6-7 Eylül 1955 "Atatürk'ün Selanik'te doğduğu eve bomba atıldı".
2 Temmuz 1993 "Gün Müslümanlığın gereğini yerine getirme günüdür".
Her iki katliamdaki "tahrikçi" Aziz Nesin'miş!
Burada "tahrik" mazeretlerinin tarihsel "tesadüflerden" ibaret olmadığını, 6-7 Eylül olaylarında, Çorum, Maraş, Gazi ve Madımak Katliamı’nda gördük ve yaşadık. Asırlardır bu topraklarda, "Tahrik" ile etnik ve dini temelli "milli galeyan"ların haklılığını izah eden ve bu izah biçimlerinde yaşanan zorlamalara tanıklık ettik.
"Tahrik" mazeretiyle izah edilen tüm bu olay ve katliamlar ortak özellikleri olan bir katliam mühendisliği ve tertiptir. Yani kendiliğinden değil, organize bir faaliyettir. Yani 6-7 Eylül 1955 olaylarından 2 Temmuz 1993 katliamında, Aziz Nesin ve Madımak Katliamı’nda öldürülen Asım Bezirci üzerinden nasıl bir tahrik politikasının sürdürüldüğünü göstermeye çalışacağım.
6 Eylül 1955
6-7 Eylül Olayları 1955 yılında basına "Atatürk'ün Selanik'te doğduğu eve bomba atıldı" olarak taşındı. "Tahrik edici" bu haber üzerine 6 Eylül akşamı başlayıp ve 9 saat süren olaylar sonucu İstanbul’da 16 Rum ve 3 Ermeni vatandaşı hayatını kaybetti, 32 Rum da ağır yaralandı. 4 bin 348 Rum’a ait işyeri, 110 otel, 27 eczane, 23 okul, 21 fabrika ve İstanbul’daki 74 kiliseden, 70’i yakıldı, yıkıldı. Mezarlıklarla binin üzerinde Rumlara ait ev tahrip edildi. Gerekçe belliydi; tahrik! Evet devletin temsilcileri olayın adını "Komünist tahriki" olarak koydular.
Dönemin sıkıyönetim komutanı Nurettin Aknoz tutuklanan solcular için "İstanbul’u yaktıran o heriflerdir. Hepsine müstahak oldukları cezayı verdireceğim. 10-15’ini sallandıracağım, geri kalanını da 25’er, 30’ar yılla zindanda çürüteceğim" diyerek, bu olaylarda "komünistler dışında" adres gösterilmeyeceği tehdidini duyurmak zorunda kaldı.
Yani bu olaylarda "solcu parmağı" görüşü resmiyet kazanması gerekiyordu. Bu bir psikolojik ve toplumsal tahrik mühendislik projesiydi. Uluslar arası medyanın bu olaylara yoğun ilgisi sonucu, tutuklananlar üzerinde şüphe zayıflamaya başlamıştı.
Tahrikçiler kim mi? O da belliydi. Devletin temsilcileri onlarında adını duyurdu; Aziz Nesin, Asım Bezirci ve Tahir Kemal gibi elli civarında solcu aydın! Devletin temsilcileri bu kişileri "tahrikçi" ve "sorumlu" olarak tutukladı.
Tesadüf buya, 2 Temmuz 1993 katliamına neden olarak gösterilen "baş tahrikçi Aziz Nesin" 1955 yılındaki bu vahşi saldırılarda da Kemal Tahir gibi 47 solcu aydın arkadaşıyla "tahrikçi" ve "tertipçi" olarak tutuklandı. Bu tutuklamanın en ilginç yanı ise ‘suçlular listesi’nde olaylar öncesinden ölmüş ve o dönem halen askerde hizmet verenlerde vardı!
6-7 olayları nedeniyle tutuklanan aydınlar için, Askeri Mahkemenin 25.11.1955 tarihli kararında şöyle yazıyor: "6/7 Eylül 1955 hadiselerinde tahrik, teşvik ve iştirakten sanık 47 tutuklu hakkında, tutukluluklarının devamına karar verildiğinin kendilerine tebliği.…" Sonuçta "tahrik ve teşvikten" dolayı, Aziz Nesin, Asım Bezirci ve arkadaşları beş ayı hücrede olmak üzere toplam dokuz ay cezaevinde kaldılar. O nedenle Aziz Nesin "ipten döndük" demişti.
Fakat ötekileştirmeye dayalı ideolojik inat durmak bilmiyordu. 38 yıl sonra Madımak Katliamı’nda Asım Bezirci’yi yakarak öldürürken, Aziz Nesin’i ise öldürememiş ama yaralı kurtulmasını engelleyememişti. 1955 ve 1993 kardeşlik bağlarının kopartılmaya çalışıldığı tarihlerdir.
Oysa bu olayın hükümet eliyle yapılan eylem ve tahrik olması ancak 50 yıl sonra, yani 2005 yılında ortaya çıktı. O nedenle 27 Mayıs Yassıada Mahkemeleri, DP yöneticilerini, 6-7 Eylül Olaylarını organize etmekten dolayı suçlu buldu. Daha sonra mahkeme ifadelerinde Oktay Engin’in MİT adına çalıştığı ifade edildi. Basına yansıyan haberlere göre 6 - 7 Eylül Olayları öncesinde, Selanik'te Atatürk’ün evini bombalayan MİT ajanı Oktay Engin olarak ifade edildi. Daha sonra mükafat olarak, İç işleri Bakanlığı’nda görev aldı ve daha sonra Nevşehir’e Vali oldu. Çünkü devlet için "kurşun atan kahramandı." Yani 6-7 Eylül olaylarında "Komünist tahriki" yoktu. "Hükümet tahriki" ile Gayri Müslim yurttaşlara yönelik yaratılan "milli galeyan" vardı. Yıl 2008 halen özür dileyen devlet yetkilisi ortaya çıkmadı.
2 Temmuz 1993
2 Temmuz 1993 tarihinde Sivas’ta kökten dinci örgütler, Aziz Nesin’in ve Pir Sultan Abdal etkinliklerine gelenlerin cezalandırılması için tahrik haberlerini yaymaya başladı. Bildiriler yayınlandı ve camilerde dağıtıldı. Bildiride "gün Müslümanlığın gereğini yerine getirme günüdür" denilerek, "Aziz Nesin ve şeytana dost olan bu insanların öldürülmesi" emri veriliyordu. "Şeriat gelecek zulüm bitecek" ve "Sivas Aziz’e mezar olacak" sloganları eşliğinde Madımak Katliamı için düğmeye basıldı.
Tüm bu "tahrik" haberleri ile Sivas’ta dini temelli bir "milli galeyan" yaratma çalışmaları günler önce başlatıldı. Katliam öncesi yerel gazetelerdeki bu tahrikler, devletin savcısı için bir suç gerekçesi sayılmadı. Katliam öncesi, katliam geliyorum diyordu. Hükümet ve devletin güvenlik kurumları sadece süreci seyretmekle geçirdi. Katliam günü dini temelli "milli galeyan" yaratıldı. Madımak Oteli ateşe verildi ve 9 saat boyunca otel içinde bulunan aydın, sanatçı, Pir Sultan gençleri ve 2 otel çalışanı dahil 35 insan, devletin güvenlik görevlileri, mülkü amirleri, yerel yöneticileri, cumhurbaşkanının, başbakanının, yani devletin gözü önünde vahşice katledildi.
Madımak Katliamı’nda, devlet tarafından 6 Eylül 1955 olaylarının "faili" ve "tahrikçisi" olarak gösterilen Aziz Nesin yaralı kurtulurken, Asım Bezirci vahşice öldürüldü. Yüzlerce insan yaralandı ve Sivas’ın üzerini kara bir duman kapladı. Gerekçe belliydi; Tahrik! Suç "Aziz Nesin’nin tahrik edici konuşması"ymış! Asıl suçlular ve tahrikçiler halen serbest ve yargı önünde hesap vermedi.
Her iki olayda da aslında mesele "tahrik" değildir. 6-7 Eylül 1955 Etnik ve dinsel kültürel kimliği yok etme üzerine kurulurken, 2 Temmuz 1993 katliamı demokrasi, laiklik, insanlık değerleri ile birlikte Alevi kimliğine yönelik ideolojik bir kıyımdı. Aziz Nesin her iki olayda, Asım Bezirci ise sadece 6-7 Eylül olaylarında ‘tahrik eden’ değil, mağdurları ve kurbanlarıydı.
Her iki katliamda devlet korumadı, kolladı ve seyretti
6-7 Eylül 1955 vahşetinde tanıklarının ifadelerine göre, olaylar sırasında polisler saldırganlara "Cana bir şey gelmeyecek, yalnızca kırılıp dökülecek" diyerek destek vermişti. O dönem sıkıyönetim ilan edildi. Sıkıyönetim ilanına ilişkin tartışmalarda, "güvenlik kuvvetlerinin zafiyeti ve vaktinde önlem almaması" eleştirilince, dönemin Başbakan Yardımcısı Fuad Köprülü, "bu hadiseden Hükümet önceden haberdardı. Ona göre bazı tertibat da almıştı. Fakat hadisenin günü ve saati belli değildi" gibi komik bir savunma yapar. 2 Temmuz Katliamı'nda ise, saldırganlara benzer siyasi, resmi destek ve güvenlik kuvvetlerinin önlem almaması gerçeği vardı. Sivas’ta katliam günü, belediyece otelin karşısına kamyonlarca taş dökülmüş, otel önündeki güruha destek sağlanmıştı. Tanıkların ifadesine göre Belediye Başkanı Temel Karamollaoğlu imiş. Belediye başkanı, yanında belediye çalışanları eşliğinde otel önüne kurdukları mobil ses düzeninden kalabalığa "Gazanız mübarek ola" diye saldırganlara destek vermiş.
Cumhurbaşkanı Demirel "Halkla polisi karşı karşıya getirmeyin" talimatını verirken, güvenlik güçleri ise saldırganlara "müdahale etmeyin" emrini çıkarttı. Demirel katliamın ardından verdiği katilleri ve güvenlik güçlerini aklamaya çalıştı "Olay münferittir. Ağır tahrik var. Bu tahrik sonucu halk galeyana gelmiş... Güvenlik kuvvetleri ellerinden geleni yapmışlardır."
Başbakan Tansu Çiller ise katliamcıları açıkça savunan açıklamalar yapmıştı. "Çok şükür, otel dışındaki halkımız bu yangından zarar görmemiştir!.. Halktan kimsenin burnu kanamamıştır ve ölenler de çıkan yangından boğularak ölmüşlerdir."
Daha da ileri giderek bir cehalet sergileyip, gazetecilerin bir sorusu üzerine "Olayı bu kadar büyütmek yanlış, bir futbol maçında da bu kadar insan ölebilirdi" diyebilmiştir. Katliamın tüm destekçileri ve devlet adına seyredenler hesap vermedi.
Bu katliamda Belediye Başkanı, Vali, Tugay komutanı, General, cumhurbaşkanı, başbakan, cumhuriyet savcısı katliamı, 6-7 Eylül 1955 yılında olduğu gibi 9 saat boyunca seyretmiştir
6-7 Eylül 1955 olaylarında dini ve milli refleks olarak tahrik
Farklı kimlikleri yok etmeye dönük katliamcı yaklaşımlarda sürekli "tahrik" unsuru arandı. Dünyada bunun örnekleri oldukça çoktur. "Halkın duygusal tepkisi," "milli galeyan" gibi ifadelerin arkasına sığınıldı. Çorum, Maraş, Gazi ve Madımak katliamının ardından yaşandığı gibi, 6-7 Eylül 1955 olaylarının ardından, o zamanki hükümet için suçlular ve gerekçe belliydi: "Solcu tahriki!"
"Türk milliyetçiliğini ve Müslümanlığını korumak için" bu olaylar ve katliamlar ya solcuların üzerine bırakıldı ya da üstü örtüldü.
Tahrikin hedefindeki "günah keçilerinin" adresinde ikamet etmek
Osmanlıdan cumhuriyete geçiş sürecinin en sancılı temel meselelerinden biri, Anadolu’nun farklı kimliklerinden ve renklerinden, etnik ve dinsel eksende tekçi/homojen bir ulus-devlet kurmaktı. Cumhuriyetin kuruluşu ile birlikte temel bir politika olarak benimsenen tekçileştirme ve homojenleştirme çabaları, resmi politikalarla üretilen zorunlu asimilasyon politikaları ile sürdürülmüştür. Ayrıca farklı yöntemlere de başvurulmuş olup, örneğin, Alevilerin, Kürtlerin, Gayrimüslimlerin, Rumların, Ermenilerin, Yahudilerin ve daha bir çok farklı inanç ve dillerin varlığına ideolojik olarak tahammül etmeyen çevreler ve devlet politikası sosyal baskı mekanizmalarını üreterek ve farklı kimliklere yönelik şiddet ve yok etme girişimlerinin alt yapısını hazırlamıştır.
Yazılı metinler, yasalarda her ne kadar eşitlikten bahsedilirse edilsin, her ne kadar tüm yurttaşların yasalar önünde aynı hak ve ödevlere sahip olduğu iddia edilirse edilsin, gündelik hayatın acı gerçeği bunları, 6-7 Eylül olaylarında, Maraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta ve Gazi’de yalanlıyordu. Eğer devletin resmi olarak tanımladığı kimlik politikasının ve kodlarının dışındaysanız, "günah keçisi" olarak, tahrikin hedefindeki adreste ikamet ediyorsunuz demekti. Bu nedenle tahrikin gösterdiği adres beliydi; ötekileştirilen renkler.. Aleviler, Kürtler, Gayrimüslimler, Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, Süryaniler, Yezidiler ve daha daha…
Tahrik etmek ve katl-i vacip fetva yazdırıyor
Etnik ve dinin temelli güçlendirilmiş sosyal baskı mekanizmaları ve "mahalle baskısıyla", Türkiye’de "tahrik ettiler" dolaysı ile "katl-i vacip" fetvası ile halkı farklı olanın üzerine kışkırtmanın mazereti hazırdır. Bu coğrafyada en sık başvurulan yoldur bu. Örnek oldukça çok. Ama bir kaçı ile yetinecek olursak: Şeyhülislam fetvaları ile 16. yüzyılda Kızılbaş Alevilere yönelik katliam, 6-7 Eylül 1955’te Gayri Müslimlere yönelik "milli galeyan" ile gerçekleştirilen olaylar, yerinde etme ve ayrımcı cinayetler, Maraş’ta, Çorum’da olduğu gibi, Madımak’ta 35 insanı bir oteli ateşe vererek diri diri yaktıran "Müslümanlar" imzalı "fetva bildirileri…"
Öfkeyi artırma, şiddet ortamını farklı kimliklere yönelerek yaratmanın diğer mazeretidir, tahrik. Tahrik aynı zamanda gizli kalınması istenilen gerçeğin manüpüle edilmesinin diğer adıdır. Bir tür siyasi gizleme yöntemidir. O nedenle suçun yükleneceği bir günah keçisinin bulunması eylemi olarak sunulur tahrik.
Gizli ellerin yarattığı her siyasi felaketin ardından, bir günah keçisinin "tahrik" ettiği tespit edilir. Dolaysıyla bunun karşısında "tahrik edilenin haklı" olduğu tezinin kanıksadığı ve tahrik oluşun kimlik ve manevi değerlere bağlılık ile ölçülerek, etnik olarak tahrik olma hakkını, Müslüman olarak tahrik olma hakkını kullanarak, cinayet işleyenler bu coğrafyada ‘vatan için kurşun sıkan’ kahramanlar, gibi "Müslüman kimliğine hakareti korumak için", "Kafiri öldüren cennetlik" olarak sınıflandırılır.
Bu nedenle bu coğrafyada "tahrik edeni infaz etme hakkı"nı kullananın eylemi meşru ve kendisi kahraman görülür.
Yani bu topraklarda farklı kimliklere sahip insanların ortak düşleri ve ortak gelecekleri parçalanırken, egemenler buna bir haklılık kılıfı arıyordu. 6 Eylül 1955’de Rumların kiliselerindeki çanlar ve değerli eşyalar "Ya Taksim, ya ölüm" sloganları eşliğinde yağmalanırken ve kilise papazı öldürülürken, Madımak oteli, "Yaşasın Şeriat!, Kanımız Aksa da Zafer İslamın" sloganları eşliğinde ateşe veriliyordu. Tek farkı yer, tarih ve mekan.
Ortak yanı ise farklı olanı yok etme ve tekleştirmekti. Evet kısacası, Balıklı Rum Kilisesi papazını öldüren, gaz dolu bidonlarla kiliseyi yakanlar, Madımak oteline benzin döküp 35 insanı diri diri yakan güruh arasında bir fark yoktur. Tek fark, farklı zaman dilimlerinde aynı siyasi mühendisliktir. 1955 yılında İstanbul’daki gerici güruhun Rumlara ve diğer gayri Müslimlilere karşı zalimleştiğini, 1993 yılında Madımak oteli önünde Frankeştaynlaşarak gelişmesini izah etmek zor değil. Bu coğrafyaya ne ekilirse o biçilir.
Aslında tüm olay ve katliamların arkasında olan egemen güçlerin, zalimlerin hikayesi, hedefi ve yöntemleri ortaktır. Ama aynı zamanda bu olayların ve katliamların mağduru olan kesimlerinde hikayeleri, acıları ve yaşadıkları travmalar ortaktır. Farklı olan sadece tarihler ve mekanlar.
" 'Tahriklerin' ve 'milli galeyanların' faturasını çocuklarımız ödüyor"
"Tahrik" ve "milli galeyan" gibi anlamsız kavramların arkasına sığınarak bu ülkenin imajını ve toplumsal barışını bozmaya, farklı kimliklerin birbirine karşı düşmanca yetiştirmesine kimsenin ön ayak olmaması gerekir. 21.Yüzyılın Türkiye’sinde halkın "öfkeleriyle" oynamanın ne gibi tehlikeli sonuçlar doğurduğunu, "derin" toplumsal mühendisliklerin frankenştayn senaryolarına dönüştüğünü, hiçbir kötülüğün bir sır olarak kalmayacağını, her felaketin faturasının çocuklarımıza ve gelecek kuşaklara bırakılacak kötü bir miras ve faturası olacağını, 6-7 Eylül olaylarının üstünde 53 yıl, Madımak Katliamının üzerinde 15 yılda geçse, bu ülkenin utanç günleri olarak tarihe kayıt düşecektir. Aslında 2 Temmuz’larda ve 6-7 Eylüllerde sokakta olmak ve unutturmamak üzerine sürdürülen mücadele, Türkiye’nin kendisiyle ve tarihiyle yüzleşmesine çağrıdır. 2 Temmuz’da Madımak oteli önüne karanfil bırakmak, tarihin karanlık olayları, katliamları ve yaraları ile cesaretle yüzleşmek ve hesaplaşmak için bir çağrıdır.
Paslanmış kulakların açılması, kilitlenmiş dillerin çözülmesi, kemikleşmiş önyargıların kırılması ve çürümüş vicdanların canlanması için çağrıdır.
Bu aynı zamanda "Anayasa’ya uyun" ve "insan haklarına saygı gösterin" diye bir hatırlatmadır. Anayasamız "yurttaşların eşit ve özgür olduğu, temel insan haklarına dayalı, sosyal hukuk devletidir" şeklinde tarif edilmekte; yine Anayasamızın 10. Maddesinde; "herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kimseye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz” denilmektedir. Benzeri birçok ilkeye ve uluslar arası evrensel hukuk normlarına uymak zorunda olan hükümetler, Anayasa ve evrensel hukuk normlarıyla çelişmek pahasına, Alevi, Gayri Müslim, Kürt ve diğer farklı kimliklere mensup Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarına ayrımcılık yapamaz ve farklı kimliklere yönelik katliamlara ve baskılara gözünü kapayamaz, destek sunamaz. Tekçiliği rehber edinip, "Türk İslam Sentezine" ayrıcalık/imtiyaz tanıyamaz.
Madımak oteli önüne bırakılan karanfiller ve İstanbul’da yakılan ve yağma edilen kiliseler önüne bırakılan mumlar, "Çağdaş ve demokratik bir Türkiye için geçmişle yüzleşelim mi? Yoksa otoriter, tekçi ve baskıcı bir ülkede tarihsel yaralar ve karanlıklarla yaşamaya devam mı edelim" sorusunu Türkiye’ye yöneltmektedir. Şimdi hep beraber bu soruyu cevaplayacak adımları atalım.
Günümüz dünyasında bir çok ülkede yaşanmış karanlık, kabus ve travmayla dolu tarihsel kesitlerle yüzleşmenin yaşandığı ve bu konuda bir çok uluslararası tecrübe ve birikim oluştuğuna tanık olduk. Almanya, Arjantin, Güney Afrika, Şili ve daha bir çok ülkede, "geçmişle hesaplaşma" amacıyla önemli girişimler başlatıldı. Bu ülkelerdeki demokratik hak talebi girişimlerinin sonucunda elde edilen kazanımlar, uluslararası demokratik toplumlara önemli tecrübe, kaynak ve rehberlik oluşturdu.
Bu konuda uluslararası tecrübelerden yararlanmayan bir ülke olarak Türkiye, geçmişle hesaplaşmak ve yüzleşmek zorunda olan bir ülkedir. Çünkü bu ülkede kabuk bağlamayan ve tedavi edilmemiş derin yaralar ve travmalar halen diriliğini korumaktadır. 12 Eylül darbesi, 6-7 Eylül Olayları, 1 Mayıs, Çorum, Maraş, Gazi, Madımak katliamlarının bıraktığı derin yaralar ve travmalar halen sürmektedir. Bu yaralardan ve travmalardan bazıları eskiye dayanmakla birlikte, tarihsel bir yüzleşme yapılmadığından yeni yaraların açılmasına da sebep olmuştur.
Bu yüzden ırkçılık ve farklı inanç gruplarına yönelik ayrımcı ve baskıcı davranışlar tüm çağdaş ülkelerde olduğu gibi ülkemizde de yasaklanmalı; ırkçılık suçu işleyenler, insanlığa ihanet suçuyla yargılanmalıdır.
Farklı renklerin, Türkiye adı verilen gökyüzü altında "farklı ama, birlikte yaşam" isteklerinin yükseldiği süreci acılarımızı ve dilimizi ortaklaştırarak yaşamalıyız. Bunu istemeliyiz. Bu istek, bunca yaşanmışlıklara, acı ve kötü tecrübelere rağmen yükseltilmelidir. Toplumun gündelik yaşamını zehir eden, huzursuzlaştıran onca kötülüklere ve siyasi cinayetlere inat, farklılıklarımızla bir arada yaşama ve geleceğimizi birlikte kurma düşüncesini daha da sık dillendirmek ve daha da yaygın şekilde ifade etmek zorundayız. Bu yeni ‘dil’lendirme üzerinden sivil toplum eksenli mücadele yaygınlaşarak genişlemeli ve büyümelidir.
Resmi tarih ezberine karşı, hayatın ve yaşanmışlıkların tarihini açığa çıkarmak
Resmi tarih, aslında toplumun gerçeği öğrenmemesi gereken tarihtir. Böyle olunca, "resmi tarih" aslında, siyasi iktidarların kendi ihtiyaçları doğrultusunda, geçmişte yaşanmış olan gerçekleri, acıları, katliamları ve travmaları ters yüz etmek için kurguladıkları ideolojik senaryodur. Resmi tarihin asıl amacı toplumsal belleğin (hafıza-ı enam) yok edilmesidir. Tarihi karanlıklarını gizlemenin diğer adıdır. Örneğin Türkiye’nin Madımak gerçeğiyle buluşmasını engellemektir. Yani toplumun gerçeklerle buluşmasını engelleyip, toplumun hafızasına format çekmektir.
Egemen güçler resmi tarih anlayışını oluştururken, toplumsal hafızamızın silinmesini de hedefler. Yani toplumsal belleğin (hafızanın) yok edilmesinin, bozulmasının yolu, yeni bir resmi bellek/hafıza üretmekle mümkündür. Yıllardır süregelen tarihsel bellek çatışmasının arkasındaki en önemli sebep budur. Bu nedenle bizlerin parçalanmış ve bölük olan belleklerimizi ve hafızalarımızı birleştirmemiz ve ortaklaştırmamız gerekir.
Yıllar geçiyor ne özür dileyen var! Ne yüzü kızaran!
6-7 Eylül olaylarında benzin dökülerek yakılan Hrisantos Mantas, 90 yaşında iken, Madımak Otelin’de benzin dökülerek yakılan Asım Bezirci 71 yaşındaydı. 6-7 Eylül’de, Hebe Giolma kaçırıldı, tecavüz edildi ve hunharca öldürüldü. Adı ve yaşını kimse bilmiyor, fakat bilinen tek şey, 7 Eylül’de halk tarafından Eminönü’nde linç edilerek öldürüldü. Koray Kaya ise 12 yaşında Madımak otelinde diri diri yakıldı. Isak Uludağ, çalıştığı okul kundaklandı ve yanarak öldü, tıpkı Madımak otelini kundaklayanların Serpil Canik’i öldürmesi gibi.
Hikayeleri ortak insanlar.
Renkleri farklı. Farklı tarihlerde ve farklı mekanlarda, aynı güçlerin kurbanı oldular. Katliamcılar ve ‘tahrik’ olanlar aramızda dolaşıyor…
Yıllar geçiyor… Ne özür dileyen var... Ne de yüzü kızaran….
Unutmak, toplumu tarihsizleştirmek ve kişisizleştirmektir.
Madımak Öteli önüne bir karanfil bırak, Balıklı Rum Kilisesi önünde bir mum yak
Alevi hareketinin Madımak Katliamı’nı unutturmamak ve tarihsel yüzleşmeyi sağlamak amacıyla "Madımak oteli utanç müzesi olsun" talebini içeren mücadelesi, aslında tam da resmi tarihin "kaşımayın unutun" sloganı altında sürdürdüğü, toplumsal hafızayı silme girişimine karşı bir duruştur.
6-7 Eylül olaylarının da gün ışığına çıkarılması ve tarihsel bir yüzleşmenin gerçekleşmesi çağrısı bu doğrultudadır. Resmi tarihte özneler ve asiller yoktur. Resmi tarih toplumsal hafızayı silerken, tarihin karanlık ve soğuk yüzünün mağduru olan Alevileri, Ermenileri, Kürtleri, Gayri Müslimleri adıyla anmaz. Hafızaların güncelliğini korumasına yardımcı olan isimlendirme ve tanımları yok eder.
Yalan, inkar, tahrifat ve sansüre dayalı bir tarih anlatımına müsaade eder. İnkar ve yalana dayalı tarihsel verilerle oluşturulan toplumsal belleğimiz, resmi anlayışın ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde yeniden üretilir. Üretilen tarih üzerinden eğitilen genç nesiller, gerçek tarihsel olaylar yerine, resmi anlayışın ürettiği tarih bir tarih versiyonuyla şekillenir.
İşte tüm bu acı hikayelerin mağdurları olarak, acılarımızı 2 Temmuz’da Madımak Oteli önüne karanfil bırakarak, 6-7 Eylül’de Balıklı Rum Kilisesi önünde mum yakarak, Türkiye’de tarihsel yüzleşmeyi başarmalıyız. Bunun için herkese dönüp "sana da ihtiyacımız var" diyebilmeliyiz. Çünkü acılarımızı bizi musahipleştiriyor. (TE/NZ)
__________________________________
* Turan Eser, araştırmacı-yazar