Bu iddiaya nereden geldiğimi, size 2010 Ağustos’unda Birgün’de “Gladyocuların öteki tarafa yolculuğu” başlığıyla yayımlanan yazımdan bir kaç satır aktarıp izah etmeye çalışayım.
“Şimdi bazı okurlarımız “Bu hakan makan nereden çıktı” diyecekler elbette, rejim değişiyor ya oradan. Yeni rejimin adı bence monarşi, çok mu abarttım, hadi sizi kırmayayım meşruti monarşi olsun. Böylelikle parlamenterler de yüce sultanımızın kudretinin (Cenab-ı Hak zeval vermesin) yanında bir işe yaradıklarını zannetsinler…”
Bu satırları o zaman okuyan insanların muhtemelen çoğu dudak bükerek ya da espri yaptığımı düşünerek gülüp geçmişlerdir. Bunlar maalesef kehanet değildi. Sadece biraz ilgili olmanın, uzaktan bakmanın bazı avantajlarıyla gördüğüm şeylerdi.
Bunları söylemek için çok mu erkendi? Bence değildi.
O zaman da oligarşi içi konsensüs 12 Eylül referandumu üzerinde bir uzlaşmaya sahipti. Yani dönemin oligarşik iktidarını şekillendiren geleneksel sermaye kesimleri, Fetullah Gülen hareketi çevresinde biçimlenen Anadolu Kaplanları diye anılan çevrenin bir kısmını da kapsayan hatırı sayılır bir sermaye grubu ve Erdoğan’ın bizzat etrafında ve politikalarıyla motive ettiği bugün başa güreşen lümpen burjuva kesimler kapitalizmin sömürü ve talanını derinleştirme politikalarında bir uzlaşıya sahiplerdi. Bunu da iktidarı daha fazla merkezileştirerek, “neoliberal akıl” çerçevesinde toplumu biçimlendirerek, neoliberal bir diktatörlük kurarak başarabilme hevesindeydiler. Bu konuda dönemin ABD ve AB politikaları (ılımlı İslam, örnek ülke, bölgesel güç, BOP gibi) en önemli destekçileri ve bu ittifakın yapı harcıydı.
Fakat bu hesaplar ve oligarşi içi uzlaşı “Arap Baharı”nın yarattığı anaforda dağıldı. Bölgede ABD politikalarının “başarısız”lığı, Erdoğan’ın kendi gücünü abartarak Yeni Osmanlıcı politikaları hayata geçirmek için “bağımsız” davranma eğilimini açığa çıkardı. Bu saatten sonra oligarşi içi uzlaşamazlıklar derinleşti. Bunun yansımalarından biri Fetullah Gülen gurubunun yönetim aygıtından ve sermaye kesimleri içinden tasfiye edilerek, bu gruba ait varlıkların diğer egemenler arasında pay edilmesi oldu.
Bu dönem aynı zamanda geleneksel kontrgerillacı kesimlerle Erdoğan rejiminin ittifaka girdiği süreç oldu. Bugün gelinen durum ise yapılması dahi meşru olmayan (maalesef muhalefet tarafından engellenmeyen/engellenmesi dahi düşünülmeyen) bir referandum sonucu, iktidar bütünüyle gasp edilerek yüzyıllık bir tahribat organize edilmeye çalışılıyor.
Bu konuda şimdilik egemen kesimler içinde bir uzlaşma var gibi gözükse de yeni çatışmaların gündeme gelmesi kaçınılmaz. CHP’nin artık genetik bir reflekse dönüşmüş, her durumda kurucusu olduğu devleti savunmayı esasa alan, devrimci hareketler karşısında tereddütlüymüş gibi görünen ama gerçekte rejime sadakatten başka bir anlamı olmayan yalpalamaları, geleneksel sermaye kesimlerinin konumunu göstermesi açısından da önemli.
Başlıktaki yargıya nereden vardığıma gelince, bunun örnekleri hali hazırda yaşanıyor, var. Örneğin Azerbaycan. Son seçimlere muhalefet katılmadığı gibi AGİT gözlemci dahi göndermeye tenezzül etmedi.
Seçim var mı? Var.
Sandığa gidilebiliyor mu? Evet ama sonucu Aliev ya da bu işlerle ilgili herhangi bir insan size bir yıl önceden söyleyebilir.
Erdoğan’la simgelenen rejimin demokrasisi de böyle bir şey olacak. Bu dünyanın başka yerlerinde de var.
Sürekli plebisit, referandum ve seçim bu tarz rejimlerin standart özelliği. Bu durum sürekli kutuplaşma ve bir süre aklın durmasını, sorgulamaksızın “lider”in gösterdiği yöne bakılması gibi sonuçlar doğuruyor.
İsteyen epey benzer durumlar sergileyen Macaristan’daki Orban yönetiminin yaptıklarına da bir göz atabilir. Tabii geçmişlerinde mali işler de dahi George Soros’la yakın teması olmuş bu yönetimlerin şimdi sokakta protesto gösterisi yapanları Sorosçulukla suçlamaları ise ayrı bir “harikalık” olsa gerek.
Tek yol
Türkiye halkları açısından tarihi bir süreçten geçtiğimiz açık. Bu saatten sonra rejimin restorasyonu ya da kısmi reformlar ön gören liberal yalan ve programlar Türkiye halklarının umudu olamaz.
Referandum, başta Kürt halkı olmak üzere ülkemizin hala (ve hatta dünyanın hiç bir yerinde şu an olmadığı kadar) onurlu, baş eğmeyen bir muhalefeti olduğunu bir kez daha belgeledi.
Bunca zaman devlet baskısı ve her türden beyin yıkama faaliyetine karşı koymuş ülkenin yarısı, hayır kampanyası yürütenler olarak, referandumda gösterdiği gibi sonrasında hakkını arayarak bunu sergilemeye devam ediyor. Bu muhalefetin, referandum sürecinde şekillenen örgütlenme tecrübelerinden de yararlanarak gerçek değişimler için en geniş cepheyi somut hedefler etrafında örme zamanı. Bu somut hedefte önemli ölçüde hükmedebilme yeteneğini kaybetmiş rejimin alaşağı edilmesidir. YSK gibi kurumlarla uğraşmak oyalanmaktan ve gerçek bir sonuç doğurmayacağı gibi kendi kendini aldatmaktan başka bir netice vermiyor. Rejim açısından sınırlı dahi olsa atılacak bir geri adım olasılığı yok, çünkü gerisi uçurum.
Bunun dışında AB ve ABD gibi güçlerin kurumlarından medet ummak hem ilkesel olarak yanlış hem de mantıken böyle bir olasılık yok.
AB ve ABD yönetimleri Erdoğan rejimiyle uzlaşma pazarlığını referandumdan önce başlatmışlardı. Bu hala sürüyor. Mesele bu saatten sonra kimin ne kadar taviz vereceğinde düğümlenmiş durumda. Yoksa tarafların sadece “maddi” nedenlerle dahi uzlaşma zeminlerinde herhangi bir pürüz yok.
Yazıyı müsaadenizle bir ukalalık yaparak “Şili Referandumu Türkiye'ye Esin Kaynağı Olabilir mi?” başlıklı yazımdan bir alıntı yaparak bitireyim:
“Peki, bizim hissemiz ne?
Yukarıda anlatmaya çalıştığım şeylerden benim çıkardığım tek şey kazanmak istiyorsanız, sonuna kadar mücadele etmenin, devrim yapmanın zorunluluğu. Çünkü başkalarının bize güzel bir hayat bahşetmek gibi bir hülyaları yok. Hele bugün neoliberal diktatörlüklerin (farklı tonlarda da olsa) sayısının giderek arttığı bir dünya da bu tarzdan bir “esinti” olasılığı dahi mümkün değil.
Bu yüzden asgari ortaklıklar temelinde en geniş ‘Hayır’ cephesini örerken, referandumun sadece bir durak olduğunu ve asıl derdimizin bu ortaklığı, yaratmak istediğimiz dünyanın bir suretine dönüştürmemizin ancak geleceği kazanmanın teminatı olacağı, unutmayacaklarımız arasında yer almalı.” (AS/HK)