11 Eylül saldırılarının 23. yıldönümünde, ABD'li düşünür Judith Butler’ın "Kırılgan Hayat: Yasın ve Şiddetin Gücü" kitabında saldırıyı ele aldığı bir bölümü, Metis Kitap’ın özel izniyle bianet okurlarıyla paylaşıyoruz.
“11 Eylül’ün hiçbir mazereti olamaz” feryadı, ABD dış politikasının bu tür terör eylemlerinin mümkün olduğu bir dünya yaratmaya nasıl katkıda bulunduğu konusundaki herhangi bir ciddi kamusal tartışmayı bastırmanın yollarından biri haline geldi. Bunun en dramatik örneklerini uluslararası çatışmaya dair dengeli habercilik çabalarının tümüyle askıya alınmasında ve ABD ana akım basınının, ABD’nin askeri girişimine yönelik önemli eleştirilere (örneğin Noam Chomsky ve Arundhati Roy’unkilere)1 yer vermeyi reddetmesinde görüyoruz. Bütün bunlar yasadışı göçmenler ile terörist zanlılarının sivil özgürlüklerinin benzeri görülmemiş bir şekilde askıya alınmasıyla ve bayrağın 11 Eylül’de ölenlerle ve süregiden savaşla dayanışmanın (tek bir sembolik hamleyle sanki birine yakınlık duymanın anlamı öbürüne de destek vermek oluyormuş gibi) muğlak bir sembolü olarak kullanılmasıyla koşut gidiyor. Barış hareketiyle alenen çiğ bir şekilde alay edilmesi, savaş karşıtı göstericilerin çağdışı ya da nostaljik olarak nitelendirilmesi, savaş karşıtı hissiyatı ve çözümlemeleri had safhada marjinalleştiren bir kamuoyu mutabakatı üretmeye yarıyor. Bütün bunlar çağdaş ABD demokratik kültüründe muhalefetin değeri hakkında hayli yoğun bir kuşku uyandırmaktadır.
Bu hegemonyanın ifade bulması kısmen, belli terimlerin ne anlama geleceği, nasıl kullanılabilecekleri ve kullanılma biçimlerinin örtük olarak hangi dayanışma hatlarını çizeceği üzerinde bir mutabakat üretilmesiyle mümkün oluyor. “Terör eylemleri” lafını ABD’ye karşı düzenlenen 11 Eylül saldırıları gibi olaylar için ayırırız; böylece o şiddet eylemlerini, dış politika kararları ya da savaş ilanıyla haklı çıkarttığımız şiddet eylemlerinden ayrı tutarız. Öte yandan, söz konusu terörist eylemler Bush yönetimi tarafından “savaş ilanı” olarak yorumlanmış, böylece askeri tepki meşru müdafaa olarak konumlandırılmıştı. “Terörist” teriminin anlamı giderek daha da muğlaklaşıyor ve çeşitli bağımsızlık hareketlerine karşı savaş halinde olan iktidarlar tarafından sömürülüyor.
“ABD kuşkusuz şiddete maruz kaldı”
“Terörist” terimi mesela İsrail devleti tarafından Filistinlilerin direniş eylemlerinin herhangi birini veya tümünü tanımlamak için kullanılırken, kendi devlet şiddeti uygulamalarının hiçbiri için kullanılmıyor. Aynı terim Putin tarafından Çeçen bağımsızlık mücadelesini tanımlamak için kullanılıyor ve böylece bu bölgeye karşı girişilen şiddet eylemleri ulusal meşru müdafaa oluveriyor. Amerika Birleşik Devletleri, aynı terimi kullanarak, kendisini şiddetin ani ve su götürmez tek mağduru olarak konumlandırıyor. ABD kuşkusuz şiddete maruz kaldı, fakat şiddete maruz kalmak başka şey, bu durumu kullanarak, çektiği eziyetin kaynaklarıyla ilişkili olsun olmasın çeşitli hedeflere karşı sınırsız saldırganlıkta bulunma yetkisini kendi mağduriyetinden almayı temellendirmek başka şey.
Altını çizmek istediğim nokta, şiddeti anlama çerçevesinin şiddet deneyimiyle birlikte geldiği ve bu çerçevenin hem kimi tür sorulara, kimi tür tarihsel incelemelere meydan vermediği, hem de misilleme için ahlaki bir gerekçe sunduğudur. Öyle görünüyor ki bu çerçeveye dikkatle eğilmemiz çok önemli, çünkü çok kuvvetli bir şekilde neyi duyabileceğimizi, bir görüşün açıklama mı temize çıkarma mı sayılacağını, ikisi arasındaki farkı duyup duyamayacağımızı ve o farka riayet edip etmeyeceğimizi belirliyor.
Bu açıklayıcı çerçevenin bir de anlatı boyutu var. Amerika Birleşik Devletleri’nde, birinci şahıs anlatı bakış açısını kullanarak ve 11 Eylül’de ne olduğunu anlatarak hikâyeye başlıyoruz. Anlatının çıkış noktası bu tarih ve hem beklenmedik hem de tam anlamıyla korkunç olan şiddet deneyimi. Eğer anlatıya daha öncesinden başlamak istiyorsak seçeneklerimiz kısıtlı. Örneğin Muhammed Atta’nın aile hayatının nasıl olduğunu, kıza benzediği için alay konusu olup olmadığını, Hamburg’da nerenin müdavimi olduğunu ve uçağı Dünya Ticaret Merkezi’ne sapladığı âna psikolojik olarak nelerin yol açmış olabileceğini anlatabiliriz. Ya da bin Ladin ailesinden nasıl ayrıldı ve niye bu kadar öfkeli?
Böyle hikâyeler bir ölçüde ilgi çekici çünkü işin içinde kişisel bir patoloji olduğuna işaret ediyor. Akla yatkın ve sürükleyici bir anlatı olarak işliyor, çünkü failliği bir özne suretinde yeniden konumlandırıyor; kavrayabileceğimiz, kişisel sorumluluktan ya da İkinci Dünya Savaşı’nda Mussolini ve Hitler’le popülerleşen karizmatik lider kuramından anladığımız şeye uyan bir tablo bu.
PROFESÖR FUAT KEYMAN YORUMLUYOR
"11 Eylül dünyada bir korku türbülansı başlattı"
“Sanki nihai amacımız iyi nişan almakmış gibi”
Kuşkusuz bunları duymak, dünyanın etrafına yayılmış bir ağ oluşturan kimi bireylerin çeşitli şekillerde bu eylemi akıl edip uygulamaya koyduklarını duymaktan daha kolay. Eğer ortada bir ağ varsa, bir de liderleri, yani başkalarının yaptıklarından nihai olarak sorumlu olan bir özne olmalı. Bir ihtimal, kısıtlı ölçüde de olsa, El Kaide grubunun İslamcı doktrini nasıl kullandığı hakkında bir şeyler duyabiliriz ve liberal çerçevemizi güçlendirmek için onların İslam dinini temsil etmediklerini ve Müslümanların büyük çoğunluğunun onları hoşgörmediğini bilmek isteriz. El Kaide işin “öznesi” olabilir, ama kaynağının ne olduğunu soruyor muyuz? İşin içindeki bireyleri yalıtmak bizi olaylara daha kapsamlı bir açıklama getirme zorunluluğundan azat ediyor. Neden daha çok Müslüman liderin olayları açıkça kınamadığına belki şaşırıyoruz (ki çoğu örgüt bunu yaptı), ama Müslüman liderlerin, şiddet eylemlerini kesin olarak kınasalar da bu meselede açıkça ABD’nin yanında yer almalarının neden zor olabileceğini pek anlayamıyoruz.
Kendi şiddet eylemlerimiz basına tüm ayrıntılarıyla yansımıyor, dolayısıyla meşru müdafaa adına haklı görülen, onurlu bir dava için, yani terörizmin kökünü kazımak için yapılan eylemler olarak kalıyorlar. Afganistan savaşı sırasında bir ara Kuzey İttifakı’nın bir köyü kıyıma uğratmış olabileceği haberi geldi: Olay soruşturulacak mıydı, doğrulanırsa bir savaş suçu olarak yargılanacak mıydı? Afganistan topraklarında kanlar içerisinde bir çocuk veya bir ceset görüntüsü basına yansıdığında savaşın dehşetinin bir parçası olarak yansımıyor, yalnızca ordunun bombalarını doğru hedeflere yöneltme yetisinin eleştirisine yarayacak şekilde aktarılıyor. Kendimizi daha iyi nişan alamadığımız için azarlıyoruz, sanki nihai amacımız iyi nişan almakmış gibi. Yok edilen yaşamın ve öldürülen halkların göstergesini bizim sorumlu olduğumuz bir şeymiş gibi görmüyoruz, ya da bu öldürmenin ABD’nin insanlık dışı işler yapmakta olduğunu teyit ettiğini anlamıyoruz.
Kendi eylemlerimiz terör sayılmıyor. Ayrıca kendi eylemlerimize dair, o korkunç olayların ışığında oluşturduğumuz kendilik mefhumumuzla ilgili hiçbir tarihsel anlatı yok. 11 Eylül olaylarının ilişkilendirilebileceği hiçbir öntarih yok, çünkü hikâyeyi başka bir şekilde anlatmaya başlamak, işin nasıl olup da bu noktaya vardığını sormak faillik meselesini karmaşıklaştırmaktır, o da kuşkusuz ahlaki muğlaklık korkusunu doğurur.
11 Eylül’de gerçekleştirilen eylemleri affedilemez, mutlak surette yanlış sayıp kınayabilmek için, içinde bulunduğumuz duygulanımsal yapıyı, yani bir yandan mağdur konumuna düştüğümüz, bir yandan da terörün kökünü kazıma gibi haklı bir davaya koyulmuş olduğumuz yapıyı sürdürmek için hikâyeye, maruz kaldığımız şiddet deneyimiyle başlamamız şart. (JB/TY)
11 Eylül'ü anlatan film ve belgeseller
Dipnot:
1. Arundhati Roy, Guardian, 29 Eylül 2001; Türkçesi: Cumhuriyet Dergi, 18 Ekim 2001, çev. İlknur Özdemir.