Özellikle son yıllarda kolluk kuvvetlerinin operasyonlarıyla yurtdışı kökenliler de dahil olmak üzere, birçok uyuşturucu ve organize suç çetesi üyelerinin yakalandığı ve çetelerin çökertildiği haberi bizzat İçişleri Bakanı tarafından kişisel sosyal medya hesabından neredeyse haftada en az bir kez duyurulmaya başlandı. Geçtiğimiz hafta, İstanbul kaynaklı olarak gündeme gelen ve sağlık alanı ile ilgili çete olayını ise Sağlık Bakanı, bırakın duyurmayı duymazlıktan gelmeye çalıştı. Ancak, olmadı. Kamuoyunun baskısına dayanamadı ve bazı adımlar atmak zorunda kaldı. Eş zamanlı olarak öğrendik ki sağlık alanındaki çete ile ilgili olaylar, Bakan İstanbul’da il sağlık müdürü olarak görev yaparken de biliniyormuş.
Bebeklerimizin kıymeti
Yirmi, otuz yıldır, sonuncusu olmadığını adımız gibi bildiğimiz “yenidoğan çetesi” gibi, insanlığımızdan utandıran ve gittikçe de sıklaşan nice olaylara tanıklık etmek zorunda bırakıldık. Buna karşın, Türkiye’de çocuklara ve bebeklere yönelik hassasiyetin toplumun büyük çoğunluğu tarafından korunuyor olması umut verici. Her türlü kötülüğe rağmen, bu topraklarda “insanlık henüz bitmemiş-bitirilememiş” diyebilmek anlamlı ve güzel. İnsana iyi geliyor.
Yaklaşık 14 yıl önce “Dilovası’nda yaşayan annelerin ilk sütünde, bebeklerin ilk kakasında havadaki ağır metallerin bulunduğunu” ortaya koyan bilimsel araştırma sonuçları kamuoyuyla paylaşıldığında, yıllardır kendi işçilerini zehirlediği, Dilovası’nda hatta Kocaeli ve çevre illerde yaşayanların soluduğu havayı kirlettiği bilinenlere karşı ortaya çıkan tepki, konunun çok daha başka bir biçimde ele alınmasına neden olmuştu. Yıllardır yaşananlara göz yuman, adeta teşvik eden il yöneticileri harekete geçmek, mevzuatta var olan önlemlerin alınmasını, müeyyidelerin uygulanmasını sınırlı bir süre için de olsa sağlamak zorunda kalmışlardı.
Özel hastanelerin erişkin yoğun bakım ünitelerinde yıllardır yaşandığı bilinip “sessiz kalınan”, fakat geçtiğimiz hafta İstanbul’daki bazı özel hastane yenidoğan yoğun bakımlarında işlenmiş suçların ortaya çıkması büyük bir toplumsal tepki yarattı. Ve bu tepki, tüm yetkili ve sorumlu olanları harekete geçmek zorunda bıraktı. Adli ve idari süreçler başlatıldı. Ancak, “öldürülen bebekler” geri getirilemeyecek, acılı ailelerin acısı dinmeyecek. Böylesi sorunları ortaya çıkaran koşullar radikal bir biçimde düzeltilmezse benzer olayların yaşanması da engellenemeyecek.
Dünya Bankası memurluğu ve AKP’ye verilen ödül
AKP hükümet, R.T. Erdoğan da başbakan olduktan hemen sonra “eşitsizlikleri ortadan kaldıracağız” propagandasıyla sosyal güvenlik kurumlarını tek çatı altında birleştireceğini iddia etmiş ve birkaç yıl içinde de söylediğini yapmıştı. 2006 yılında 5502 sayılı Yasa ile Sosyal Sigortalar Kurumu (SSK), Esnaf ve Sanatkârlar ve Diğer Bağımsız Çalışanlar Sosyal Sigortalar Kurumu (Bağ-Kur) ve Emekli Sandığı’nın (ES) birleştirilmesiyle SGK kuruldu. Kuruluşla birlikte, sigortalıların haklarının tanımlanmasında kurum adı yerine harfler kullanılmaya başlandı. SSK’liler 4A’lı, Bağ-Kur’lular 4B’li ve ES’liler de 4C’li yapıldılar. Ancak, bugüne kadar eskiden olan eşitsizliklerin ortadan kalkması bir yana, daha da artarak devam ediyor. Bağ-Kur emeklisine hem SSK hem de ES emeklisinden, SSK emeklisine de ES emeklisinden çok daha düşük emekli maaşı ödeniyor. Aradaki fark her yıl daha da büyüyor.
“SGK gelecek eşitsizlikler bitecek” masalının temel gerekçesi, Dünya Bankası’nın (DB) programlarında da görüldüğü gibi, genel sağlık sigortasının kurulması, yalnızca düzenli olarak sağlık sigortası primi (SSP) ödeyenlerin sağlık hizmetlerinden yararlanması ve sağlık sisteminde hizmeti sunan (hastane, laboratuvar, görüntüleme merkezi vb.) kurumlarla hizmeti finanse eden kurumun birbirinden ayrılmasını sağlamaktı. Eylül 2008’de uygulamaya giren 5510 sayılı Yasa’yla da genel sağlık sigortası finans modeli kurulunca, devlet topladığı SSP ile istediği kurumdan (devlet ve/veya özel) sigortalılar için sağlık hizmeti satın alabilecek hale geldi.
Böylece devlet, özel hastanelerden sağlık hizmeti satın alabilir ve özel hastaneler de devlet (sağlık bakanlığı ve üniversite) hastanelerine göre hem ayrıcalıklı hem de mali olarak güvenceli hale getirildi. Örneğin, bir özel hastane sunduğu hizmetin belgesi olan faturaları illerde SGK müdürlüklerine teslim ettiği gün parası hesabına yatırılırken, üniversite hastanelerinin teslim ettiği faturalar aylarca süren denetimden sonra ve önemli bir bölümü “hatalı” gerekçesiyle kesintiye uğrayarak ödenmeye başlandı. SGK sağlık istatistikleri incelendiğinde de görüleceği gibi, özel hastanelerdeki işlemler için her bir hasta başına ödenen para devlet hastanelerine ödenen paradan çok daha fazla olmasına karşın, SGK sağlık hizmetinin çok önemli bölümünü özel hastanelerden almayı tercih etti. Örneğin, 2023 yılında özel hastaneye başvuran her bir sigortalı için SGK ortalama 512 TL, aynı gruptaki Sağlık Bakanlığı hastanesine başvuran her bir sigortalı için ortalama 189 TL ödeme yapmış. Yapılan işlemler birbirinin benzeri olmasına karşın, aradaki fark, özel hastaneler lehine 2,8 kat daha fazladır.
DB’nin “sağlık reformu” adı ile tüm kapitalist ülkelerde, 1980’li yıllarla birlikte, hayata geçirdiği sağlık sisteminin AKP hükümetleriyle birlikte, Türkiye’deki adı Haziran 2003’te “Sağlıkta Dönüşüm Programı” oldu. TÜSİAD tarafından Eylül 2004 tarihinde yayımlanan raporla da desteklenen bu sistemin kuruluşu, AKP tarafından, 2004 yılının Mart ayında Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı ile Sağlık Bakanı’nın bizzat imzaladıkları iki ayrı mektupla DB başkanına kredi için doğrudan başvurularıyla başladı. Ardından, DB’nin üniversiteli memurlarını göndermesiyle AKP’nin kendi kadroları da “işi” öğrendi ve sağlık sistemini toplum yararına değil de patronların çıkarına düzenlediler. DB, bu sistemi kurduğu için 2010 yılında AKP’ye ödül bile verdi.
Özel hastane patronlarının maliyetini azaltmak için
Sağlık hizmetleri hem emek hem de teknoloji yoğun bir alandır. Teknoloji kullanımı emek gücüne olan gereksinimi-çalışan sayısını azaltmadığı gibi, artırır. Bu nedenle, hizmet maliyetinin önemli bölümünü personel gideri, esas olarak da hekim ücretleri oluşturur. Bununla birlikte, AKP hükümetleri özel hastanelerin bu sorununu da zaman içinde çözdü. Özel hastanelerin web sayfalarında “kurumumuzda çalışan hekimler” olarak fotoğrafları yayımlanan hekimlerin neredeyse tümü, o hastanelerin çalışanı değil. Hemen hepsi kendi adına bir şirket kurmak zorunda bırakılıp, o hastanelere hizmet satıyor. Böylece yaptığı iş kadar para kazanıyor, vergisini, sosyal güvenlik primini vb. kendisi ödüyor. Hastane her bir hekimin şirketinden satın aldığı hizmet için SGK’den “aracı bir kurum” olarak bu ödemelerin karşılığını almış oluyor. Hastalanan, tatile çıkan hekime hiçbir ödeme yapılmıyor.
Yetmedi, “yenidoğan çetesi” olayında da görüldüğü gibi, hastanelerin hizmet sunduğu alanlarda konunun uzmanı hekim istihdam etme zorunluluğunu kaldırıp, “hizmet satın alma” uygulaması başlatıldı. Böylece hasta yoğun bakım kliniğinde yatıyor olsa da günün belirli zamanlarında hastaneye, kliniğe “uğrayan” hekimler eliyle hizmet sunulması olağanlaştı.
Taşeron şirketler devlet hastanelerinde de bir kliniğin, laboratuvarın hizmetlerini üstlenip hastaneye hizmet satmaya başladı. Hastaneler de bu şirketlerden satın aldıkları hizmetin parasını, üzerine kendi kârlarını da koyarak SGK’den tahsil edebilir hale getirildi.
Türkiye’de özel hastaneler
1995 yılına kadar kamu sosyal güvenlik kurumlarının özel hastanelerden hizmet satın alması söz konusu olmamıştır. Ancak, 1996-2005 yıllarında bazı kamu sosyal güvenlik kurumlarının özel hastanelerden çeşit/kalem olarak az sayıda da olsa sağlık hizmetini satın almaya başlaması ve toplam cirosunun yıllar içinde artmasıyla hem sayıları çoğalmış hem de ülke genelindeki dağılımı yaygınlaşmıştır.
Örneğin, 1996 yılında yalnızca 35 ilde toplam 159 özel hastane vardı. Bunların 125 tanesi yalnızca 12 ilde, 72 tanesi ise İstanbul’daydı. Türkiye’nin gayri safi yurtiçi gelirinin yalnızca toplam yüzde 17,2’sine sahip olan 45 ilinde o tarihte hiçbir özel hastane yoktu. Çünkü özel hastaneye aldığı hizmetin bedelini kendisi-cebinden ödeyebilecekler ve kamu sigorta kurumlarının çoğunlukla başta anjio ve diyaliz olmak üzere, sözleşme yaparak satın aldığı paket hizmetler kapsamında ödemesini yaptığı SSK’li ve EM’li hastalar başka bir ifadeyle, bordrolu çalışanlarla onların emeklileri ve aileleri gidebiliyordu. Oysa, SGK’nin özel hastanelerden hizmet satın almasıyla birlikte sayıları birkaç yıl içinde 300’lere, 2009 yılında 450’ye ve 2022 yılında da 572’ye ulaştı.
Sağlık işletmeleri: Özel hastaneler
Türkiye’de 2022 yılı itibarıyla toplam 1555 hastanenin yüzde 37’sini özel hastaneler oluştururken, toplam 262 bin 190 hastane yatağının yalnızca yüzde 21’i özel hastanelere aittir. Buna karşın, yoğun bakım yataklarının yüzde 36’sı, yenidoğan yoğun bakım yataklarının ise yüzde 54’ü özel hastanelerindir. Özel hastanelerin Türkiye’deki toplam hastane yatakları içindeki payı hastane sayısındaki payından oldukça düşük olmasına rağmen, yoğun bakım yatağındaki payı hastane sayısındaki payı ile neredeyse aynıdır. Bununla birlikte, toplam hastane yataklarının yalnızca yüzde 21’ine sahip olan özel hastaneler, Türkiye’deki toplam yenidoğan yoğun bakım yatağının yüzde 54’üne sahiptir. Çünkü, SGK hizmet bedeli olarak çok daha fazla para ödemektedir.
İşletme işletmedir. Demir çelik fabrikası, çimento fabrikası, ayakkabı fabrikası, makarna fabrikası ya da hastane olması sermaye sahibi, patron açısından özü itibarıyla herhangi bir fark taşımaz. Patron, işletmesinin ne kadar sermaye birikimi sağladığına, kârına bakmaktadır. Dünya Bankası öncülüğünde AKP tarafından kurulan Sağlıkta Dönüşüm programı, yurttaşlardan SSP adıyla toplanan paraların özel sektöre hem doğrudan özel hastaneler üzerinden hem de dolaylı mekanizmalarla devlet hastaneleri üzerinden aktarmanın araçlarından birisidir. AKP’nin bu uygulaması yenidoğan yoğun bakımına yatırımı teşvik ederken, tıbbi, idari ve mali denetimini de bilerek ve isteyerek neredeyse ortadan kaldırmıştır.
Son söz yerine
“Yenidoğan Çetesi” sadece Sağlıkta Dönüşüm Programı’nın çöküşünün değil, aynı zamanda AKP’nin eliyle uygulanan kapitalist neoliberal ekonomik politikalarla insani değerlerin de çürütüldüğünün bir kanıtıdır. Oysa, sağlık hizmetleri kâr için değil, yalnızca toplumsal yarar, refah ve mutluluk için üretilmelidir. Herkese parasız ve kamusal olarak sunulmalıdır. Bu sağlanana kadar, tüm yoğun bakım üniteleri ve yenidoğan yoğun bakım üniteleri bütün çalışanlarının alanında uzman ve kadrolu olarak kurumunda istihdam edildiği, tıbbi, idari ve mali denetimlerinin şeffaf olarak yapıldığı bir hale acilen getirilmelidir.
Tüm sağlık emekçileri önceden olduğu gibi, bugün de örgütlü yapılarının mekanizmaları üzerinden suç işleyenlerden, kötülük yapanlardan arınmalıdır. Bunun koşulu da hem sağlık emekçilerinin hem de toplumun Sağlıkta Dönüşüm Programı’ndan ve AKP-MHP iktidarından kurtulmasıdır.
(OH/AS)