Geçenlerde katıldığım bir anayasa toplantısında anayasaya muhalif kesimden bir hukuk profesörü, 12 Eylül'le hesaplaşmanın, 1982 Anayasası'nın darbecilerin dokunulmazlığını garanti eden 15. maddenin kaldırılmasıyla mümkün olamayacağını anlatırken, konuşmasını kendi yaşantısından bir örnekle zenginleştirme yoluna gitti.
Seksende, İstanbul Üniversitesi'nde asistanken, askerlerin gelip, üniversiteden atılacak öğretim üyelerinin listesini verdiklerini, ancak bu üniversite hocalarını görevden uzaklaştıranın askerler değil rektör olduğunu canlı bir biçimde anlatan hukukçu; binlerce kamu görevlisinin de yer aldığı bir sorumluk alanını işaret ediyordu.
Ancak, kuşkusuz önem taşıyan sözleri değil de, anlatımındaki -defalarca dinlememe rağmen galiba ilk kez rastladığım- uzman değil; tanık havası, belki "yüzleşme" değil "hesaplaşma" sözcüğünü tercih etmesi; yüzünde beliren kelimenin tam karşılayamadığı anlam; anayasa tartışmasına sinen klişelerin arasından sıyrılıveren yirmili yaşlarda bir asistanı, o günlerin dehşeti ve çaresizliğiyle bulunduğumuz salona taşıdı...
Toplantının geri kalanında, o tanıdık can acısıyla geri dönen kayıp zaman, varlığı artık yalnızca hüzün veren eski bir yoldaş gibi, bana eşlik etti.
Politik anlam kazandırılmayı ve mücadele konusu olmayı bekleyen; hâlâ hesaplaşmayı başaramadığımız bu zaman parçası, köşe yazarlarına malzeme sağlayan söz ustalıklarının, zekâ gösterilerinin, malumatfuruşlukların, tarafsız aydın konumlarının, akademik lafazanlığın bulandırdığı tartışma zeminine galebe çalıyor.
Bize değmeyen genel bir hukuki metni değil, köy boşaltmalar, orman yakmalar, işkencede ölümler, faili meçhuller, kadın katliyle gey, travesti ve transseksüel cinayetleri, çocukların taş attıkları için hücrelerde çürüyor olmaları, milyonlarca insanın anadilinde konuşamaması gibi yaşamsal hakikatler üstünde konuşmakta olduğumuzu anımsatıyor.
Ancak bu can yakıcı bilincin izini sürerek ulaşılabilecek yer bununla sınırlı değil. Anayasa paketinin içeriğinden, ortaya konuş biçimine, liberallerden sola toplumun çeşitli kesimlerince konunun ele alınış tarzına, tartışmada kullanılan sözcük ve kavramlara kadar her şey 12 Eylül'ü işaret etmekte.
12 Eylül, Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) 82 Anayasası ruhuyla çatılmış paketinde yaşamakla kalmıyor; askeri darbenin travmatik mirası, toplumsal muhalefetin düşünsel ufkunu 12 Eylül'ün çizdiği sınırlara hapsederek, demokratik bir anayasa için gereken özgür tartışma ve mücadele sürecine de zarar veriyor.
Sol-demokrat-aydın kesimin düşünsel ufkunda 12 Eylül
Anayasayı çevreleyen tartışmalarda akademisyenlerin ve anayasa hukukçuların siyasi görüşlerden ve ideolojilerden bağımsız bir hukuki yaklaşım olabilirmiş gibi ısrarla yaptıkları nesnellik; tarafsızlık, politik davranmamak vurgusu, 12 Eylül'ün yarattığı depolitizasyonun armağanı.
Politik görüşe sahip olmanın, bir konuda taraf olmanın illa nesnellikten uzaklaşmak anlamına gelmeyebileceği bir yana, yurttaşlık, insan hakları, eşitlik, özgürlük, laiklik, temsili demokrasi, güçler ayrılılığı ilkesi kavramları alabildiğince "taraflı" ve politik kavramlar... .
Çıkar ve sınıf mücadelelerinin sonucu olan ve yalnız galiplerin ve güçlülerin değil, ezilenlerin hak, adalet ve özgürlük mücadelelerinin de damgasını vurduğu bu kavramları adeta mitleştiren- güç ve çıkar çatışmalarından, sınıf ve cinsiyet ilişkilerinden, tarihsellikten uzak ele alan yaklaşım da, hukuku politik mücadele alanı olmaktan çıkarmak anlamını taşıyor. Oysa özgürlük, eşitlik, adalet mücadelesi, bu "toplumsal uzlaşmaların" dışında bırakılanların; azınlıkların, kadınların, yoksulların, farklı cinsel kimliklerin itirazlarında temelleniyor.
Anayasa tartışmasına katılanların, aydın-sol-liberal kesimde yer alanlar dahil, kendilerini ağırlıkla 12 Eylül'ün anlam ufkunda ifade ediyor olmaları konusunda verilecek en çarpıcı örneklerden biri de "sivillik" konusu.
Sivil ne anlama gelir?
15. Maddenin kaldırılmasının toplumun 12 Eylül'le yüzleşme ve hesaplaşma ihtiyacını karşılamayacağı hakikati ortadayken, "sol"un kimi "kanaat önderleri" AKP önerisini ana hatlarıyla olumlu bulmakta, 12 Eylül anayasasının ilk defa sivil bir girişimle değiştiğini söylemekte ve anayasaya "Hayır" oyu vermenin "12 Eylül Anayasası olduğu gibi kalsın" demek anlamına geleceğini söylemekte.
AKP'nin bütün toplumsal muhalefete rağmen kaldırmamakta direndiği seçim barajı bile 12 Eylül Anayasasının ürünüyken söylenebiliyor bu sözler. Parlamentoda azınlık teşkil eden farklı görüş ve inançları yok saymayı hedefleyen ve Kürtlerin meclise girip grup oluşturmasını engelleme işlevini gören; böylece demokratik temsilin ve barışın önünü kapayan baraj; "sivil" paketin en önemli direnç noktasıyken...
İktidarın dışını ve topluma ait olanı tanımlayan bir kavram olarak "sivilliğin" sadece askeri olmayan anlamına gelmediği bir yana; AKP'nin askeri yargının görev alanını bir ölçüde daraltmakla birlikte Milli Güvenlik Kurulu'nu (MGK), Askeri Yüksek İdare Mahkemesi'ni ve Askeri Yargıtay'ı ortadan kaldırmayan, yurttaşlara vicdani ret hakkı tanımayan anayasası sivillikten alabildiğine uzak.
Öte yandan AKP paketini anayasa değişikliğinin tek reel mercii olarak görmenin; bu fırsatın kaçmasından duyulan paniğin ve çaresizliğin sertleştirdiği söylem, 12 Eylül zihniyetinin gücünü göstermesi açısından anlamlı.
Bu fırsat söyleminin kaynaklandığı yerin ise pek sivil olmadığı söylenebilir. Çünkü "hazır AKP mecliste çoğunlukken anayasayı değiştirelim" şeklindeki yaklaşım, toplumun özgür seçimine duyulan güvensizlikle, liberal kesimin tarihen şikâyetçi olduğu bürokratik elitin reflekslerini andırıyor fazlasıyla...
Ehven-i şer
"Sivil" sözcüğünün, Cumhuriyet'ten beri askeri vesayet, 12 Eylül'den beri katmerli baskı altında yaşayan bir toplumun ilerici demokrat addedilen kesimlerinin zihinlerinde bile gerçek anlamından uzaklaşmış olması işin bir cephesi.
Diğer yandan bu sivillik tartışmasının "ulusalcıların" büyük ölçüde tahrip ettiği bir alanda yapılıyor olması, tartışmanın bir tarafında açıkça devlet içindeki karanlık mihrakları, orduyu ve "Ergenekon"u desteklemiş, AKP'nin uyduruk Kürt açılımına bile itiraz eden milliyetçi-ulusalcı kesimin yer alması, anayasa paketinin eleştirel bir tarzda değerlendirilme imkânını ortadan kaldırıyor.
"Ergenekoncu"larla ya da Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ile Cumhuriyet Halk Partisi'nin (CHP) temsil ettiği anlayışla birlikte anılmamak haklı arzusu, o denli tuhaf bir hal aldı ki; neo-liberal, yoksul ve kadın düşmanı AKP ile ortaklaşmak ehven-i şer olarak algılanabiliyor.
Liberal olarak anılan kesimin bu alanda etliyi sütlüyü ayırmadan afakî bir "sol" kavramı üzerinden yönelttiği sert eleştirilerin de etkisiyle tartışma zemini, çoğu kez polemikten ibaret, savunma ve saldırı hatlarıyla parçalanıyor.
Kısaca anayasayı tartışma ortamı, siyasi olduğu kadar, psikolojik olarak anılmayı hak eden bazı faktörlerle de zedelenmiş durumda.
Reklâm ve halkla ilişkiler projesi olarak "sivil" anayasa
Anayasa önerisinin, başındaki "sivil" sıfatının, bir reklâm sloganından fazla anlam taşımadığını ortaya koyan ilk gösterge, anayasa değişikliğinin gündeme getiriliş, daha doğrusu dayatılış tarzı...
Paketin, içeriği bir yana, tepeden inmeliğiyle, kaşla göz arasında kabul ettirilmeye çalışılmasıyla sivilden ziyade darbe anayasasına benzediğini söylemek mümkün.
AKP anayasasının yaşam hakkı, işkence yasağı, konut dokunulmazlığı, özel hayatın gizliliği gibi konular ile haberleşme, düşünce ve ifade özgürlüklerini 82 Anayasasıyla aynı biçimde ele alması ve 12 Eylül'den miras 'kanun hükmünde kararname" olgusunu yasamayla açıktan ilintilendirmesi bir yana; paketin 12 Eylül'ü en çok anımsatan yanı, toplumun demokratik tartışma süreçlerinin dışında bırakılmasıyla ortaya çıkmış olması...
Daha da vahimi, "sivil" anayasanın bu içerikle "paketlenmesinde" askerin bizzat rol oynamış olduğu gerçeği. "Ergenekon davası" ve onu izleyen askere yönelik davalar sürecinde olduğu gibi; anayasa metni de orduyla (ordunun muzaffer kanadıyla) uzlaşma-anlaşma halinde ortaya çıktı.
Toplumla değil, askerle uzlaşma metni olarak "sivil" anayasa
Aşağı yukarı iki yıllık; AKP eliyle "kapalı pazarlık usulü" ile yapılan görüşmelerden yolsuzluk dosyalarının, dinlenme kayıtlarının karşılıklı gidip gelmesinden sonra, küresel sermayenin de istek ve hedefleri doğrultusunda ülkedeki egemen güçler kompozisyonu yeniden düzenlendi.
Artık ordunun da ülke yönetiminin vitrininde ve güçler skalasında eski yerini tutması mümkün değil. Ama hem yaptıkları yanına kâr kaldı, hem de özellikle son otuz yılda Kürtlere karşı savaş yoluyla edinilen rant ve ayrıcalıklar korundu. Yargılama süsü verilerek, işlenen adresi belli insanlık suçlarının üstü örtüldü.
Son olarak Balyoz harekâtında da görüldüğü gibi "asker" pazarlıkla "içeriye" adam veriyor. Bunların da hep emekli generaller olması, bu konuda inisiyatifin orduda olduğunu gösteriyor.
Anlaşıldığı kadarıyla, asıl mekanizmanın korunması, birilerinin büyük ölçüde "gönül rızası" ya da "vazife bilinciyle" -emir komuta dahilinde- aslanlara atılması, hatta bu yüzden camiada suçlu değil, kahraman olarak anılmaları, tutuklananların, çoluk çocuklarının da mağdur edilmeyeceği bir onur ve gelir garantisiyle bir tür "vatani vazifeye" yollanmaları söz konusu. Her şey yine büyük ölçüde kamunun ve "sivil toplumun" bilgisi- iradesi dışında olup bitiyor.
AKP Tanzimat'tan bu yana tepeden inme Batılılaşmanın bütün olumsuz sonuçlarını yaşayan ve tarihen bürokratik elitten memnuniyetsiz, kendini muhafazakârlıkla korumuş-ifade etmiş geniş bir kesimin karmaşık ve çatışmalı bilinçaltını bir ideolojik-siyasi arka plana tahvil ederek, 12 Eylül sonrasının depolitizasyon ve baskı koşullarında siyaset sahnesine çıktı.
Cumhuriyetin kurucu ideolojilerinin ve kapitalizm öncesi ekonomik-siyasal-sosyal yapıların hızla çözüldüğü, siyasal İslam kadar, Doğu'da seksen yıldır bastırılan Kürt hareketinin anadil ve kimlik ekseninde büyük bir güç kazandığı karmaşık bir süreçte, sistemin yeni ihtiyaçları karşılamayan bundan önceki yapı, egemenlik biçimi ve mekanizmalarının küresel sermaye lehine tasfiye edilmesi rolünü üstlendi... Anayasa paketi de bu koşulların ve AKP'nin bu süreçlerde "kazandığı" misyonun ürünü.
AKP anayasası barışın önünde engel
Yeni Anayasa ihtiyacını ortaya çıkaran en önemli konulardan biri olan Kürt sorunu, yalnız Türkiye'de yirmi milyona yakın insanın kendi anadillerini konuşarak, onurlu, eşit ve demokratik yaşama arzusunu değil, binlerce insanın korkunç şekilde ölümüne, ülke bütçesinin ağırlıkla askeri harcamalara ayrılmasına neden olan, savaşın ortaya çıkardığı ve beslediği kandan rant sağlayan karanlık yapıların ortadan kalkmasına kadar barış ya da savaşın sürmesi anlamına gelecek bir çok başlığı içeriyor.
AKP hükümeti on binlerce ölüm ve Doğu'da toplumsal yaşamın, doğanın büyük ölçüde tahrip olmasına yol açan yirmi beş yıllık savaşın ardından "Kürt açılımı" kavramını ortaya attığında savaştan en büyük zararı gören Kürt halkı başta olmak üzere barış isteyen bütün toplumsal kesimler tarafından desteklendi.
Milliyetçi-ulusalcı çevrenin ve savaştan rant sağlayanların saldırılarına karşı, bu fazlaca muğlak kavramın hayal ettirdiği en küçük barış imkânı bile savunuldu.
Kürt halkının onlarca yıldır verdiği mücadelenin ve toplumun barış talebi kadar; Türkiye'nin ve dünyanın egemenlerinin bölgede büyük ölçüde savaşsız bir çözüm ister hale gelmiş olmalarının da belirlediği iç içe geçmiş süreçlerin ürünü olan bu eşiğin, kalıcı bir barışa dönüşebilmesi için AKP hükümetine, açılımın asıl muhatabı olan Kürt halkının meşru temsilcileri işaret edildi.
Ancak kısa sürede "açılımın" başta on binlerce can vermiş, savaşın en korkunç sonuçlarını yaşamış Kürt halkı olmak üzere Türkiye halklarının barış umuduyla oynanan zalimane bir oyun olduğu ortaya çıktı.
AKP barışa evrilebilecek bu süreci, kendi siyasi çıkarlarına alet etmekte ve barış özlemini, Kürt halkının özgür -onurlu ve demokratik yaşam mücadelesini etkisizleştirmek için şantaj vesilesi yapmakta tereddüt etmedi.
AKP halkların barış umuduyla oyun oynuyor
Açılım vaadiyle eş zamanlı olarak Barış ve Demokrasi Partisi'nin (BDP) seçilmiş belediye başkanlarına, parti kadrolarına yöneltilen operasyonlar başladı. Binden fazla partili tutuklandı ve DTP kapatıldı.
19 Belediye başkanı bütün Kürtlerin bileklerinde kelepçeyi hissedecekleri, demokratik siyaset yapan Kürtlerin başına geleceğini görecekleri tarzda gözaltına alındı.
Yüzlerce çocuk, Uluslar arası Çocuk Hakları sözleşmesi de çiğnenerek insanlık dışı koşullarda cezaevinde tutuluyor, polise taş attıkları gerekçesiyle Terörle Mücadele Kanunu'na muhalefetten yargılanıyor.
Doğuda barışın ve dağdan artık paramparça edilmiş evlat ölülerinin gelmeyeceği umuduyla büyük bir coşkuya neden olan Mahmur ve Kandil'den gelen heyetlerin ülkenin batısında yarattığı milliyetçi hezeyan, yaşanan korkunç zalimliklere, ırkçılığa, linçlere rağmen barış elini uzatan Kürt halkında büyük bir kopuşa ve içe kapanmaya yol açmış durumda.
Baharla birlikte operasyon ve çatışmaların yoğunlaşacağı endişesinin de baş göstermesiyle artık Kürt açılımının her iki halkta da kabul zeminini zayıflatan yeni bir süreç söz konusu.
İşte yeni ve demokratik bir anayasanın barış ve demokratik-eşit bir yaşam için her zamankinden daha büyük bir toplumsal ihtiyaç haline geldiği bu kritik koşullarda AKP bir anayasa değişikliği paketiyle ortaya çıktı.
Anayasa Kürt sorununa çözüm getirmiyor
Pakette, Kürt açılımı ya da demokratik açılım denen konuya ilişkin en ufak bir düzenlemenin bile yapılmaması, açılımın Kürt halkı ve barıştan yana olan toplumsal güçler nezdinde anlamını büyük ölçüde yitirmesine konusunda gelinen son noktayı teşkil ediyor.
Daha önemlisi AKP Anayasası yüzde on baraj konusundaki ısrarıyla; Kürt halkının parlamentodaki temsil olanağını ortadan kaldırarak, onlarca yıldır temsil edilmemenin, kovulmanın, dışlanmanın yarattığı travmaları güçlendirip canlandırarak, hem demokratik rejimi hem de barışı imkânsız hale getiriyor.
AKP bugün mecliste bulunan bölge milletvekillerinin bir kısmını, önceki seçimlerdeki baraj uygulamasına, birleşik oy pusulasına bağımsız adayları da koyarak kafa karışıklığı yaratmak ya da açıktan devlet gücünü, polisi askeri kullanmak gibi anti-demokratik yöntemlere borçlu.
Bu yüzden AKP'yi parlamenter sistem, demokratik temsil gibi kavramlardan çok, kendi oy hesapları ilgilendiriyor. Ve bu oy hesapları uğruna bütün ülkeyi ateşe atmaktan çekinmiyor.
Anadilde eğitim, eşit yurttaşlık hakkı, ayrımcılığa karşı anayasal güvence gibi yalnız Kürt halkını değil, bu coğrafya da yaşayan bütün halkları farklı dil, din, kimlik ve inanç sahiplerini ilgilendiren konularda hiçbir adım atılmazken, Siyasi Partiler Yasası,Terörle Mücadele Yasası ve Türk Ceza Yasası'nda ( tutuklu BDP'li belediye başkanları ve taş attıkları gerekçesiyle onlarca yıla mahkûm edilen Kürt çocuklarını da ilgilendiren) düzenlemelere yer verilmiyor.
İfade ve düşünce özgürlüğünün önündeki engeller kaldırılmıyor. AKP'nin anayasa paketi, barış imkânını tümüyle ortadan kaldırmak ve toplumu çatışmaya sürüklemek için ne yapabiliriz diye düşünüp taşındıktan sonra ortaya atıldığı izlenimini uyandırmakta.
Kadın mücadelesinin öne çıkardığı talepler yok sayılıyor
Kürt sorunu gibi kadın meselesinin de gündeme gelmesi, kadınların hak ve taleplerinin görünür olmasının en önemli nedeni kadınların yıllardır sürdürdükleri mücadele.
Kadınlar bu mücadelede hayatlarını değiştirmek için attıkları her adımda ataerkil sistemin meşrulaştırdığı erkek şiddetiyle karşılaştı.
Feministler tarafından ataerkil sistemi işaret edecek şekilde politikleştirilen "namus cinayetleri" ve "tahrik indirimi" ile otuz yıldır süren savaşta Kürt kadınlarına yönelik cinsiyetçi ve milliyetçi saldırılar ve yüzlerce kadını sorgusuz sualsiz siyasi mücadeleden koparıp alan operasyonlar da kadın mücadelesinin önemli bir parçası oldu.
Eve kapatılmaya, cinsel köleliğe ve hayatın her alanında ayrımcılığa, kadın çalışmasının toplumsal değer sayılmamasına karşı kadınlar görünmeyen emeğin sesini yükselttiler.
Kadınlar için eve dönüş yasaları çıkaran, üç çocuk doğurmayı vaaz eden, sosyal güvenlik yasasındaki değişikliklerle kadının istihdamdaki eşitsizliğini artırmaya çalışan AKP; anayasa da kadınların yıllardır mücadele ettikleri taleplerini muğlak bir "cinsler arası eşitlik sağlanması" cümlesinin ardında görmezden gelmekle kalmıyor, devleti, kadın ve erkek arasındaki fiili eşitliği sağlamaktaki yükümlüğünden de kurtarıyor.
Ne kadın cinayetleri, ne sığınma evleri, ne şiddete karşı alınması gereken yasal önlemler söz konusu ediliyor.
Son yıllarda sayıları hızla artan nefret suçlarına, gey, transseksüel ve travesti cinayetlerine rağmen, cinsel yönelim nedeniyle ayrımcılıkta etkili ve fiili sonuçlar yaratacak bir anayasal düzenleme konusu yapılmıyor.
Bu kimse için sürpriz olmadığı gibi kadınların ve cinsel yönelimlerinden dolayı ayrımcılığa uğrayan, cinayete kurban gidenlerin, AKP'nin anayasasına razı olmayacakları da sürpriz değil.
AKP hakları sadakaya dönüştürüyor
AKP'nin paketi; Kürt sorununun ortaya çıkardığı, mücadele konusu yaptığı ve fiilen bir takım hedeflere ulaştığı kimlik-ana dil - eşit vatandaşlık gibi olguları, kadınların; cinsel yönelimlerinden dolayı ayrımcılık görenlerin yıllardır sürdürdükleri mücadeleleri sonunda ortaya çıkan talepleri uluslar arası sözleşmelerle zaten sağlanmış ama iç hukuk normu haline gelmemiş kazanımları yasal güvenceye almak yerine, sadakaya dönüştürüyor.
Hak ve özgürlükleri şantaj-pazarlık konusu yaparak fiilen kazanılmış hakları bile lütufa dönüştürerek toplumu sadakaya; el açıp hak dilenmeye razı etmeye çalışıyor.
Neo-liberalliği kadar, dinci-muhafazakâr arka planından da el alan bir iane-iaşe-sadaka-fitre-zihniyeti, AKP belediyeciliğinin de eleştiri konusu edilen stratejisini teşkil etmekte.
Hakları için onuruyla mücadele eden değil, sadakaya alışmış onursuz bir toplumdan yana AKP... Toplumun çeşitli kesimleri, anayasanın tartışma süreçlerinden bu nedenle dışlanıyor. AKP bunu hâlâ 12 Eylül'ün düşünce-anlam ufkunda seyreden toplumsal muhalefeti parlamadan söndürmek amacıyla yapıyor.
Paket insani-siyasi hak ve özürlükler konusunda olduğu gibi ekonomik-sosyal haklar konusunda da varlığını ve anlamını borçlu olduğu 12 Eylül'e sadık kalıyor.
12 Eylül'e sadakat belgesi olarak "sivil anayasa"
12 Eylül askeri darbesi; ABD- CIA güdümünde bir sermaye hareketiydi. Uluslararası sermayenin ihtiyaçlarına uygun bir biçimde Türkiye'deki egemenlik-sermaye yapılarını dönüştürmek ve bunun için güçlü ve örgütlü toplumsal muhalefeti bastırmak amacıyla yapıldı.
Yerli ve uluslar arası sermayenin manifestosu sayılan 24 Ocak Kararları'nın hedeflerinden biri yerli sermayeyi uluslar arası sermayeye entegre etmek, diğeri ise sermaye ve emek ilişkisini bu yeni modele ayak bağı olmayacak bir biçimde yeniden düzenlemekti.
Uygulanacak yeni sermaye birikimi modelinin başarılı olabilmesinin yolu, ekonomik ve sosyal hakların geri çekilmesi yani ücret maaş ve sosyal haklarda gerileme sağlamaktan geçiyordu.
Seksen öncesinin politikleşme ve örgütlenme koşullarında çok sert bir toplumsal muhalefetle karşılaşacak bu yasalar, toplumsal muhalefetin yok edildiği, darbe anayasasının eşliğinde meclisten çıkarılabildi.
24 Ocak Kararları'nı 12 Eylül askeri rejimi uyguladı. Büyük sermayeyi temsilen Vehbi Koç o zaman cuntayı, "zamanında ve doğru kararlar alarak, çok değerli bir zaman tasarrufu sağladığı" için kutlamıştı.
12 Eylül'le gelen kölelik, doğanın, kentlerin, tarihin yağmalanması
Askeri darbeden sonra sendikal örgütlenmeler yok edildi ve sendikalı olmanın gizli örgüt üyesi olmak kadar "tehlikeli" bir iş addedildiği günümüz koşulları hızla örüldü. Bir yandan korkunç katliamlar; rant ve gelir kapısına dönüşen savaş, rekor düzeydeki askeri harcamalarla yoksulların sırtına yüklenirken; insanlar, ormanlar, ağaçlar, meralarla bütün Kürt bölgeleri yok edilmeye çalışılırken, Batı'da her demokratik talep, bölücülük parantezine alınarak şiddetle bastırıldı.
12 Eylül yalnız Fırat'ın doğusunda eşi görülmedik zulümlerle, katliamlarla, faili meçhullerle yaşanmadı; doğal ve tarihi zenginliklerin, kentlerin, akarsuların, ormanların, deniz kıyılarının su kaynaklarının yağması, özelleştirmelerle küresel sermayeye peşkeş çekilmesi, 12 Eylül sonrasının depolitizasyon ve baskı koşullarında mümkün olabildi.
Ücretler ve çalışma saatleri iş güvenliği ve sendikalaşma konusunda bugün hüküm süren kölelik koşulları; 12 Eylül'ün amaçlarına büyük ölçüde ulaşıldığını gösteriyor.
Kuşkusuz bunların en önemlisi siyasi haklar kadar sosyal ve ekonomik hakların fantezi değil, temel insan hakları olduğu, örgütlenme ve mücadele ile bu hakların kazanılabileceği bilincinin kaybedilmiş olması.
Hak istemenin, bunun için örgütlenmenin suç addedilmesi...
Sol dahil toplumsal muhalefetin bir kesiminin AKP'nin verdiğine rıza göstermesini, mücadeleyi değil, "ne koparırsam kârdır zihniyetini benimsemesini de izah edebiliriz, böyle.
Piyasanın ihtiyaçları için "sivil" anayasa
Bugün neo-liberalizme karşı küresel mücadele en çok sosyal ve ekonomik haklar bahsinde veriliyor. Bu hakların temel insan haklarından addedilmesi, temel gelir; yoksulluğa ve açlığa karşı mücadele küresel muhalefetin en önemli gündem maddeleri.
AKP anayasasında sosyal devletten güvenlik devletine giden neo-liberal hattı bütün açıklığıyla izlemek mümkün. 82 anayasası gibi devletin sosyal ve ekonomik yükümlülüklerini mali kaynakların yeterliliğiyle sınırlayan AKP anayasası, "piyasaların denetimi" başlığını "piyasaların geliştirilmesi" ibaresiyle değiştirerek, mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz maddesini, anayasadan çıkararak radikal adımlar atıyor.
Devletin işsizliği önlemeye elverişli bir ekonomik ortam yaratmak yükümlülüğü yerini, " istihdamı arttırma" kavramına bırakıyor. Önceki anayasalarda bulunan devletin, vatandaşın barınma ihtiyacını karşılamaya yönelik taahhüdünün çıkarılmasıyla, konut ve barınma hak olmaktan çıkarılıyor.
AKP 12 Eylül'ün de ruhuna uygun olarak, anayasayı küresel sermayenin çıkarlarına uygun biçimde yeniden düzenliyor. Toplu sözleşme ve greve ilişkin maddeler kaşıkla verilip sapıyla göz çıkarma mantığıyla düzenlenirken, AKP sözde anayasal güvenceye bu hakları da kullanmaya niyetlenecek yoksullar ve emekçiler için, her yöne çekilebilecek pratikliğe sahip Terörle Mücadele Yasası'nı gaz ve copla birlikte elinin altında tutmakta.
12 Eylül'le hesaplaşmama projesi olarak "sivil" anayasa
AKP darbecilerin yargılanmasını engelleyen geçici 15. maddenin kaldırılmasını ( zaman-aşımı müjdesiyle birlikte) pakete koymak ve böylece 12 Eylül'le yüzleşmenin mümkün olabileceği havasını yaratmakla birlikte, paketin dayatılmasına ve içeriğine rıza gösterilebileceğini umarken; hatta 15. maddeyi bir yüzleşme ve hesaplaşma fırsatı olarak yutturmaya çalışırken 12 Eylül'e, 12 Eylül'ün toplumsal muhalefetin, sol ve demokrat aydın denilen kesimlerin zihninde yarattığı tahribata güveniyor.
AKP, 12 Eylül'le hesaplaşmayı değil, bu hesaplaşmanın hiçbir zaman gerçekleşememesini istiyor.
12 Eylül'le hesaplaşmayı paşaların yargılanmasına indirgeyenler ise karşı bir söylem geliştirmekte zorlanıyor.
12 Eylül'ün bir sermaye hareketi olarak toplumsal muhalefetin düşüncesinde ve söyleminde yer bulmamış olması kadar, 12 Eylül zihniyetinin etkisiyle " hesaplaşma" yerine zalimlerle mazlumları aynı kaba koyan bir "yüzleşme" retoriğinin yaygınlığı da söz konusu.
12 Eylül'le ilgili hesaplaşmayı bir politik hedef olarak önüne koymak yerine, bu hayati eşiğin üstünden atlamayı seçen ya da hesaplaşmayı paşaları yargılamaya indirgeyen böylece 12 Eylül'ü kuşatan karanlığın koyulaştıran "sol-demokrat" muhalefet, konuya ilişkin hiçbir gerçek öneriye sahip değil.
12 Eylül'le hesaplaşmanın mekanizmalarını ve araçlarının nasıl kurulacağını da içeren alternatif bir program önerisi ortaya konulabilmiş değil. Bu da AKP'nin el çabukluğuna karşı muhalif kesimleri savunmasız bırakıyor.
12 Eylül'ün sorumluları yalnız paşalar değil
Birkaç gün önce Taraf gazetesinde yazar-yayıncı Osman Köker'in 82'de işkence sırasında erlerin "komutanım tutuklu ölüyor" demesine rağmen "devam edin" emrini veren ve şu anda Genelkurmay Başkanlığı Adlî Müşaviri olarak Tuğgeneral rütbesiyle görev yapan Hıfzı Çubuklu hakkında 1982'de açtığı davayla ilgili bir haber yayınlandı.
Benzer biçimde, 84'de Behçet Dinlerer'in işkence sonucu ölümüne neden oldukları için dava edilen Dal grubu sorumlusu komiser Kemal Yazıcıoğlu beraat ettiği gibi uzun süre valilik görevini sürdürdü.
Birlikte çalıştığı doktorlara "Teröristi tedavi eden de onunla aynı suçu işlemiş sayılır" diyerek Behçet Dinlerer'in tedavisine engel olan Ankara Numune Hastanesi Tıp Fakültesi Dekanı Celal Sungur beraat etti.
Görevini, doktorluğu ve insanlığı konusunda hiçbir şaibeye yer olmadan, huzur içinde tamamladı; ardında "şerefli" bir mazi bırakarak öldü.
MHP'li Yaşar Okuyan, geçenlerde yayınlanan 12 Eylül dönemiyle ilgili söyleşisinde, gözaltındayken, işkencecilerin, "bunu camdan atarsak intihar raporu verir misin" sorusuna " evet " yanıtı veren doktorun şu anda üniversitelerden birinde rektör olduğundan söz ediyordu. Böyle binlerce örnek var.
Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi dekanı Turgut Tarhanlı, Anayasa Değişikliği Grubu adına Milliyet gazetesine verdiği röportajda, konunun bir yargılama değil bir hesap verebilme meselesi olduğunu vurguladıktan sonra bu gerçeği şöyle dile getiriyor:
"Hükümetin geçmişle hesaplaşma politikası nedir; bunu şu ana kadar biliyor olmalıydık. Oysa gerek hükümet gerekse hükümet muhalifi çevrelerde konunun sadece ve sadece MGK ve Kenan Evren odaklı bir tartışma haline geldiğini görüyoruz ki bu abes bir tartışmadır. Bir kere o dönemde 12 Eylül'ün yetkilerini kullanmış merciler, makamlar, organlar, kişiler, yani karşımızda binlerce kişilik bir kamu görevlileri zümresi var. Bu sorumlular zümresi nasıl bir muameleye maruz kalacak?"
Toplumsal muhalefetin ortak itiraz noktası
Bu denli şiddetli bir ihtiyaç haline gelen ve çok hayati konulara hiç olmazsa bir ölçüde çözüm getirmesi beklenen anayasanın oldubittiye getirilmesi, yalnızca demokrasi mücadelesinin en örgütlü ve güçlü kanadını temsil eden Barış ve Demokrasi Partisi, sol ya demokrat diye anılan kesimlerin değil, aslında söylemleri ve çıkarları kolay kolay bir araya gelemeyecek bir çok kesimi de bu dayatmaya itiraz çevresinde bir araya getirdi.
Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği'nden (TÜSİAD)'dan Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği'ne (TOBB), kadın örgütlerinden, Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB) ve Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu'na (KESK) kadar birbiriyle çok fazla ortaklık taşıdıkları söylenemeyen bir cephenin yeni ve demokratik bir anayasanın mutlaka çeşitli toplumsal kesimlerin geniş ve özgürce sürdürecekleri bir tartışma sonucu ortaya çıkması gerektiğine ilişkin bir genel fikir etrafında toplandığı görünüyor.
Çok farklı görüşlerin bir araya geldiği toplumsal muhalefet, AKP'nin anayasa değişikliğini seçim hesaplarına ve siyasi çıkarlarına indirgeyerek; özgür ve demokratik bir tartışmayı imkânsızlaştıran bir zaman sınırlaması ve çerçeveyle bu toplumsal ihtiyaç ve uzlaşma imkânını kadükleştirilmesine itiraz ediyor.
İşin diğer bir yanı okazyonel bir mantıkla bu dayatmaya "evet "demenin, bu denli hayati ihtiyaçlara çözüm olması beklenen anayasanın oldubittiye getirebilecek bir yaz-boz tahtasına dönüştürülmesine -darbecilerin işine gelecek tarzda- cevaz vermek anlamına gelmesi.
Demokrasi güçleri diye ifade edebileceğimiz kesim açısından önemli bir mevzi haline gelen bu nokta; 12 Eylül'le hesaplaşmadan tutun; eşit anayasal yurttaşlık konusundan; askeri vesayetin kaldırılmasından, kadınların, farklı cinsel kimliklerin, azınlık konumunda olanların taleplerinden taş attıkları için senelerce hapse mahkûm edilen çocuklara; diyanet işlerinin yeniden organize edilmesinden gerçek anlamda laik bir rejimin ihtiyaçlarına ifade ve örgütlenme özgürlüğünün önündeki engellerin kalkmasına kadar pek çok konunun çeşitli toplum kesimlerince tartışılabilmesi zemini ve imkânını da işaret etmekte...
Barış, özgürlük ve demokratik yaşam için güç birliği
Anayasaya "evet" ya da "hayır" demekten ziyade, toplumun özgürce tartışabileceği yeni ve demokratik bir anayasanın böyle bir yöntemle ve böyle bir süreçle ortaya çıkmayacağına dair eleştiriler etrafında birleşen muhalif kesim, gerçek bir katılımın, anlamlı bir tartışmanın imkânsız olduğu bir sürece ilkesel bir yaklaşımın zorunluluğuna işaret ediyor...
Demokratik, cinsiyet eşitlikçi, değişik kimlik ve kültürlere onurlu ve eşit yaşam hakkı tanıyan, bireysel özgürlüklerin kullanılmasına olanak verecek yeni bir anayasanın yeniden tartışılacağı koşulları hazırlamak gerekiyor.
Bu süreçte mecliste de temsil edilmenin yanı sıra ülkedeki en güçlü ve örgütlü demokratik muhalif yapı olan Barış ve Demokrasi Partisi'nin ön acıcı, zemin hazırlayıcı rolü önemli.
Barış ve Demokrasi Partisi, seçilmiş belediye başkanlarının ve her düzeydeki parti kadrolarının tutuklu olduğu bir süreçte, yaşananları korkunç kayıplarla ödeyen bir halkın parlamentodaki temsilcisi ve en örgütlü demokratik muhalif yapı olarak ağır bir yükümlülük taşıyor.
Savaşın sonuçlarını birebir yaşayan ve barış bekleyen Kürt halkının temsilcisi olma sorumluluğuyla en ufak bir barış imkânını reddetmemek refleksiyle hareket eden BDP bu süreçte Kürt halkının parlamentoda temsil edilmemesinin yaratacağı travmatik sonuçlara ve beraberinde getireceği çatışmalara dikkat çekmekle ve bir ara formül önermekle birlikte; hak ve özgürlüklerin pazarlık değil, mücadele konusu olduğunun altını güçle çiziyor.
BDP'nin seksen öncesinin siyasi-örgütsel hafızasını içeren güçlü bir mücadele geleneğinin temsilcisi olduğu düşünüldüğünde bu sözlerin hareketin hakikatiyle ne denli uyuştuğunu görmemek olanaksız.
BDP eş başkanı Selahattin Demirtaş geçen hafta yaptığı açıklamada, baraj düşürülse bile Hakim ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun (HSYK) veya Anayasa Mahkemesi'nin yapısının anti demokratik bir biçimde düzenlenmesinin kabul edilemeyeceğini, toplumun demokratik hak ve taleplerinin yerine getirilmediği bir anayasaya mecliste ve referandumda BDP'nin hayır diyeceğini açık bir dille ifade etti.
Anayasa tartışmaları barış için hayati önem taşıyan bir zeminde sürüyor
Parlamentodaki varlığını BDP'ye koyduğu seçim barajıyla ve parti kapatmalara cevaz vererek, operasyonlarla koruyan AKP'nin bundan sonraki süreçte BDP'ye daha saldırgan bir tavır takınacağını görmek için kehanete gerek yok.
Partililere yönelik operasyonların hukuk dışı gözaltına almaların sürdüğü, Doğu'da başlayan askeri hareketliliğin yeni ölümlere ve belki bu kez toplumsal çatışmalara dönüşeceği endişesi ve seçilmiş belediye başkanlarının elleri kelepçeli fotoğrafının tek bir karede simgelediği hakikat; anayasa tartışmalarını çok hayati bir zeminde sürmekte olduğunu işaret ediyor.
Bu aşamada Mecliste en önemli demokratik muhalefet unsuru olan halk desteğine güçlü ve yaygın bir örgütlenmeye sahip Barış ve Demokrasi Partisi'nin de hem mecliste sesi, hem de tabanda güçlü ve eşit bir katılımcı olarak yer alacağı demokratik bir anayasa tartışmasını mümkün olduğunca geniş bir kesime yaymak, demokratik talepler ve barış arzusu etrafında bir araya gelmenin, dayanışmanın, karşılaşmanın yolunu açacak...
Çeşitli toplumsal kesimlerin öne çıkan demokratik taleplerinin seçime giden süreçte sol ve demokratik muhalefet cephesinin ortak hedefleri haline gelmesi çok güçlü bir ihtimal.
Bunun yaklaşan seçim için pragmatik bir adım değil, toplumun en geniş kesimlerinin seçim sath-ı mailine girmenin de yarattığı politik canlılık ortamında, barış içinde yaşama ve demokratik talepler etrafında tartışmasının düşüncelerini ve iradesini ortaya koymasının yolu olarak görebilmek gerekiyor.
Anayasa bir ülkedeki hak ve özgürlüklerin teminatı olarak algılanıyorsa, anayasal hak ve özgürlüklerin uygulanmasının teminatı da parlamento içinde ve dışında hak ve özgürlükleri içselleştirmiş bir toplumsal muhalefetin varlığı. AKP'nin kimi sol-liberal-aydın çevreyi de dahil ettiği el çabukluğuyla yok etmeye, zarar vermeye çalıştığı da bu...(AD/BA/EÜ)