Mehmet Ali Aybar'ı anmak için düzenlenen "Medya ve İktidar" konulu bu toplantının 'Darphane'de yapılması manidar. Bir darp durumu var galiba!
"Medya ve İktidar" deyince benim aklıma üç resim, üç saptama geliyor:
* Türk egemen medyasında, özellikle de yazılı basında, gazetelerde birinci sayfalara bakın, içeriğin çoğu zaman yaklaşık olarak yüzde 60'ını Ankara kaynaklı haberler, bilgiler, yorum ve görüşler oluşturur. Bu resmi ya da bir başka deyişle devlet gazeteciliğinin gereğidir.
Başbakan dedi ki..., Genelkurmay Başkanı açıkladı..., Ankara Atina'ya nota verdi... türünden haberlerdir bunlar. Siyasi gibi görünür ama esas olarak ve hakikaten siyaset haberleri değil, devlet haberleridir bunlar. Hatta haber demek bile kuşkulu bence. Propaganda çoğu çünkü.
* Türkiye'de yaygın medyada, yine esas olarak gazeteleri alıyorum, şimdi İsmet buna karşı çıkacak belki ama varsın karşı çıksın, iç hiyerarşi ve mekanizma olarak şöyle bir durum var:
Gazetenin Genel Yayın Yönetmeni olabilmek için önce Ankara Büro şefi, Ankara temsilcisi olmak gerekir. Ben buna 'Devlet Stajı' diyorum. Çünkü, önemli bir gazetenin kaderine hükmedecek olan kişinin önce Ankara'da sivil ve askeri bürokrasiyle tanışması, onlardan bir tür icazet alması gerekir.
Bir de bu meşhur Ankaralı gazetecilerle İstanbullu gazeteciler arasında ebedi bir tartışma konusu vardır: Ankaralı gazeteciler, İstanbullu meslektaşlarını hep küçümser: "Siz İstanbul'da olsa olsa en fazla İstanbul Valisi ile beraber olabilirsiniz. Bizse Ankara'da her gün Cumhurbaşkanı, Başbakan ya da diğer önemli zevatı izleyip onların haberini yapıyoruz". İlginç bir övünme payı değil mi? Çünkü haberin değerinin haberin kahramanıyla ilgisi varmış gibi. Çünkü devlet hiyerarşisi ile haber hiyerarşisi arasında sanki bir paralellik varmış gibi...Ankaralı meslektaşların kriteri devlet, dolayısıyla habere de devlet gözlüğünden bakıyorlar.
* Üçüncü resim, bir olay. Yabancı bir örnek. Ben 1983-87 yılları arasında Londra'da BBC'de çalıştım. Aynı dönemde Cumhuriyet'in Londra muhabiriydim. Bir ara bizim Haber Müdürü Yalçın Bayer Londra'ya geldi. Bende kaldı. Yalçın Bayer çok ilginç bir adamdır. Tanıyanlar bilir. Haber delisi bir arkadaşımız. Çok derin ve boyutlu olmasa da her şeye haber gözüyle bakar. Mesela Londra'da sokakta yürüyoruz, bir manavın önünden geçiyoruz, o zamanlar Türkiye'de yoktu, işte kivi, avokado gibi egzotik meyveleri gördü Yalçın ağabey. Döndü bana: "Ne bu ya, ne bu ya? Nerede yetişiyor? Nereden ithal ediliyor? Kilosu kaç para? Vitamin değeri ne? Yazsana oğlum bunları...Ne biçim muhabirsin sen!" diye fırçaladı. Sanki ben zerzevat muhabiriyim!
Esas anlatacağım bu değil tabi. Evde her sabah İngiliz gazetelerini tarıyoruz, bir de Yalçın ağabeye tercüme ediyorum, akşam da işte BBC, Channel Four, ITV'nin filan haber bültenlerini izlerken simültane çeviri yapıyorum. Bir gün, iki gün sadece not aldı, bir şey söylemedi....Üçüncü gün kızgın, dedi ki bana "Aç hemen Başbakanlığa sor, Thatcher 3 gündür ne yazılı basında ne de televizyonda göründü. Acaba bir şey mi oldu kadına?". Yine fırçaladı beni: "Başbakan'dan 3 gündür ses seda yok sen ayakta uyuyorsun!" "Abi burada..." filan diye başladım anlatmaya ama olmuyor.
Şimdi aslında aynı durum Türkiye'de olsa, yani Türk medyası 3 gün boyunca Erdoğan'la ilgili hiçbir haber yayınlamasa, Türk gazetecileri hakikaten telaşa kapılır. Ama İngiltere'de medya esas olarak ve sadece devletin medyası olmadığı için, Başbakan ancak haber değerinde bir açıklama yapar veya bir olayın kahramanı olursa, ancak o zaman haberi yayınlanıyor. Yalçın ağabeyi zar zor ikna edebildim sonunda.
Dört tabu
Türk egemen medyasının, blok olarak olmasa da, ama esas niteliği olarak, güncel ve yapısal anlamda ama aynı zamanda tarihi olarak en önemli handikapı siyasi-ideolojik-askeri ve iktisadi iktidara bağımlı olması.
Esas olarak topluma, okura bağımlı olması, yapısı, doğası ve işlevi gereği onun çıkarlarını savunması, toplumun, yurttaşın sözcülüğünü yapması gerekirken, yapmıyor. Bu tabi ve ne yazık ki Türkiye'ye, Türk egemen medyasına has bir tutum değil. Devlet iktidarına bağımlılık editoryal açıdan vahim bir sorun yaratıyor.
Türkiye'de devletin, kendisine bağımlı olan egemen medyanın ve maalesef büyük ölçüde toplumun 4 büyük tabusu var. Bunlar:
* Kürt meselesi
* Ermeni sorunu
* Siyasi İslam, bir başka deyişle irtica
* ve nihayet Türk Silahlı Kuvvetleri
Bu dört konuya tabu dedim ama açıklayayım:
Bu konulara girmek, değinmek, bu konular hakkında konuşmak ya da yazı yazmak kesin olarak yasak değil. Ama yine de yazıp-çizerken dikkat etmekte yarar var. Mesela, "Kürtler bölücü ve teröristtir" ya da "Ermeni soykırımı yoktur", "İslamcılar gericidir", "Ordumuz, milletimizin gözbebeğidir" filan derseniz, size bir şey olmaz, aksine sizi öven çok olur, televizyon ve radyo stüdyolarını, gazete sayfalarını size açarlar.
Yani "parti çizgisi" denilen resmi görüşü savunmak serbesttir ayrıca da teşvik edilir. Ama kalkıp da bu resmi görüşün biraz dışına çıkar, hatta bu görüşü sorgulamaya kalkarsanız, hele bir de muhalefet ederseniz, size önce savcılıktan bir davet gelir, bir süre sonra kendinizi hakimin karşısında bulursunuz, bilahare de mahpusanenin yolunu tutarsınız. Bu konuda deneyimi olan çok insan tanıdım ben.
İşin bir ikinci, bu kez olumlu bir yanı da var, onu da kabul etmek durumundayız: Söz konusu dört konuda da tabular son 4-5 yılda sulanıyor, eriyor, zayıflıyor. Avrupa Birliği'nin katkısı var, Türkiye'deki demokrat ve liberal mücadeleci aydın ve kurumların katkısı var, AKP hükümetinin de bunda katkısı var.
Artık Kürt ya da Ermeni meselesi konusunda üniversitelerde konferanslar düzenlenebiliyor, sözlü hatta fiziki saldırılara rağmen, siyasal İslam konusunda biraz da AKP'nin sayesinde işte laiklik gibi hassas bir konu eskiye oranla daha rahat bir şekilde tartışılabiliyor, yasalarda da önemli değişiklikler yapılması önemli.
Askeriye konusunda da, az olmakla birlikte olumlu gelişeler var. Mesela Türk Silahlı Kuvvetlerinin hesabı kitabı eskiden pek denetlenemezdi, şimdi yeni yasalarla Sayıştay bu denetlemeyi yapabilecek. Orduyu eleştirmek eskisine oranla daha az zor.
4-5 sene önce yargılanıp mahkum olmuş çok sayıda yazı ya da konuşma metni hakkında bugün artık dava bile açılmadığı oluyor.
Tüm bu olumlu gelişmelere rağmen dört konu hala esas olarak hem teorik hem pratik alanda hem de kamu oyu düzeyinde tabu niteliğini büyük ölçüde koruyor. Hala popüler gazetelerde resmi politikanın çok fazla dışına çıkılamıyor.
Kemalizm
Şimdi bu dört konu öyle sıradan konjonktürel konular değil. Ermeni Meselesi 1915'den, Kürt meselesi 1925'den, Siyasi İslam ile Ordu konuları da 1923'den bu yana kelimenin tam anlamıyla özgür bir şekilde, ne devlet katında, ne medya düzeyinde ne de kamu da tartışılabiliyor. Çünkü bu dört konu aslında adına Kemalizm denilen resmi ideolojik şemsiyenin altındaki dört ara başlık.
Mehmet Barlas söyledi: Kemalizm sözcüğü bile Atatürk'ün ölümünden sonra bir gazeteci, Cumhuriyet gazetesinin sahibi Yunus Nadi'nin bir makalesinde ilk kez kullanılıyor. Medyanın resmi ideolojiyi yaygınlaştırmak işlevini resmen üstlendiği bir dönemde ortaya çıkan bir sözcük. Adına Kemalizm denen ve bence Mustafa Kemal'le bizzat az bağlantısı, ilişkisi olan bu ideoloji, askeri egemenliği tesis eden önemli bir üstyapı kurumu.
Haluk Şahin de belirtti: Benim bu saptamam, çünkü buna tahlil diyebilmek için daha derine daha fazla ayrıntıya girmem gerekir, bir mekanizma, bir sistem olarak Türk egemen medyasının önemli bir başat özelliği. Yoksa Hürriyet'le Cumhuriyet'in ya da Yeni Şafak'la Milliyet'in, ki bence hepsi egemen medyanın yayın organları, nüanslar yok değil. Bir de tabi, Türk egemen medyasında gerek köşe yazarı, gerekse editör ya da muhabir olarak bu başat özelliğe karşı çıkan meslektaşlarımızın, sayıca az da olsa, mevcudiyetini belirteyim.
Böyle bir durumda, Türk egemen medyasında "editoryal bağımsızlık"tan söz etmek mümkün değil. Dört konuda bir görüşü yaymak, yaygınlaştırmak, savunmak serbest, ama karşıt görüşü savunanlar Ceza Kanunun maddelerine muhalefetten mahkemelerde süründürülüyor.
Türk egemen medyası işte bu nedenle iktidar yanlısı bir medya.
Burayı da biraz açmakta yarar var:
Devlet mi hükümet mi?
İktidar dendiğinde akla iki kurum, iki kavram geliyor: Birisi devlet diğeri hükümet. Şimdi soralım soruyu: Türk egemen medyası devlet yanlısı mıdır yoksa hükümet yanlısı mıdır? Türkiye'de, Türkçe'de kimi zaman devlet ve hükümet sözcükleri, kavramları, yanlış bir şekilde eş anlamlı olarak kullanılıyor. Mesela Fransızca "Raison d'Etat" deyimi Türkçe'ye çevrilirken "Hükmet-i Hükümet" diyor siyasal bilimciler. Hükümet sözcüğünü kullanmak istemeyen genç kuşak siyasal bilimcilerin "Devlet Aklı" deyimini tercih ettiklerini duydum. Burada "Devlet" sözcüğü doğru ama "Akıl" kelimesi değil "Raison". Devlet Mantığı denebilir belki...Hikmet sözcüğü eski olmasına rağmen "Raison" sözcüğünü daha iyi karşılıyor. Neyse...
Egemen medya, soruya cevap veriyorum, esas olarak hükümet değil, devlet yanlısıdır. Bunun tarihi gerekçeleri de var: Türkiye'de daha doğrusu Osmanlı'da ilk gazeteyi Saray çıkartmıştır. Ve çok uzun süre, Türkiye'de gazeteciliği, devlet memurları yapmıştır. Yani resmen devletten maaş alan insanlar tefrika, yazı, haber yazmışlardır gazetelerde. Bugün bile hala mesela taşrada, muhabirlik yapanların çoğu Valilik kaleminde çalışır ya da öğretmen gibi devlet memurlarıdır. Ben işin salt özlük hakları açısından ele alınmasından yana değilim. İdeolojik olarak gazeteden maaş almasına rağmen devlet gibi, devlet memuru gibi düşünen, yazan, çizen çok gazeteci var Türkiye'de.
Bizde, gazetecilerin mesleki kimliği olan Sarı Basın Kartlarını da Başbakanlığa bağlı resmi bir devlet kurumu olan Basın-Yayın Genel Müdürlüğü verir. Yani senin benim gazeteci olup olmadığımızı saptayan kurum bir devlet kurumu. Devlet bir başka meslek erbabına da bir vesika veriyor, biliyorsunuz... Oysa ki demokrasisi gelişmiş ülkelerde, gazetecilerin mesleki kimliğini, devlet değil, doğal olarak meslek kuruluşu ya da sendika verir. Tarihi ve mesleki olarak bağlanmışsın bir kere devlete... Fikren bağımsız olman, editoryal olarak devlete, devletin uygulamalarına karşı çıkman zor.
İşin bir başka ekonomik-mesleki boyutu daha var: Bugün giderek tekelleşen Türk egemen medyası, esas olarak gazeteciliğin dışında gelir sağlayan dev holdinglerin parçası haline geldi. Gazete patronu diye tanıdığımız insanlar aslında inşaat, banka, maden, petrol, otelcilik gibi yüz bir karlı alanda faaliyet gösteriyor.
Şimdi böyle bir gazetede çalışıp patronun diğer bir şirketindeki olumsuzluğu haber olarak ya da köşe yazısında yazabilir misiniz? Doğan grubu yayınlarında Petrol Ofisine karşı bir tek satır aleyhte bir bilgi ya da yorum okuyabilir misiniz? Koç, Sabancı gibi holdinglerin medya organı olmadığı halde bu büyük gruplardaki olası ya da mevcut olumsuzlukları da haber haline getirmek imkansız, çünkü onlar çok büyük reklam veren. Aleyhte yazarsanız reklamı keserler.
İktisadi iktidarla siyasi iktidar arasında çok yoğun, çok organik bir ilişki var Türkiye'de, ki bu da doğrudan medyayı etkiliyor. Tüm özelleştirme girişimlerine rağmen, Türkiye'de sanayi, iktisat ve maliye dünyasının en büyük patronu hala devlet. Bu alandaki tüm operasyonları da, "Devletin Noteri" ya da "Devletin Kayyumu" konumundaki hükümet ifa ediyor. Bu nedenle iş dünyasının, hükümete ve devlete muhalefet etme lüksü yok. Cem Uzan'ın başına gelenleri unutmadık değil mi?
Devletle hükümet çeliştiğinde
Kuraldışı durumlar da yok değil tabi. Mesela 27 Mayıs 60 darbesi öncesi ile 28 Şubat darbesi öncesinde ve süresince devletle hükümetin çıkarları çeliştiği için, medya önce biraz tereddüt etti ama sonra kadim ve daim güçlü dostunu tercih etmekte zaman kaybetmedi.
Haluk Şahin, bu çelişki konusunda birkaç somut örnek daha verdi: Danıştay'a yönelik silahlı saldırı, İsmailağa cinayeti ve linç ile başörtüsü konuları da, aslında devletle hükümetin çeliştiği alanlar. Zaten medyaya baktığımızda, İslamcı tabir edilen gazetelerle laik denen gazeteler bu konularda neredeyse zıt yayın politikaları benimsedi. Laikler de İslamcılar da egemen medyanın parçası olmalarına rağmen.
Burada yalnız meseleye süreç açısından bakmak gerek: Benim aklıma Refah-Yol hükümeti geliyor. Bu devlet güçlü, özel olarak da ideolojik hakimiyete sahip bir devlet. Muhalefette iken mesela Mustafa Kemal Atatürk hakkında pek de olumlu görüşlere sahip olmayan Necmettin Erbakan, Başbakan olunca 10 Kasım'da, sabahın köründe herkesten önce Anıtkabir'e koştu. Hem Erbakan hem de Erdoğan, Askeri Şura'da 'irticai faaliyet nedeniyle ordudan uzaklaştırılan asker' kararlarına imza attılar.
Ben mesela Recep Tayyip Erdoğan'ın Istanbul Belediye Başkanı iken Kürt meselesi hakkındaki görüşlerini dinlemiştim, bana son derece olumlu gelmişti. Başbakan olunca o da resmi ve askeri Kürt politikasını tekrar etti, etmek zorunda kaldı. AKP, genel olarak muhalefette iken çevrenin sözcüsü konumundaydı, iktidara gelince merkezin sözcüsü oldu, kısa süre içinde devletin reflekslerini, olumsuz reflekslerini, benimsedi ya da benimsemek zorunda kaldı.
Medya, bu çelişkileri gündeme getirmekten kaçındığı gibi, çevrenin merkeze çekilmesinde medya kampanyalarının da büyük etkisi oldu. 28 Şubat öncesi medyayı hatırlayın...
Tüm bunları medyanın iktidarla olan organik, siyasi ve ideolojik ve ekonomik bağımlılığını açmak için anlattım.
Belki karamsar bir tablo çıktı ortaya. Ama ben gerçekçiliğin elverdiği kadar iyimserim ya da kötümserim.
Geleceğin Türkiye Medyası
Gelelim kısaca ve bitirmek üzere geleceğe...
Türk medyası için islah ya da yeni Türkiye medyasını yaratabilmek için elimizde, hazinemizde çok önemli, çok değerli bir birikim var: Mehmet Ali Aybar'ın hayatı ve mücadelesi bence aslında Türk medyasının olumlu ve umutlu geleceği için de ipuçları veriyor, gösteriyor.
Galatasaray Lisesinden büyüğüm Aybar, henüz okulda iken ve İstanbul Hukuk Fakültesinde iken başarılı bir atletti. Aybar'ın biri sportif diğeri siyasi-ahlaki iki önemli uluslararası tecrübesi var. Biri Balkan Şampiyonasında 4x100 bayrak yarışında kazandığı başarı, ikincisi çok daha sonra 70'li yıllarda ABD'nin Vietnam'da işlediği savaş suçlarını yargılayan Uluslararası Russell Mahkemesindeki üyeliği.
Aybar bu mahkemede Türkiye'yi değil bir ahlakı, bir vicdanı, bir siyasi görüşü temsil etti. Hem siyasal hem de hukuki kimliği ile emperyalizme somut olarak karşı çıktı. Aybar bu başarı ve mücadeleleriyle belki de erken dönem bir alterküreselciydi. Aybar, her halükarda milliyetçiliğin kıyısına bile uğramadı, enternasyonalistti.
Bizim de gazeteci olarak bu yolu, yani içimize kapanmayıp, küresel alandaki toplumcu, muhalif medya örneklerinden esinlenmemiz gerekir.
Aybar'ı niteleyen hatta simgeleyen bence birkaç önemli boyut daha var: Aybar, 70'li-80'li yıllarda İtalyan Komünist Partisi lideri Berlinguer ile İspanyol Komünist Partisi başkanı Carillo'nun Avrupa Komünizmini keşfetmelerinden çok önce, sosyalizmin yerli olması gerektiğini ilan etti. Enternasyonalist olmak gayrıyerel ya da gayrıyerli olmak değildir. Geleceğin Türkiye medyasının da yerel ve yerli olması gerekir.
Aybar'ın 1968'de SSCB'nin Çekoslovakya işgaline karşı çıkması da son derece önemlidir. Bu da Aybar'ın bağımsızlığını bir kez daha tescil eden bir tutum oldu. Türkiye medyasının da yabancı müdahalelere, (Global Medya) karşı çıkması önemli.
"Güleryüzlü Sosyalizm" de öyle sıradan bir reklam sloganı değil. Açelya Temel anlattı, Aybar'ın çıkardığı gazeteye "Zincirli Hürriyet" adını vermesi, büyük bir ihtimalle o zamanlar izlediği "Canard Enchaine"den mülhem olsa gerek. Aybar resmiyetin asık suratlılığına karşı toplumun güler yüzünü tercih etmişti. Mizahi olma anlamında değil ama, Türkiye medyasının da toplumun güler yüzünü benimsemesi gerekir.
Bir nokta daha var: Aybar kan bağı, aile bağı sayesinde elde ettiği sınıf çıkarlarını, imtiyazlarını elinin tersiyle reddedip, yoksul hatta sefil olmasına rağmen daha ileri bir sınıfın davasını üstlendi. Bu da önemli bir fedakarlık, örnek bir davranış. Türkiye medyası da, egemenleri rahatsız eden, mülksüzlere huzur veren bir medya olmalı.
Çünkü egemenleri rahatsız etmeyen bir gazetecilik, tatlı su gazeteciliğidir, bizim de işimize yaramaz! (RD/KÖ)
* Bu metin, 8 Ekim Pazar günü Tarih Vakfı'nın Gündüz Vassaf ve Güllü Aybar'ın desteğiyle düzenlediği "Medya ve İktidar" konulu 10. Mehmet Ali Aybar Sempozyumunda yapılan konuşmanın, toplantı sonrası zenginleştirilmiş, kağıda dökülmüş versiyonudur. Prof. Yasemin İnceoğlu'nun başkanlığında yapılan ikinci oturumda, benden sonra İsmet Berkan, Prof. Haluk Şahin ve Mehmet Barlas söz aldılar.