar arası sosyal hiyerarşinin kaldırılmasını savunananlara, devletçilik ve bağımsızlığa önem verenlere "solcu" denmiş. Ve bugün hala Fransa Parlamentosunda bu gelenek devam eder.. Türkiye'de ise İsmet İnönü'nün Gazeteci Abdi ipekçi'ye verdiği bir röportajda "ortanın solunda" olduklarını dile getirmesiyle, Türkiye'nin de "solu" belli olur. Tabii yıllar geçtikten sonra Türkiye'nin solculuğu da solcuları da değişir. Kimisi devletin solu olur, kimisi müslüman sol, kimisi satan sol kimisi yatan sol, kimisi ise pseudo-sol olur...
CHP
Komiktir. Bugünlerde yine "sol bitti mi" diye yazı dizileri başladı. Yine mevzu dönüp dolaşıp Cumhuriyet Halk Partisi'ne geliyor. CHP'nin bir taraftan kara çarşaflılara altı ok rozetini takıp partilerine üye yaparken, bir taraftan üniversite önünde türbanlıların içeriye koyulmaması için bas bas bağırıp türbanlılara sözlü tacizlerde bulunduğunu pek tabii biliriz (bunu da solculuğuna bağlıyor, ne yazık ki Türkiye'de solun şekillenmesi emek değerinden ziyade sekularizmden alıyor damarını bazı Avrupa ülkelerinde olduğu gibi, ama Avrupa'da Hristiyan Sosyalizmini tarihte görmek mümküdür.). Tunceli katliamını nasıl savunduğunu, zorunlu din dersi kaldırılması konusunda hiçbir şey yapmazken, Cübbeli Ahmet hocalarla görüştüğünü yine pek tabii biliyoruz.... Ama Türkiye'de mevzu bahis sol olunca nedense ilk sırada CHP'den bahsetmekten ve solu CHP üzerinden yermekten başka birşey yapılmaz. Ne CHP solun zayıf halkası, ne de solun ta kendisi, CHP sol bir partiden ziyade sitem içerisinde hakimiyet kurmaya çalışan, statükodan beslenen, sözde laik bir partidir.
Daha düne kadar "işçi" lafını lugatında barındırmayan, İzmir'de kendi belediyesine bağlı Kent A.Ş işçilerinin işten atılması konusunda, elini kıpırdatmayan CHP, şu günlerde Tekel işçisinin en babayiğit savunucusu, çadır önlerinde sıcak çorba servisiçisi oldu. Açıkçası şu yazıda, Türkiye solunun eleştirel tarihini yazacak ne vaktim ne sabrım ne de ciddiyetim var. Varsın bunu empati yapmak istediğim yazarlardan bir kaçı yazsın. Mesela Can Dündar yazsın, tarhi belgeleri araştırsın sonuçları önümüze sersin, sonra biraz "gerçekçi" olası tutup artık eski sol değil deyip yeni bir solun gerekliliğinden dem vursun, yazısını noktalasın. Tıpki Yeni solcular'ın toplantılarında artık sınıf "ağzı"nın bırakılması gerektiğini söylemesi gibi, ironiktir ki bu yeni solcuların içerisinde sendika konfederasyonlarınında başkanları da vardır, ve yine iki misli bir ironik durumdur ki, CHP'nin en kelli felli kadrolarından Kemal Kılıçdaroğlu Türkiye solunun sınıf bilincini unuttuğunu, tekrar hatırlaması geretiğini söylemektedir. Neyse. Nokta.
Sol ve emek
Öte yandan, Türkiye solu kendi gettolarını yaratırken, şu veya bu sebepten ötürü kümes açarmış gibi parti açıp içinde öbekleşip yumurtlamayı tercih etmiş olacak ki, bir veya bir kaçı dışındaki sol partiler, (bunun içinde CHP'nin olmadığı aşikardır, ikna cümleleri kurmamıza gerek yok) kendi içlerinde sığ tartışmalar dışında hiçbir ilerleme kaydetmemelerine rağmen halen kendi gettolarının, bodyguardlığını, fraksiyonist bir tavırla devam ettiriyorlar.80'lerden sonra daha çok iki-üç ana akımda gelen bu oluşumlar zaman içerisinde, kendi kişisel çıkarlarında mı, kişisel kavgalarından mı, yoksa gerçekten farklı bakış açılarından mı bilinmez, (ki ben şahsen çoğu sol partinin tüzük ve "devrim" pratik ve teorik çalışmalarını takip ederim. Bana kalırsa "sol" un ayrım noktası emek ekseninden ne kadar uzaklaştığıyla orantılıdır) temel değerlerinden uzaklaşıp kendi particiklerini kurdular. Bu fraksiyonist tavır tabii ki, Türkiye statükosu için pek ümit verici bir tablo oldu. Türkiye'de herhangi bir solcunun adını bile duymadığı bri sürü parti ve oluşum sayıp eğlenebiliriz! Evet eğlenebiliriz, çünkü solun bu umursamazca bölünmüşlüğü birilerinin eline çerez olabiliyor. Pek tabii benimki de bir nevi çerezleme olabilir. Kimlere nesi! Herneyse buraya da bir nokta!
Emek ve üretim değerleri üzerinden politika üretmesi gereken solda bunlar olurken, Adalet ve Kalkınma Partisi ülkenin en büyük yerli kuruluşlarını, sağlığını, eğitimini bir bir satıp, milleti enayi yerine koyup, kendine göre bir halkçı ağızla halkı kandırmaya devam ediyor. Yoksulluk sınırının (2600 TL) altında ücretlere çalışan Tekel işçileri pek tabii yetim hakkı yiyordu, çünkü biz-çoğunluk- 550 TL asgari ücrete alıştırıldık. Tekel işçisi yetim hakkı yiyordu evet, inandırıcıydı. Ama Tayyip Erdoğan'ın gemiciği, eşinin Hastane zincirleri, oğlunun şirketleri yetim hakkı yemiyordu! Memurlara/İşçilere/Öğrenci burslarına yüzde 5 elektiriğe/suya/doğalgaza yüzde 30 zam yapabiliyorlardı. Buna da alıştık! Üretenlerin parasından o-bu-şu yardımı altında küçük meblağlara alıştık. Verdikleri yardım, onların bizlere lütfuydu, bizim değildi onlar. Onlar bizim merhamet yağdıranlarımız oldular. İnsanları karın tokluğu dışında bir şey düşünemez hale getirdiler. Onlar olmasa kim bize bakardı! Evet biz buna da alıştık! Bütün yoksulluklara alıştık, açlıktan ölümlere de alıştık, parasızlığa da, hiç yere alın teri dökmeye de! Yazıktır ki, biz kandırılmaya alıştık!
İşte en vahim şey geldi başımıza... Alışmak! Şimdi başa dönüp Ece gibi bir yazı yazıp, tüylerinizi diken diken edesim var aslında, şöyle tekel işçisinin mağduriyetini yazasım var. Ama anlamıyorlar ki. Sorun ne tekel işçisi, ne şu işçisi ne bu işçisi. Yarın tekel işçisini mecburiyetten farklı bir sektörde eski statüleriyle çalıştırırlar, ama yeni tekel işçileri çoktan 550 TL'ye razı! Niye mi? E biz 550 TL'ye çoktan alıştık!
Yine Nokta! (BŞ/EK)