“O dönemlerde Süleyman Bey adında bir ağa varmış. Süleyman Bey kır atını hazırlar, azaplarını, kullarını yanına alır, Babakır köyünün sınırlarını genişletir, yeni çizdiği sınırlara büyük taşları dizdirir: “Eğer taşı buradan kaldıran olursa o taşın altında başını ezdiririm” diye köylüye tehditler savururmuş. Süleyman Bey’in zincirlere bağlı on iki tane çok azgın iti varmış. (...) Akşam olunca köpekleri zincirden çözer, köyün çevresinde kuş uçurtmazmış. Atı, iti insandanmış. On iki it yetmezmiş gibi iki de insandan it yapmış kendine. Birinin adı İt Bekir, diğerinin adı İt Hüsün’müş. Bey, bu insandan itlere köyde sevmediği, hoşlanmadığı kişiler olursa, bu kişileri odasına çağırtıp boğdururmuş. Adamların üstünde başında ne varsa, donuna kadar itler dişleriyle paramparça eder, bey de karşılarına geçer, keyifle olanı biteni izlermiş.”[1]
***
"Türkiye İşçi Partisi'ne Âşık Oldum", Hamdi Doğan (Hamdoş), İletişim Yay. 2014 |
Babası Azap Ali’den dinledi ve öğrendi Türkiye’nin hikâyesini. Bu anlatılar sayesinde belledi ağalık düzeninin sömürüsünü.
Sonra aslolan anlamak değil değiştirmek dedi ve Türkiye İşçi Partisi’ne aşık oldu.
Ben onu Antep’te tanıdım. Zaten Antep’e yolunu düşürüp de sol – sosyalist mahallede volta atan herkes tanırdı Hamdoş’u.
Ama daha önemlisi o tanırdı herkesi. “Ne yapıyorsun kurban?” ya da “Nasılsın kurban?” sözleriyle tanışırdı herkesle.
O bir mahalleye sığamayacak kadar engindi. An gelir inşaat işçisi Kürtlerle muhabbete dalardı sigortasız yevmiyeler üzerine, an gelir üniversite öğrencileriyle har(a)çları konuşurdu. Kimi zaman partide, kimi zaman sendikada ya da dernekte ama her zaman gündelik hayatın yaşanmışlığından süzdüğü bilgeliğiyle sosyalizm hasbihâl ederdi.
Kitapsız bilendi.
Toprağın sömürüsünden öğrendiği “Güler Yüzlü Sosyalizm”in gülen yüzüydü.
Kitaptan sosyalizmi öğrenen bizlere inat yaşamdan tecrübe ettiği için samimiydi sözleri. Polemikte sıkışıp da birbirimize deklare ettiğimiz çeviri paragrafların soğuğuna inat bir hakikate temas ediyordu anlatısı.
Hele ki bitmeyen o hikâyeleri... Antep’in dağına, taşına, ormanına, suyuna ve her köşe başına kazınmış o anlatılarda düzenin çıplak sömürüsü vardı. İnsansız ve insafsız kapitalist düzenin iğrenç yüzü vardı.
Ama asla umutsuz değildi hikâyeleri. Hep direnişle hercümerçti. Ne de olsa yaşayan bir sosyalistti O. Düşündüğü gibi yaşayan bir sosyalist. Sosyalizme ihanet eden bizlerin aksine yaşamına sosyalizmi taşıyan bir sosyalist.
Bir kez bile kendisini tanımladığına tanık olmadım. Bir kez dahi bir başkasına sosyalistliğini kibir ve iktidar aracı olarak kullandığını görmedim. Onun tarife ihtiyacı yoktu. Çünkü yaşamda taraftı. Onun en büyük praksisi yaşadığı hayatının ta kendisiydi.
***
“Gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan, / ekmek, gül ve hürriyet günleri”ne olan inancını hiç yitirmedi.
Yorgun kalbi duruncaya kadar hep o haklı ve büyük güzel günler için yaşadı. Ama ne yazık ki gözlerini kapamadan hemen öncesinde kara, kapkara bir karanlığın Türkiye’yi içine çektiğini de gördü.
Her zamanki gibi görmekle yetinmedi ve karanlığın muktedir olmaması için yorulmuş bedeni ama hiç yorulmayan dimağıyla Antep’i bir uçtan öteki uca konuşa konuşa, anlata anlata gezdi. Karşısına çıkan herkese, kim olduğuna bakmadan, hiç çekinmeden, korkmadan, dostlukla, sevgiyle, güler bir yüzle sömürüyü, karanlığı ve faşizm karşısında omuz omuza dayanışmayı anlattı.
Olmadı! Ve bir Haziran gecesinde çıkıp gelen kötülük onun kalbine çok ağır geldi.
***
Bu dünyada bir Hamdoş dayı yaşadı: onurluca, insanca, herkesin derdini derdi kabul ederek, hepimize insanlığı öğreterek.
Ne mutlu bize tanıdık seni, güler yüzünden ve hayatından sosyalizm öğrendik.
Ne acı ki son günlerini güler yüzlü bir ülkede geçirmeni sağlayamadık.
Ama bil ki; toprağa emanet ettiğimiz Çapalı Köyü’nde dönülürken semah tabutunun çevresinde, gözlerimizdeki yaşa “Ben Musa’yım, sen Firavun” sözleri eşlik ediyordu.
Bir de yetmişini çoktan aşmış bir köylü kadının devrim ve sosyalizm uğruna ölen insanların anısına göğe yükselttiği sıkılı yumruğu!
“Bir gün mutlaka”... (OE/HK)