Yoksul hayatın ortak böleni, çokluğun temelidir. Bu ortak ad, yoksul, aynı zamanda insanlığın her türlü olabilirliğinin de temelidir. Ancak yoksul, radikal bir biçimde aktüel olanı ve şimdi mevcut olanı yaşar; bu yüzden ancak yoksul, varlığı yenileme kapasitesine sahiptir. Burada, küresel üretimin bu krallığında, yoksul artık yalnızca peygamberlere özgü kudretiyle değil; ortak servetin üretimindeki vazgeçilmez varlığıyla da seçiliyor, her zaman daha fazla sömürülen ve her zaman yönetimin ücretlerine daha sıkı tabi kılınan yoksul. Bu yoksul, kendi başına güçtür. Dünya Yoksulluğu vardır, ama her şeyden önce Dünya İmkanı da vardır ve yalnızca yoksul buna muktedirdir."
Antonio Negri ve Michael Hardt
Yoksulluk, çağlar boyunca devam eden bir olgudur. İnsanlık tarihi bir bakıma yoksullukla mücadele tarihidir. Yoksulluğu yenmek ve zenginleşmek bütün zamanlarda yönetim sistemlerinin başlıca amaçlarından biri olmuştur ama bunu başarabilen hiçbir sistem bugüne değin kurulamamıştır. Bunun yerine, zenginliği olabildiğince adil paylaşmak,yoksullukla mücadelenin asıl vurgusu olmuştur.
Son dönemde de yoksulluk tartışması dünya gündeminin ilk sıralarında yer almaktadır. UNCTAD, UNDP ve ILO gibi, bu konu ile zaten ilgilenen uluslararası kuruluşların yanısıra, Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası, OECD gibi kuruluşlar da peşpeşe yoksulluk raporları yayınlamakta; yoksulluğu azaltmanın çare ve yöntemlerini aramaktadır.
Buna yol açan ise, esas olarak küreselleşme ile yoksulluk arasındaki bağlantıdır. Her ne kadar küreselleşme sürecine egemen olan yeni liberal söylem, küreselleşme ile yoksulluk arasında nedensellik bağıntısı kurulamayacağını iddia etse de, olgusal gelişmeler, yani hayatın yalın gerçeği bu bağıntıyı açıkça ortaya koymaktadır. İstatistikler ve raporlar, küreselleşme sürecine egemen olan yeni liberal iktisat politikalarının yoksulluğu, yalnızca göreli değil mutlak olarak da arttırdığını göstermektedir.
Bu dönemde belirli ülkelerde genel olarak bir zenginleşmeden söz edilebilirse de bu, yoksulluk artışından pay almadıkları anlamına gelmez çünkü küreselleşme çağında yoksulluk içselleşmiştir. Zengin/yoksul ayrımı ülkeler arasında olduğu kadar ülkelerin içinde sınıflar ve bölgeler arasında da tırmanmaktadır. Yaygın tabirle "kuzey ve güney" içiçe geçmiş durumdadır; ortak bölen yoksulluk artık küresel bir olgudur.
Yoksulluğu gündemin ilk sıralarına yerleştiren, sadece bu olgunun giderek büyümesi ve gizlenemeyecek bir boyuta ulaşması değildir. Bunun kadar, hatta bundan daha önemli olan, yıllardır yoksulluk karşıtı hareketlerin dünyanın dört bir yanında boy vermesi ve gelişmesidir. Gerek sendikalar gibi geleneksel sosyal hareketler gerekse kadın, göçmen, işsiz, kent ve kır yoksulları gibi "yeni sosyal hareketler" yoksulluğun sonuçlarının hafifletilmesi ve nihai olarak ortadan kaldırılması için aktif bir mücadele yürütmektedirler.
Kuşkusuz her sosyal ya da politik hareketin yoksullukla bir biçimde ilintili faaliyet yürütmesi doğaldır. Ama yoksulluğu doğrudan konu edinen, bizzat yoksulluğun kendisiyle uğraşan sosyal hareketler de hızla gelişmektedir. Bu hareketler, yoksullara yardım için kurulan uluslararası örgütlerden belirli yoksul kategorilerinin iç dayanışmasını ve sosyo-politik mücadelesini yükseltmeyi amaçlayan örgütlenmelere kadar, birbirinden farklı özelliklere ve programlar sahip bir çeşitlilik göstermektedir.
Bu yazıda dünyada son yıllarda gelişen yoksulluk karşıtı sosyal hareketler ele alınacaktır. Bu incelemede analitik bir yöntemden ziyade betimleyici yöntem izlenecektir. Bir başka deyişle, bütün yoksulluk karşıtı sosyal hareketlerin incelenmesinden hareketle ayrıntılı bir çözümleme bu yazı çerçevesinde mümkün olmadığı için, genel bir tasnife dayalı örnek hareketler ortaya konulacaktır. Buna bağlı olarak bu örneklerin ortaya çıkardığı kimi özelliklerin Türkiye'deki yoksullaşma süreci ve buna karşı gelişen sosyal mücadeleler / muhalefet hareketleri için taşıdığı anlam ele alınmaya çalışılacaktır.
Bu yazıda incelenen örnekler, alanlarındaki tek ya da en iyi örnekler değildir ama genel bir fikir oluşturması açısından yararlıdır. Yaptığımız kaba tasnife göre yoksulluk karşıtı sosyal hareketler üç ana başlık altında incelenebilir. Bunlar sırasıyla;
Emek hareketleri: uluslararası sendikal örgütler, ulusal federasyonlar veya konfederasyonlar vb.,
Uluslararası yoksulluk karşıtı hareketler / koalisyonlar,
Belirli yoksul kategorileri çerçevesindeki ulusal ya da uluslararası hareketler: kadın, köylü, işsiz hareketleri vb.
Bu başlıklar altındaki değerlendirmelere ve örneklere geçmeden önce genel bir değerlendirme yapmakta yarar vardır:
Küreselleşme politikaları, birbirlerinden köklü tarihsel, toplumsal farklılıklara sahip olan çok sayıda ülkede işsizlik, yoksullaşma, kamu hizmetlerinden yoksunluk, dışlanma gibi sonuçlar yaratarak derinleşirken, bu sonuçlara tepki geliştiren sosyal muhalefet hareketleri de birbirinden farklı ve değişik dinamiklere sahip bulunmaktadır.
Gerek kapitalist merkez, gerekse bağımlı çevre ülkelerin, eskiden sahip oldukları sosyal koruma alanlarını yitiren geleneksel emekçi sınıfları, politik güç ilişkileri içindeki eski konumları sarsıntıya uğrayan sendikal örgütlenmeler gibi unsurları yeni liberal politikalara karşı yükselen muhalefet hareketleri içinde önemli bir yer tutmayı sürdürmektedirler.
Öte yandan bağımlı ülkelerin yoksullaşan ve mülksüzleşen köylü sınıfları ile gerek merkez gerekse bağımlı ülkelerin uzun süreli bir yapısal işsizlikle toplumsal dışlanmaya uğratılmış olan kentli yoksul kesimleri de (kent yoksulları) son dönemde "küreselleşme ve yoksulluk karşıtı" muhalefetin ön plana çıkan unsurları haline gelmektedir. Ancak hiç kuşkusuz son dönem muhalefet dalgasının en kritik bileşeni, bağımlı ülkelerin giderek gelişmekte olan "yeni işçi" kitleleri ve onlara dayanan yeni emek hareketleridir.
Hepsi de küreselleşme politikalarından olumsuz, ancak farklı biçimlerde etkilenen bu sosyal hareketler, aynı zamanda bugün en azından potansiyel olarak farklı politik programlara da yatkınlık göstermektedirler. Henüz belirgin programatik bir farklılık haline dönüşmemiş olmakla birlikte bu ayrışma kendisini "insani bir küreselleşme" talep eden, yani küreselleşme sürecinin reformcu eleştirisine dayanan hareketler ile "anti-kapitalist", yani kapitalizmin ve onun kurumlarının reformlarla insanileştirilemeyeceği düşüncesine dayanan hareketler biçiminde ortaya koymaktadır. Ancak bu ayrım tam bir belirginlik kazanmadığı gibi, farklı özelliklere sahip hareketlerin birarada eylem yapmasına, işbirliği ve dayanışma içine girmesine de - en azından şimdilik - engel değildir.
Sonuç olarak yeni liberal politikalara karşı gelişen sosyal hareketlilik süreci, mücadeleye her biri kendi farklı vurgu ve talepleri temelinde katılan bu dinamiklerin bir tür koalisyonu niteliğindedir. Bu durum uluslararası düzeyde olduğu gibi ulusal düzeyde de geçerlidir.
Aslında esasen ulusal düzeydeki sosyal hareketler belirleyici durumdadır çünkü bugün "uluslararası" ya da "küresel" bir sosyal muhalefet hareketinin oluşmakta olduğuna dair tartışmalar yapılmakla birlikte gerçekte saf bir uluslararası ya da "küresel" hareketten bahsetmek olanaklı değildir; "küreselleşme karşıtı hareket" esas olarak dayanışma etkinlikleri ile son bir yıl içinde yaygınlaşan merkezi olarak örgütlenmiş protesto gösterilerinden oluşmaktadır. Kısacası "küreselleşme karşıtı" hareketlerin Seattle, Prag, Nice, Cenova gibi protesto örneklerinde gözlenen ilginç haberleşme ve eylem örgütleme biçimleri ne kadar parlak olursa olsun, bu örnekler sermaye karşıtı muhalefetin sadece ilksel ve kendiliğinden biçimlerini yansıtmaktadır.
Ancak bütünsel bir gelişme perspektifi içinde ele alındığında, IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi kurumlar tarafından simgelenen yeni liberalizme karşı gelişen sosyal hareketlerin, toplumsal mücadele tarihinde önemli bir eşik oluşturduğu da görülmektedir. Bugün küreselleşme adına uygulanan bu programların her biri, ciddi bir ekonomik-politik yeniden paylaşım mücadelesi vermekte olan egemen güçlerin hem dünya hem de bölgeler çapındaki politik tasarımlarının en temel araçlarıdır.
Emekçi sınıfların yoğun biçimde yaşadıkları yoksullaşma, dışlanma gibi sorunların büyümesi, uygulanan programların arkasında yatan bütünsel projelerin sorgulanmasının önünü açmakta, dolayısıyla da sosyal hareketlerin hızla politikleşmesine neden olmaktadır. Bu politikleşmenin, bu aşamada kendisini egemen politikalarda köklü reform talebiyle ifade etmesi son derece doğaldır. Ancak yoksul sınıfların yeni liberalizm karşıtlığının egemen güçler tarafından fazla ciddiye alınmaması ve politikalarda hiçbir değişime yol açmaması, kapitalizm karşıtı perspektiflere de ciddi bir kapı aralamaktadır.
Yeni liberalizm ya da yoksulluk karşıtı hareketlerin son dönemde kitlesel bir militanlık patlaması halinde ortaya çıkmasının temel nedeni de budur. Yıllardır birçok ülkede yoksul emekçi sınıfların tekil işyeri mücadelelerinin, sınırlı uzlaşma çabalarının, toplumsal yaşama katılma girişimlerinin başarısızlığa uğraması ciddi bir tepki yaratmakta ve bu tepki kendisini kitle hareketinin militanlaşan eylem çizgisinde ifade etmektedir. Kısacası, başlangıçta yeni liberal politikaların yoksullaştıcı etkilerine karşı tepki biçiminde gelişen yeni sosyal hareketler giderek bu sürecin arkasındaki ekonomik ve politik iktidar iktidar ilişkilerini sorgulamaya ve buna uygun bir eylem ve örgütlenme çizgisi geliştirmeye başlamıştır.
Bu sürecin taşıdığı bütün özellikler Türkiye için de geçerlidir. 1980 sonrasında başlayan yeni liberal politikalar, aradan geçen yıllarda kimi kesintiler ve duraklamalarla birlikte gelişerek sürmüştür. 1980'li yılların ilk dönemlerinde "serbest piyasa" ideolojisi egemen kılınmış, özelleştirmenin ilk adımları atılmaya başlanmış, 1980'li yılların sonunda finansal serbestleşme tamamlanmış, 1990'larda gümrük birliği ile ticari entegrasyon derinleştirilmiş, emekçilere yönelik esneklik ve kuralsızlaştırma düzenlemeleri hızlandırılmış ve nihayet 2000'li yıllarda, yaşanan krizler de gerekçe gösterilerek, küreselleşmeye tam uyum için nihai adımlar (tarımsal desteklemenin kaldırılması, kamusal hizmetlerin tasfiyesi vb.) atılmaya başlanmıştır.
Önümüzdeki dönemde tarımda mülksüzleşme ve yoksullaşma, ekonomik daralma nedeniyle kitlesel işsizliğin yapısal bir sosyal dışlanmaya dönüşmesi, kamuda tasfiyelerle işsizliğin artması, bütün kademelerde ücretlerde reel olarak gerilemelerle yoksullaşmanın derinleşmesi gibi ciddi sosyal kriz unsurları toplumsal yaşamın her yanını saracaktır. Bu gelişmenin, bir sosyal hareketlenmeyi beraberinde getirmesi ve varolan örgütlenmeler ve mücadelelerin yanısıra çeşitli yeni eylem ve örgütlenme biçimlerinin ortaya çıkması kaçınılmaz olacaktır. Buna ilişkin beklentilerin ipuçları dünyada gelişen bem-nzer sosyal hareketlerde bulunabilir.
Buradan yoksulluk karşıtı hareketlerin alt başlıklar altında ele alınmasına geçebiliriz.
Yoksulluk Karşıtı Emek Hareketleri
Geleneksel olarak bütün sendikal örgütler yoksullukla mücadele etmektedirler. Ancak bu başlık altında vurgulamak istediğimiz bu değildir; burada esas olarak yeni liberal iktisat politikaları ve yeni sermaye stratejileri bağlamında ortaya çıkan yeni (yoksul) işçi kitleleri, bir başka deyişle "çalışan yoksullar", ve bu kategori çerçevesinde gelişen yeni emek hareketleri ve/veya örgütlenme-mücadele biçimleri ele alınacaktır.
Buraya geçmeden önce bugün dünya sendikal hareketinin en etkin uluslararası üst kurumu olan ICFTU'nun yaklaşımına değinelim. ICFTU, esas olarak yoksullukla mücadeleyi iki ana eksende yürütmektedir. Birincisi, bu konudaki uluslararası kurumlarda etkin bir katılım sağlamak ve bu alanda sendikal politikalarla müdahil olmak. Bu stratejiye en uygun örnek, yoksulluğun derinleşmesi ve yaygınlaşmasına baraj oluşturmak amacıyla Dünya Ticaret Örgütü gibi kurumlarda "çalışma standartları"nın, bir başka deyişle "sosyal bir hükmün" yer almasını sağlama yönündeki çabadır.
Buna göre, dünya ticaretini belirleyen kurallar arasında "çekirdek" ILO Sözleşmelerinin hükümleri de, yani bütün çalışanlara örgütlenme ve toplu pazarlık hakkı, çocuk işçiliğinin sonlandırılması ve belirli biçimlerinin kesinlikle yasaklanması, istihdamda ve işte her tür ayrımcılığın (özellikle cins ayrımcılığı) önlenmesi ve zorla çalıştırmanın önlenmesi ilkeleri de yer almalıdır. Bu ilkeleri ihlal eden ülke veya çokuluslu şirketlere yaptırım uygulanmalıdır. Böylece rekabetin körüklediği "dibe doğru yarış", yani çalışma standartlarının dünya çapında gerilemesinin önüne geçilmiş olacaktır. Dolayısıyla yoksullaşmanın derinleşmesi ve yaygınlaşması da bir ölçüde önlenecektir.
Kuşkusuz bu yaklaşım bir paragrafta özetlenebilecek kadar basit değil; bu politikalara karşı çıkış gerekçeleri de basitçe ele alınıp değerlendirilemez. Ama bu yazının sınırları bakımından bu kadarı yeterlidir.
ICFTU'nun yoksulluk karşıtı mücadelesinin ikinci eksenini ise ulusal çaptaki mücadelelere katkı ve destek oluşturmaktadır. ICFTU, özellikle yeni sanayileşen ülkelerde gelişen yeni emek hareketlerine verdiği destekle, güçlü sendikal örgütlerin doğmasına katkıda bulunmaktadır ama bu alandaki asıl etken ulusal sendikal hareketlerin iç dinamikleridir. Bu sendikal örgütlerin ayırdedici özelliği yeni işçi kitlelerini, bir başka deyişle "çalışan yoksullar"ı örgütlenmenin temel ekseni haline getirmeleridir.
Uzunca bir süredir bu yeni emek hareketlerinin gelişiminine tanık olunmaktadır: Güney Kore'de KCTU, Güney Afrika'da COSATU, Brezilya'da CUT, Filipinler'de 1 Mayıs Hareketi, ABD'de AFL-CIO'nun yeni dönemi vb...
Güney Kore'de demokratikleşme mücadelesiyle içiçe geçen bir sendikal mücadele son 10 yıldır hızla büyümektedir; KCTU (Güney Kore Sendikalar Konfederasyonu) yasadışılıktan yasallığa uzanan ve etkileri tüm dünya emek hareketlerinde hissedilen bir gelişme çizgisi yakalamıştır. Brezilya'da sonradan Brezilya İşçi Partisi'ni bağrından çıkaran sendikal hareket, CUT, yeni sanayi bölgelerindeki örgütlenmeyi kentlerin yoksul mahallerindeki örgütlenmeyle birlikte/içiçe yürütmektedir. Güney Afrika'da 1980'li ve 1990'lı yıllarda Apartheid Rejimi'ne karşı mücadeleyi bir emekçi muhalefeti olarak örgütleyen COSATU (Güney Afrika Sendikalar Konfederasyonu) işyeri ve işkolu ayrımı gözetmeksizin bir bölgedeki tüm işçileri ve ailelerini ekonomik ve demokratik talepler etrafında örgütleyen yeni bir anlayış geliştirmiştir. COSATU'dan hareketle bu yeni emek örgütlenme biçimleri "toplumsal hareket sendikacılığı" olarak anılmaktadır.
Başta "küresel hiyerarşi"nin ikinci çemberinde, yani yeni sanayileşen ülkelerde ortaya çıkan bu hareketler küresel entegrasyon derinleştikçe ve eşitsizlik/yoksulluk her ülkede arttıkça ilk çemberde de, örneğin ABD ve Kanada'da, ortaya çıkmaya başlamıştır. Buna yol açan temel etmenler arasında ise yeni sermaye stratejileri bulunmaktadır.
Sermayenin küreselleşme stratejisi mal, hizmet ve finans piyasalarının serbestleştirilmesi, özelleştirme ve kuralsızlaştırma (deregülasyon) ögelerinden oluşmaktadır. Bu stratejinin nihai amacı sermayenin karlılık kizini aşabilmek için artı-değer kitlesini küresel çapta mutlak ve göreli olarak arttırabilmektir. Sermaye krizi aşabilmek için dünya nüfusunun büyük bir bölümünü artı-değer üreticisi durumuna getirmekte; yani işçileştirmektedir.
Bunun için sınai sermayenin serbestçe dolaşabilmesi; ayrıca üretimin çeşitli aşamalarının maliyet-verim ölçütüne göre farklı ülkelerde-bölgelerde yapılması, yani üretimin parçalanması gerekmektedir. "Esnek uzmanlaşma" ya da "küresel meta zincirleri" biçiminde gerçekleşen bu parçalanmayla (esnek işletme yapılarıyla) birlikte yoğun bir işçileştirme yaşanmakta; yani artı-değer potansiyeli genişlemektedir. Öte yandan üretken olmayan semaye (finans sermaye) hareketlerindeki hızlı artış artı-değer sömürüsünün daha da derinleşmesini beraberinde getirmektedir.
Bunun sonucu özellikle yeni sanayileşen ülkelerde işçi sınıfının gücünün ezilmesi ve aralarında kadın, çocuk ve genç emeğinin ağırlıkta olduğu yeni bir işçi kitlesinin tarih sahnesine çıkmasıdır. Bu yeni işçi kitlesi düzensiz istihdam edilmektedir; bir başka deyişle geleneksel sosyal güvence olanaklarından yoksun olarak çalıştırılmaktadır. Çalışma ile işsiz kalma arasındaki geçişkenlik hızlanmaktadır. Buna paralel bir başka gelişme ise gerek merkez gerekse çevre ülkelerde yapısal işsizliğin artmasıdır. Sosyal dışlanma diye tanımlanan bu yeni durumdaki yoksul kitleler, çalışanların haklarının budanmasında bir araç olarak da kullanılmaktadır.
Yeni işçi kitlesiyle birlikte yeni emek hareketlerinin de ortaya çıkmaya başladığını belirtmiştik. Kuşkusuz bu ikisi aynı şey değil; üstelik gelişme çizgisine bakıldığında yeni emek hareketleri birebir yeni işçi kitleleriyle örtüşmemektedir. Başlangıç evresinde yeni emek hareketleri işçi sınıfının geleneksel kesimlerine dayanmakta ama gelişim sürecinde yeni yoksul işçi kitlelerine de yönelmekte ve giderek hareketin ana gövdesi yeni "çalışan yoksullardan" oluşmaya başlamaktadır.
Sermaye stratejileri karşısında sendikaların ilk tepkisi korumacı bir tepki olmuştur. Bu tepki yeni korporatist yaklaşımlar (işletme sendikacılığı, yeni yönetim tekniklerine uyum, mikro ve makro "uzlaşma" biçimleri vb.) ya da savunmacı mücadele yöntemleri biçiminde ortaya çıkmıştır. Ancak sadece varolanı koruma güdüsünün sendikal örgütlülüğün erozyonunu önlemeye yetmediği çok geçmeden anlaşılmıştır. Örgütlülüğü geliştirmek, "örgütsüzleri örgütlemek" ve yeni mücadele yöntemleri bulmak yönündeki arayışlar her tarafta çoğalmaya başlamıştır. Önce yeni liberal politikalara (özelleştirme, sendikasızlaştırma, ücretlerin düşürülmesi, çalışma koşullarının kötüleşmesi vb.) karşı daha etkili mücadele araçları devreye sokulmaya başlanmıştır. Bu mücadelede ağırlıkla sınıfın geleneksel kesimleri yani geçmişten gelen örgütlülük yeni koşullara göre tahkim edilmiştir. Örneğin Güney Kore'de KCTU metal sanayi işçilerinin mücadelesinden doğmuş; Güney Afrika'da maden işçileri yeni örgütlenmenin ilk çekirdeğini oluşturmuştur.
Ama mücadele geliştikçe sadece işçi sınıfının geleneksel kesimleriyle sınırlı kalınamayacağı ve mutlaka yeni işçi kitlelerine nüfuz etmek gerektiği anlaşılmıştır. Örgütlenme programları buna göre yeniden oluşturulmuştur. Pek çok ülkede yaratıcı ve yenilikçi örgütlenme kampanyaları başlatılmıştır.
Aşağıda bu konudaki bazı örneklere değinilmektedir:
ABD İşçi Sendikaları Konfederasyonu (AFL-CIO) 1994 Kongresi'nde Soğuk Savaş döneminin başkanı Kirkland'ın yerine Hizmet İşçileri Federasyonu Başkanı Sweeney başkan seçildi. Yeni yönetim, örgütlenmeyi öncelikli hedef yaparak bu ülkede çalışanların haklarına yönelik yeni liberal saldırılara karşı bir örgütlenme seferberliği başlattı. Bu çabalarda ağırlıkla göçmenler, kadınlar ve gençler hedef kitle olarak benimsendi; ortak özellikleri yoksul olmalarıydı.
Tek tek işkolu sendikalarının örgütlenme çalışmalarının yanısıra, AFL-CIO bu çabaları ortak ve kollektif hale getiren bir çalışmaya girişti. AFL-CIO son genel kurulundan sonra örgütlenmeye 20 milyon dolarlık bir fon ayırdı. 1998 yılı bütçesinin üçte birini örgütlenme için kullanmayı benimsedi; işkolu sendikalarından da aynı kararı almaları istendi. Örgütlenme seferberliği çerçevesinde üç yeni proje hayata geçirildi: Örgütlenme Enstitüsü, Sendika Yazı Projesi ve Sendika Kenti Projesi.
Örgütlenme enstitüsü 1989 yılında sendikal örgütlülüğü geliştirmek için kuruldu. Enstitü sendikal örgütlenmeci olarak çalışmak isteyen kişilere çeşitli düzeylerde kurslar veriyor ve bu kursları bitiren örgütlenmeciler çeşitli sendikalarda ve işçi bölgelerinde çalışmaya başlıyor. AFL-CIO'ya bağlı 16 işkolu sendikası bu enstitünün eğitim programının uygulanmasına doğrudan katılıyorlar. Enstitünün temel amacı "örgütsüzleri örgütleyebilecek" kadroları yetiştirmek.
Sendika yazı (union summer) projesi kapsamında ise AFL-CIO özellikle üniversite öğrencileri arasından sendikal örgütlenmeye ilgi duyan gençleri yaz aylarında örgütlenme faaliyetine katıyor. Bu konuya ilgi duyan üniversite öğrencileri yaz mevsiminin başlangıcında kısa bir kursa alınıyor; daha sonra cep harçlığı karşılığı sendikasız yoksul işçilerin yoğun olduğu bölgelerde sürmekte olan örgütlenme faaliyetlerine katılıyorlar.
Sendika kenti (union city) kapsamında AFL-CIO işçilerin oturduğu kasabalarda veya banliyölerde, kentsel yaşamın sendikaların katılımıyla düzenlenmesine yönelik bir projeyi hayata geçirmeye çalışıyor. Eğitim, sağlık, ulaşım, çevre, kültürel etkinlikler gibi konularda sendikal katılımı öngören bir çaba sürdürülüyor. Sendika Kenti'nde sendikal hakların güvence altında olduğu yeni bir dayanışma kültürünün egemen olacağı bir yaşam biçiminin kurulması amaçlanıyor. Bir kasaba ya da semt Sendika Kenti ünvanı almak istiyorsa, o kentteki sendikal birimler biraraya gelerek bir yerel meclis oluşturuyor ve AFL-CIO'ya başvuruyor. Başvuru kabul edilirse, AFL-CIO buraya belli bir fon ayırıyor, sendika toplantılarının bir kısmı burada yapılıyor; özel mitingler, şenlikler tertip ediliyor; dayanışma projeleri (yaşlılara, çocuklara, ev kadınlarına vb. yönelik) yaşama geçiriliyor.
Bütün bu çalışmalar sonucunda AFL-CIO özellikle hizmet işçileri ve yeni sanayi bölgelerindeki enformel çalışanlar arasında örgütlülüğünü arttırmaya başladı. Göçmenlerin sendikal örgütlülüğü son yıllarda hızla yükseliyor. En önemli kazanımlardan biri ise akademik dünyada (akademisyenler ve öğrenciler) ve medyada emeğin sorunlarına yönelik ilginin hayli artmış olması.
Güney Afrika Sendikalar Konfederasyonu COSATU 1985 yılında kuruldu ve aradan geçen 13 yılda 2 milyon üyeli bir konfederasyon oldu. COSATU ırk ayrımcılığına karşı mücadele ile işçi haklarının geliştirilmesi mücadelesini birlikte yürüttü. COSATU'nun bu denli hızlı büyümesinde, kullandığı örgütlenme yöntemleri önemli bir işlev üstlendi. COSATU'dan önceki örgütlenme faaliyetleri tek tek işyerlerinde sürdürülüyor ve yavaş işliyordu. Bu faaliyet küçük kazanımların korunmasını amaçlıyor ama büyük kaynak tüketimine yol açıyordu.
COSATU'nun kurucu sendikalarından NUM (maden işçileri sendikası) bu biçimi değiştirdi ve bölgede kitle mobilizasyonu temelinde kısa sürede örgütlendi. Bu örgütlenmede işçilerin işyerinden ve işyeri dışındaki yaşamından kaynaklanan sorunları ile işçi ailelerinin ve çevre halkının sorunlarını bir bütün olarak ele alan bir yaklaşım benimsendi. İşkolu ve bölge örgütlenmesinin içiçe yürütüldüğü bu model COSATU'nun temel örgütlenme biçimini oluşturdu.
COSATU, Apartheid Rejimi'nin sonra ermesi ve ANC'nin (Afrika Ulusal Kongresi) iktidara gelmesinde aktif bir rol oynadı ama sonrasında ANC'nin uygulamaya devam ettiği yeni liberal politikalara karşı çıkmayı da sürdürdü. Özellikle özelleştirme poltitkalarına karşı, zaman zaman genel grevlere varan bir eylemlilik çizgisi izledi.
Güney Kore'de 1080'lere kadar en güçlü sendikal örgüt olarak, devlete yakın olarak bilinen FKTU federasyonu bulunuyordu. Ancak 1980 sonrasında işçi mücadelelerinin artmasıyla birlikte işçilerde yeni bir konfederasyon arayışı başladı. 1987'de büyük işçi eylemlerinin ardından Kore İşçi Sendikaları Konfederasyonu (KCTU) kuruldu. KCTU başlangıçta devlet tarafından tanınmadı, sendikacılar tutuklandı. Uzun bir süre yasal olarak faaliyet yürütememesine rağmen kullandığı mücadele ve örgütlenme biçimleriyle, geçen yıllarda kendini kabul ettirdi. Son yıllarda Güney Kore'de yapılan büyük işçi eylemlerinin önderliğini KCTU çekti. Zaman içinde FKTU da bu eylemlere katıldı, belirli noktalarda iki örgüt arasıdna ittifak sağlandı. KCTU, ICFTU'ya da üye oldu.
KCTU'nun ilkelerinin içinde örgütsüz işçilerin, özellikle küçük işletmeler ve hizmet sektörlerindeki düzensiz istihdam edilen işçilerin örgütlenmesine özel bir önem veriliyor çünkü sendikalaşma oranı sadece yüzde 13. Bunun için aktif örgütlenme kampanyaları düzenleniyor.
1997 Krizi sonrasında KCTU gerek Hyundai, Daewoo gibi tek tek işletmelerde işten çıkarmalara karşı yürüttüğü aktif eylemlilikle gerekse genel olarak işsizlik ve yoksulluk artışına neden olan IMF politikalarına karşı hayata geçirdiği genel grevlerle etkinliğini ve gücünü arttırdı. Hükümetle ve IMF yetkilileriyle yapılan görüşmelerde yoksulluk karşıtı alternatif politikaları ısrarla savundu. Bu süreçte işsiz kalan işçilerin sendikal üyeliğini sürdürerek onları mücadele içinde tuttu ve bu yaklaşımıyla yeni bir sosyal güvenlik sisteminin (işsizlik sigortasının yaygınlaşması, yoksullara sosyal yardımların arttırılması vb.) yaratılmasına katkıda bulundu.
Buraya kadar verdiğimiz örneklerin çoğaltılması mümkün. IMF ve Dünya Bankası patentli istikrar ve yapısal uyum politikalarının uygulandığı bütün ülkelerde benzeri eylemlere, örgütlenme kampanyalarına, yoksulluk karşıtı koalisyonlara rastlanmaktadır. Bu konuda 2000 yılına ait bazı örnekler şunlardır:
Ekvador : IMF ve Dünya Bankası patentli politikalara karşı 15-16 Ocak 2000'de greve gidildi. 21 Şubat'ta 40 bin kişinin gösterisinin yarattığı fırtına kongreyi sarstı ve kansız bir askeri darbe oldu. 15 ve 16 Haziran'da çeşitli sendikalar ve taban örgütlerince oluşturulan yurtsever cephe tarafından yapılan çağrıyla genel grev başladı. Grevde talepler ulusal para biriminin dolara dönüştürülmesi politikasından vazgeçilmesi, fiyatların dondurulması, yapısal uyum politikalarından vazgeçilmesi, dış borçların ödenmemesi, stratejik sektörlerdeki kamu kuruluşlarının özelleştirilmesinden vazgeçilmesiydi.
Bolivya: 20 Mart'ta su ücretlerine yapılan fahiş zamma karşı başlayan eylemlerde devlet başkanı acil durum çağrısı ile askeri kuvvetleri göreve çağırdı ve çıkan çatışmalarda 6 kişi öldü. IMF politikaları durduruldu.
Arjantin: 30 Mayıs'ta IMF'nin politikaları yığınsal işçi gösterileri ile protesto edildi. 80 bin kişi yürüyüş yaptı. 2 Haziran'da IMF'ye karşı eylemde sayıları 20 bini aşan işçiler meclis binasına yürüdü. 9 Haziran'da tüm sanayi sektöründe greve gidildi. Ağustos'ta bir Arjantin mahkemesi IMF'yi ülke ekonomisini tahrip etmekten suçlu buldu. 24 Kasım'da 5 yıllık istikrar paketine karşı emekçiler genel greve çıktılar. En büyük ulusal grevde milyonlarca çalışan işlerini terketti. Grev Arjantin'i felç etti. İlk gün bir gösterici öldü. Grevin ikinci gününde protestocular arjantin'in her tarafında yolları bloke ettiler. Grev eğitimi, ulaştırmayı, enerji ve bankacılık hizmetlerini durdurdu.
Güney Kore: 3 Haziran'da kitlesel işten atmalar ve düşük ücretlere karşı onbinlerce işçi greve çıktı ve şalter indirdi.
Yunanistan: 5 Ekim'de özelleştirme politikalarına karşı bir günlük genel grev yapıldı.
Zimbabwe: 7 Ekim'de temel besin kaynağı ekmeğe hükümet zam yapınca halk ayaklandı.
Brezilya:13 Kasım'da yapılan bir referandumda 5 milyondan fazla insan dış borçların ödenmemesi ve IMF ile ilişkilerin kesilmesi doğrultusunda oy kullandı.
Türkiye'de Emek Hareketleri
Türkiye kapitalizmi 1980'lerden sonra bir yenilenme dönemine girdi. 1990'lardan itibaren bu "yenilenme" küreselleşme olgusu ve stratejisiyle bütünleşti. Son ekonomik programlar bu konudaki nihai adımların atılmasını öngörüyor. Örneğin tarım alanındaki politikalar sonucu kentlere yoğun bir işgücü akımı olacak. DPT´nin tahminine göre Türkiye´de kentleşme yüzde 80-90 düzeyine çıkacak. Bunun sosyo-ekonomik tabloyu ciddi ölçülerde değiştireceğini açıktır. Kamu alanında taşeronlaştırma ve özelleştirme ile serbestleşme de bu süreci etkileyen diğer unsurlardır. Diğer yandan özellikle sanayi alanında organize sanayi bölgeleri şeklinde bir organizasyon gelişiyor.
Bunun emek hareketine yansıması ise şöyle özetlenebilir: Bugün Türkiye´de çeşitli sektörlerde ve çeşitli bölgelerde organize sanayi bölgeleri bulunuyor. Yeni sanayi bölgelerinin planlandığı biliniyor ve tarımdaki reform sonucu kırdan kente göçün artmasıyla birlikte kuralsız, kayıt dışı, çok düşük ücretle çalışan yeni bir işgücünün kentlerin çevrelerinde toplanacağını bugünden kestirmek mümkün. Sanayi bölgelerindeki işverenler işçilerin örgütlenmesini engellemek için aralarında sıkı bir örgütlülüğe sahipler. Bu çok önemli; yani işçi sınıfı içerisindeki heterojenleşme, sınıf bilincinin zayıflaması gibi olumsuz etmenlerin dışında çok temel ekonomik sebeplerden kaynaklanan örgütlenme talebi bile böylesine bir duvarla karşı karşıya kalıyor. Bir de buna hukuksal yapıda 12 Eylül sonrası sendikalaşmayı engelleyen antidemokratik düzenlemeler katıldığında gerçekten sermaye sınıfının kendi içerisinde, sınıfsal temelde yeni döneme uygun çok ciddi stratejiler oluşturmuş olduğu görülüyor.
Bu sorunun sadece hukuksal yapıda demokratikleşmeyle, bir takım hakların kağıt üzerinde kazanılmasıyla çözülebilmesi mümkün değildir. Çünkü bu sorun, aynı zamanda işçi sınıfın yapısındaki değişikliklerden de kaynaklanıyor. Geçmişte ücretli emekçiler büyük ölçüde düzenli istihdam içinde düzenli işçilerinden oluşmakta ve büyük ölçekli kamu ya da özel sektör işletmelerinde çalışmaktaydı. Oysa şimdi işletme yapıları esnekleşiyor, küçülüyor ve buna bağlı olarak istihdam biçiminde de ciddi değişiklikler söz konusu. Türkiye için bunların en önemlisi kayıtdışı istihdam. Ama bunun yanısıra geçici ya da sabit süreli taşeron işçiliği gibi belli bir düzene dayanmayan istihdam biçimleri de gelişiyor. Kadınların istihdamı arttıyor, gençlerin istihdamı arttıyor, çok yaygın bir çocuk işçilik kullamını var ve bütün bunlar aslında Türkiye´de bir yeni işçi kitlesinin ortaya çıkmasına yol açıyor. Öte yandan çok ciddi bir gelişme ise 1980 sonrasında kamu emekçilerinin, yani memurların işçileşmesi.
Kısacası çok parçalı, heterojen yeni bir işçi kitlesiyle karşı karşıyayız. Yeni işçiler geleneksel tarzda örgütlenemiyorlar; bir başka deyişle kendiliğinden bir biçimde, sadece ekonomik temelde bir sendikaya üye olup toplu pazarlık mekanizmasından yararlanamıyorlar. Bunun önünde ciddi hukuksal engeller var; bunun önünde sermayenin stratejisinden kaynaklanan engeller var, ama bunun önünde bir de bu çok parçalı işçi sınıfının, yeni işçi kitlesinin kendiliğinden bir sınıf bilincine ulaşması önündeki engeller de var. Dolayısıyla kendiliğinden bir işçi sınıfı bilincinin doğmasını engelleyen bu ortam aynı zamanda bu kitle içerisinde milliyetçiliğin, dinsel ideolojinin ve bir takım cemaat kalıplarının etkili olmasını getiriyor.
Peki bütün bu gelişmeler karşısında sendikal hareket ne yapıyor? Türkiye´de sendikal hareketin bütün bunlar karşısında esasen hala varolanı koruma güdüsüyle hareket ettiğini görüyoruz; varolanı koruma, yani tutuculuk. Ama bunun bir çıkış olmadığı, olamayacağı giderek daha fazla sendikal aktivist tarafından görülüyor. Bunun nedeni de şu: on milyon ücretli emekçi içerisinde örgütlü işçilerin sayısı bir milyonun da altına inmiş durumda. Oysa sınıfsal çelişmeler devam ediyor, sınıfsal mücadele her alanda sürüyor; yaşanan kriz sınıf çelişkisini hızla derinleştiriyor. Dolayısıyla "nasıl bir örgütlenme, nasıl bir örgüt yapısı ve sermayenin politikaları karşısında ne tür bir yeni mücadele stratejisi" oluşturulması birincil mesele olarak emek hareketinin gündemine girmiş durumda.
Türkiye'de bu konuda bazı olumlu adımlara da kısaca değinmek gerekiyor. Birincisi 1990 sonrasında kamu emekçilerinin yenileyici bir dinamik olarak emek hareketine katılmasıdır. Kamu emekçilerinin mücadelesi emek hareketinin bütününe teşmil edilebilecek özellikler taşımaktaydı. Hakların kazanımını yasalarda değil meşrulukta arayan fiili mücadele ve işçi sınıfının bir parçası olma bilincinin giderek yaygınlaşması olumlu özelliklerin öne çıkanlarıdır. Ayrıca kamu emekçileri hareketi işçilerle birlikte örgütlenme, yatay örgütlenme (yerel-bölgesel örgütsel birimler vb.) ve gelişkin bir iç demokrasi gibi yeni bir emek hareketinin yaratılması açsısından son derece önemli konularda da potansiyel bir güce sahipti.
Ama ne yazık ki bu potansiyel güç hayata geçirilemedi. Kamu emekçileri hareketi, yenileyici özelliklerini sınıfın bir bileşeni olarak işçi sınıfının diğer kesimleriyle buluşturma ve ortak örgütlenme yerine dünyada örneği çok az olan "memurların üst örgütü"ne dönüştürüldü; yatay örgütlülükleri de içeren yeni bir örgütsel yapı yerine klasik örgüt yapısı benimsendi; emekçi insiyatifini temel alan bir sendikal demokrasi yerine "fikirler koalisyonu", işleyişi belirledi. Sonunda grevsiz ve toplu sözleşmesiz dernek statüsünde bir "sendika yasasıyla" boğuşma noktasına gelindi. Buradan nereye gidilebilir? Bunu sadece kamu emekçilerinin meselesi olmaktan çıkarıp "Türkiye'de işçiler ve kamu emekçileri yeni emekçi kesimleri de örgütlenmenin odağına alarak yeni bir emek hareketi inşa edebilir mi?" sorusuna dönüştürmek gerekiyor.
Bu konuda bir başka tartışma ise geçtiğimiz yılarda DİSK bünyesinde yürütüldü. Geleneksel örgütlenme pratiklerinin başarısız olması karşısında DİSK yoğun tartışmalar sonucu bir dizi yeni karar aldı. Bu kararlar yaşanan deneylerden çıkarılan pratik kararlardı. Öncelikle örgütlenmenin işkolu temelinde ve tek tek sendikalar tarafından yürütülmesinin yanısıra bölgesel temelde ve ortak-kollektif tarzda sürdürülmesi kararlaştırıldı. Burada asıl hedef organize sanayi bölgeleri idi. Bir organize sanayi bölgesini tek bir işyeri olarak gören ve uzun vadeli bir eğitim-propoganda çalışmasının sonucunda örgütlenmeyi öngören bir tarzın yaratılması amaçlandı. Bunun için örgütlenme bölgeleri tespit edilerek "bölge örgütlenme koordinasyon kurulları" oluşturuldu. Ayrıca örgütlenmenin sadece işyeri temelinde yürütülmesinin zor olması nedeniyle emekçi mahallelerinde işçilere eğitim, sağlık ve hukuksal hizmet, ailelere yardım, sportif faaliyetler vb. gibi işlevlerle donatılan "işçi ya da sendika evleri" açılması hedeflendi. Mahallelerdeki bu faaliyetlerde öğretmenler, avukatlar, sağlıkçılar, mimar-mühendisler gibi meslek gruplarıyla işbirliği yapılabileceği öngörüldü. Böyle bir yeni örgütlenme perspektifiyle hareket edilebilmesi için örgütün iç yapısında değişikliğe gidilmesi, iç demokrasinin güçlendirilmesi ve kadın ve genç işçilerle ilgili çalışma gruplarının oluşturulması yönünde de tartışmalar yapıldı. Ancak bu yoğun tartışmalara ve alınan bazı kararlar rağmen pratikte hiçbir somut adım atılamadı. Örgütlenme geleneksel yöntemlerle sürdürülmeye çalışıldı. Bu da yaşanan erozyonu önlemeye yetmedi.
Geldiğimiz noktada Türk-İş ciddi bir sınavla karşı karşıya bulunuyor. Kamuda "zorunlu" (!) olarak yaşanacak tasfiye operasyonuna karşı çıkmak sendikal bir örgütlenmenin en doğal hakkı ve görevidir. Ancak dünya pratiği de gösterşyor ki sadece kamuda geçmişte kazanılmış haklara ve bu hakları korumaya dayalı bir sendikal mücadele yeterli değildir. Yalnızca bu mücadele ile süreç geciktirilebilir, ertelenebilir ama durdurulamaz. Burada açığa çıkan sınıf bilinci ve kitle dinamiği mutlaka yeni örgütlenme seferberliğine aktarılmak zorundadır. Bu da ancak muazzam bir biçimde genişleyen örgütszü işçi kitlelerinin yeni yöntemlerle örgütlenmesi çabasına ağırlık verilmesiyle olabilir. İşte Türk-İş'in vereceği sınav tam da budur.
Kısacası Türkiye'de yeni bir emek hareketinin ipuçları vardır. Temel tartışmalar yapılmış, hatta bazı örgütsel kararlar bile alınmıştır. Ama tercihler döneminde bu kararlar hayata geçirilememiştir. Ama artık zorunluluklar dönemindeyiz; eskisi gibi kalma tercihi artık hükmünü yitirmiştir.
Uluslararası Yoksulluk Karşıtı Hareketler / Koalisyonlar
Son bir kaç yıldır küreselleşme karşıtı hareketler uluslararası kamuoyunun gündeminde ilk sıralarda yer almaktadır. Özellikle Seattle'da yapılan Dünya Ticaret Örgütü Bakanlar Kurulu toplantısının dünyanın dört bir yanından gelen küreselleşme karşıtlarınca protesto edilmesi, salt bu protestolara yönelik geniş eylem koalisyonlarının oluşması ve sonunda biraz da bu protestoların etkisiyle Seattle Toplantısı'nın bir karara ulaşmadan sona ermesi, küreselleşme karşıtı hareketleri cesaretlendirmiş ve sonrası için yeni eylem takvimlerinin hazırlanmasına katkı sunmuştu. Seattle sonrasında bu hareketler Washington'da, Prag'da, Davos'ta, Genova'da vb. yeniden sahneye çıktılar.
Bu hareketler çevrecilerden anarşistlere, kadın hareketlerinden işçi örgütlerine, geniş bir yelpaze oluşturmaktadırlar. Bu hareketler içinde belirli konulara odaklanan (örneğin, borçların ertelenmesi, finansal işlemlerin vergilendirilmesi vb.) inisiyatifler ya da geçmişi uzun yıllar öncesine uzanan örgütlenmeler (örneğin Greenpeace vb.) bulunmaktadır. Politik düşünce olarak marksistlerden sosyal demokratlara, yeşillerden anarşistlere, hatta hristiyan teolojisine uzanan bir çeşitlilik barındırmaktadır.
Burada idelemek istediğimiz küreselleşme karşıtı hareketlerin tamamı değildir. Bu çerçevede konumuz sınırları içinde kalan iki inisiyatifi ele almak istiyoruz. Birincisi, daha çok uluslararası yardım örgütü niteliğinde, ama ortaya koyduğu perspektiflerle yoksullukla mücadele bakımından hatırı sayılır bir ağırlığa sahip OXFAM'ı inceleyeceğiz. İkinci olarak, küreselleşmenin mali boyutlarını öne çıkaran, finansal sermayenin serbestliği ile küresel yoksulluk arasında bağ kuran ve çözüm olarak finansal işlemlere küresel çapta Tobin vergisi getirilmesini savunan ATTAC hareketini ele alacağız. Başta da belirttiğimiz analitik sonuçlar üretmek gibi bir amacımız yok; esasen yaptığımız bu inisiyatiflerin tanıtımıyla sınırlı bir değerlendirme olacak.
Oxfam
Merkezi Londra'da bulunan ve dünyanın çeşitli ülkelerinde varolan örgütlenmeleri bünyesinde barındıran Oxfam kendini, "yoksulluğa ve adaletsizliğe karşı çıkmak için hükümet dışı örgütlerin oluşturduğu uluslararası bir konfederasyon" olarak tanımlamaktadır. Faaliyetlerini beş ana konuda yoğunlaştırmaktadır. "Maliyeti azalt!" kampanyasıyla küresel ilaç piyasasında karı değil insanların hayatını öne çıkararak, ila fiyatlarının yoksulların satın alma güçlerine uygun hale getirilmesi amaçlanmaktadır. "Çatışmayı kes!" kampanyasıyla son yıllarda küçük silahlar yoluyla atom bombasından kaynaklanan ölümleri aşan yerel, bölgesel çatışmaların sona erdirilmesine katkıda bulunulmak istenmektedir. "Borcu azalt!" kampanyasıyla IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası finans örgütlerine yoksul ülkelerin borçlarının tamamının silinmesi çağrısı yapılmaktadır. "Eğitim şimdi!" kampanyasıyla çoğunluğu kızlardan oluşan milyonlarca eğitimsiz çocuğun eğitimi için G8 ülkelerinin daha fazla kaynak yaratmaları talep edilmektedir. Son olarak zengin ülkelerin kapılarını yoksul ülkelerle daha fazla ticarete açmaları istenmekte; zengin ülkelerin bir yandan serbest ticaret savunusu yaparken diğer yandan kapılarını yoksul ülkelerin ihracatına kapamaları teşhir edilmektedir.
Bu faaliyetlerinden de anlaşılabileceği üzere Oxfam küreselleşmenin kendisine karşıt değildir; bu yönüyle militan özelliği öne çıkan diğer küreselleşme karşıtlarından ayrıdır, ama en azından küreselleşmenin mevcut biçimine karşı çıktığı ve dünya çapında örgütlenmesi ve gerek hükümetleri gerekse uluslararası sermaye örgütlerini etkileme gücüyle, yoksulluk tartışmalarında sözü geçen bir örgütlenmedir. Bu açıdan Oxfam'ın yaklaşımının ve faaliyetlerinin biraz daha yakından incelemesinde yarar vardır.
Oxfam uluslararası alanda üstlendiği misyonu, "dünyada yoksullukla ve adaletsizlikle mücadele eden bağımsız organizasyonların uluslararası koalisyonu olma ve bu yöndeki tek tek çabaları uluslararası planda koordine etme" şeklinde tanımlamaktadır.
Temel yaklaşımını ise şöyle özetlemektedir:
"İnanıyoruz ki yoksulluk ve güçsüzlük kaçınılabilir olgulardır; insan eylemi ve politik kararlılıkla alt edilebilir. Temel insan ihtiyaçları ve hakları sağlanabilir. Zengin ve yoksul uluslar ve ulusların kendi içinde eşitsizlikler önemli ölçüde azaltılabilir. Barış ve silahsızlanma kalkınma için gereklidir. Ekonomik ve sosyal haklar insan haklarının parçasıdır. Bu hakları kullanmak için eşitlik anahtar kelimedir. Eşitlik kuralların adil hale gelmesidir.
"Yoksulluk insanların temel haklarını yaşama geçirmelerini ve yaşamlarını kontrol etmelerini önleyen güçsüzlük halidir.Yoksulluğun tezahürü maddi malların yetersizliği, temel hizmetlere ulaşamama ve güvensizliktir. Bütün yoksulluğun kaynağında insani eylem / eylemsizlik vardır. Yoksulluğun düzeyi doğal etkenlerle, şiddetle, baskıyla, çevre tahribatıyla artabilir; sürekli eşitsizlikle, kurumsal ve ekonomik mekanizmalarla devam ettirilebilir."
Oxfam bu yaklaşımdan hareketle yoksulluğun ve adaletsizliğin yapısal nedenlerine işaret eden yerel örgütlenmelerin güçlendirilmesine çalışmakta; yerel kapasitenin yetersiz kaldığı durumlarda yardımcı olmakta ve kalıcı yapılar kurmaya çalışaktadır. Desteğin nihai hedefi insanların haklarını kullanabilmeleri ve hayatlarını idame ettirebilmelerini sağlamaktır. Bunun için gerekli olanakların yaratılmasına ve örgütsel mekanizmaların kurulmasına katkıda bulunmakta; özellikle yoksulluk bağlamında cins ayrımcılığına vurgu yapılmakta ve çevresel değerlere önem verilmektedir.
Oxfam'ın faaliyetleri arasında eğitim çalımaları, yoksulukla mücadele kampanyaları, projelerin maddi olarak desteklenmesi, yoksullara acil yardım çalışmaları, yerel-bölgesel kalkınma programlarına destek bulunmaktadır. 2000 yılında 100 ülkede 3000 yerel örgütle ortak çalışma yapılmıştır. Ama henüz Japonya, Fransa, Hindistan, Brezilya, Meksika ve Güney Afrika gibi ülkelerde Oxfam örgütlenmesi oluşmamıştır.
Oxfam, çalışma andı olarak "Ekonomik ve sosyal adaleti dünya gündeminin ilk sırasına yerleştirmek için çalışacağız. Ekonomik ve sosyal adalet için doğmakta olan küresel yurttaşlar hareketini güçlendirmek için işbirliği yapacağız" demektedir.
Oxfam yoksullukla mücadele stratejisinin yeni liberal ideolojinin eleştirisine dayanması gerektiğini savunmakta ve şöyle söylemektedir: "Piyasa eliyle yaratılamayacak (özelleştirilemeyecek) kamu hizmetleri ve kamusal mallar vardır. Örneğin, çevrenin korunması, sağlık ve eğitim, çocukların bakımı ve beslenmesi, sosyal ilişkiler, dayanışma ve kültür." Buradan hareketle Oxfam yoksullukla mücadele statejisinin 5 temel amacı olması gerektiğini ifade etmektedir:
"Birinci amaç, insanca yaşama hakkının sağlanmasıdır; yani, herkese yeterli besin, barınak; yeterli bir gelir sağlanmalıdır. Bu amaca ulaşabilmek için uluslararası ticaretin kuralları yeniden tanımlanmalı; yoksullar ekonomide aktif bir rol üstlenebilmeleri için güçlendirilmeli; kadınların istihdamına özel bi önem verilmelidir vb.
"İkinci amaç, temel sosyal hizmetlerden herkesin yararlanabilmesidir; bunlar temel eğitim, mesleki eğitim, sağlık, temiz su vb. gibi hizmetlerdir. Burada en önemli sorun fnansmandır. Hizmetlerin finansmanının sağlanabilmesi için yoksulların borçları silinmeli, parasal kaynakların arttırılması ve-veya bu alana daha fazla kaynak ayrılması için kampanyalar yapılmalı; çocuklara ve kadınlara daha fazla eğitim imkanı yaratılmalı; temel sağlık alanında özellikle HIV/AIDS konusunda yeterli parasal kaynak sağlanmalıdır.
"Üçüncü amaç, herkesin yaşama ve güvenlik haklarının güvence altına alınmasıdır Bir başka deyişle, savaşların ve doğal afetlerin önüne geçme çabaları arttırılmalı; ölümcül salgın hastalıklarla daha aktif mücadele edilmeli; şiddetten etkilenenlerin sayısını azaltıcı çalışmalar yapılmalıdır.
"Dördüncü amaç, herkesin söz ve karar sahibi olabilmesi, yani sosyal ve politik yurttaşlık haklarından yararlanabilmesidir. Bu çerçevede demokratik ve politik hakların herkese tanınması, katılım hakkının sağlanması için mücadele edilmelidir. Bu mücadele 'aktif küresel yurttaş hakları' bağlamında yürütülmelidir.
"Beşinci amaç, herkesin kendi kimliğini özgürce ifade edebilmesi; yani çoğulculuğun tanınmasıdır. Bu çerçevede cinsler arası ayrımcılığın sona erdirilmesi, kültürel hakların özgürce kullanılabilmesi, dışlanan grupların (azınlıkların vb.) kimliklerinin ve çıkarlarının savunulabilmesi için mücadele edilmelidir."
Oxfam 2004 yılına kadar geçen süreyi kapsayan bir program oluşturmuştur. Bu programın en önemli unsurlarından biri "küresel yurttaşlık" kavramı bağlamında öngörülen faaliyetlerdir. Burada Oxfam diğer küreselleşme karşıtı hareketlerle nasıl ilişki kurulacağı sorusuna da yanıt aramaktadır. Oxam "küresel yurttaşlık" hareketlerinin hızla geliştiğini ve borçların iptali, kara mayınlarının yasaklaması, uluslararası ceza mahkemesi kurulması gibi talepler etrafındaki yeni hareketler ile çevre, kadın, insan hakları hareketlerinin içinde bu talebin giderek yerleştiğini belirtmektedir. Oxfam da yerel örgütlerinin enternasyonalizme ve küresel yurttaşlık idealine uygun hareket ettiğini ve bu gelişmede önemli bir rol oynadığını iddia etmektedir.
Oxfam diğer örgütlerle uzun vadeli ilişki kurarken şu ilkelerden hareket etmektedir:
Ekonomik ve sosyal adalet talebini daha güçlü yükseltebilmek,
Benzer programlara katkı yapmak ya da katkı almak,
Araştırma, uygulama, izleme, değerlendirme faaliyetlerinde karşılıklı destek
Odak faaliyetlerden ayrılmamak kaydıyla insan hakları, kadın hakları ve çevre konularında daha fazla duyarlılık,
Oxfam International gayrıresmi bir danışma kurulu oluşturmayı ve diğer örgütlerin deneyimlerinden yararlanmayı amaçlamaktadır. Oxfam'ın halihazırdaki örgütlülüğü "Kuzey" ülkeleri ile sınırlıdır. Amaçları, programı içerecek bir genişlikte değildir. Oxfam 2004'e kadar üye tabanını genişletmeyi ve Japonya, Hindistan, Brezilya, Meksika, Günay Afrika ve Fransa gibi stratejik ülkelerde örgütlenmeyi hedeflemektedir.
ATTAC
Son dönem küreselleşme karşıtı hareketler içinde en hızlı gelişenlerinden biri Fransa kökenli ATTAC (Finansal Piyasaların ve Kurumların Demokratik Denetimi İçin Uluslararası Hareket) hareketidir.ATTAC önce, kuralsız mali sermaye hareketlerinin dünyadaki gelir adaletsizliğinin ve yoksullaşmanın başlıca nedenlerinden biri olduğu düşüncesinden hareketle, kısa vadeli mali sermaye hareketlerinin denetlenmesi ve vergilendirilmesi talebi etrafında kurulan bir Fransız derneği olarak sahneye çıktı. Ancak bu hareket kısa sürede Fransa dışına çıkarak uluslararası bir niteliğe büründü.
Uluslararası ATTAC hareketinin temelleri 11-12 Aralık 1998'de Paris'te yapılan bir uluslararası toplantıda atıldı. Bu toplantıyı Fransız ATTAC derneği düzenlemişti. Bu toplantıya Afrika, Latin Amerika, Asya ve Avrupa'dan 10 ülkeden, Brezilya, Meksika, Güney Kore, Filipinler, Senegal, Belçika, İtalya, İsviçre, Finlandiya ve Fransa'dan, çeşitli ağ örgütlenmelerinin ve koordinasyon gruplarının temsilcileri katıldı.
Toplantıda 1999 yılında ortaklaşa neler yapılabileceği tartışıldı ve üç hedef belirlendi: Birincisi, Uluslararası ATTAC hareketinin (Finansal Piyasaların ve Kurumların Demokratik Denetimi için Uluslararası Hareket) kurulması; ikincisi, yeni liberal politikalara ve sonuçlarına karşı politik etkinliğin yaygınlaştırılması ve ağ faaliyetlerinin ortaklaştırılması (ki bu konuda ilk somut örnek 1999 Davos karşıtı eylemlilik hazırlığı oldu); üçüncüsü, daha çok tartışma ve bilgi dolaşımının sağlanması.
Aralık 1998 toplantısının ortaya çıkardığı bi gerçek pek çok ülkede ATTAC benzeri örgütlenmelerin kurulmuş olduğuydu. Elbette bunlar kendi ulusal özelliklerini barındırıyordu. Ama öte yandan diğer hareketlerle işbirliği ve dayanışma arayışları da çoğalıyordu; ortak hedef ise yeni liberalizm ve sonuçlarıydı.
Uluslararası ATTAC hareketinin kurulması bu arayışlara bir yanıt verme amacını taşımaktadır. Bu açıdan ulusal hareketler arasındaki işbirliği ve dayanışmayı düzenleyen bir ağ örgütlenmesi niteliğindedir. Coğrafi bir merkezi ya da hiyerarşik yapısı yoktur.
ATTAC'ın üyeleri çeşitli ülkelerde ve bölgelerde faaliyet gösteren sendikalar, koalisyonlar, dayanışma komiteleri, dernekler ve sivil toplum örgütleri, örgütlenme ağları, basın-yayın kuruluşları ve araştırma enstitüleri gibi örgütlenmelerdir. Bu birbirinden farklı örgütlenmeler arasındaki iletişim, merkezi bir genel sekreterlik bürosu ya da klasik iletişim araçları ile sağlanamayacağından, elektronik haberleşme ve internet üzerinden bir iletişim ve organizasyon kuruldu.
Burada ATTAC'ın işlevi bu farklı hareketler ve örgütlenmelerin taleplerini otaklaştırmak ve eylemlilikte koordinasyon sağlamaktır. Bunun gerekçesi şudur: 1997 Asya krizinden sonra finansal piyasaların ve mali sermeyenin denetim altına alınması talebi her yerde öne çıktı ama yeni liberalizme karşı çıkma noktaları çok çeşitliydi; farklı ülkelerde ve bölgelerde farklı hedefler ve öncelikler sözkonusuydu; örneğin, IMF programları, borçlar, NAFTA ya da MAI gibi anlaşmalar, Kuzey-Güney çelişkisi vb. ATTAC'ın amacı bu farklılıkları ortadan kaldırmak değil, bu inisiyatiflerin ortak bir hedefe yöneltilmesidir. ATTAC'ın bir başka amacı çeşitli ülkelerdeki sosyal hareketlere gereksindikleri bilgiyi sağlamaktır. Böylece söylemlerde ortak dil, ortak retorik yakalamak ve akademik dünyayı ve medyayı etkilemek hedeflenmektedir. Bunun için bir Bilimsel Kurul oluşturuldu; bu Kurul'un görevi finansal işlemler hakkındaki bilgiyi toplamak ve dağıtmaktır.
ATTAC'ın temel politikası şu şekilde özetlenebilir: Finansal küreselleşme ekonomik istikrarsızlığı ve sosyal eşitsizliği arttırmakta; halkların tercihlerini, demokratik kurumları, ulusal egemenliği yok saymaktadır. Küreselleşmede spekülatif hareketler egemendir ve sadece çokuluslu şirketlerin çıkarları gözetilmektedir. Bu süreçte insanlar kendi kaderlerini tayin etmekte güçsüz kalmaktadır, demokratik olmayan güçlerin egemenliği artmaktadır. Ülkeler sermaye çekebilmek için birbirleriyle yarışmaktadır; bu sermaye spekülatif karakterdedir. Her gün bu nitelikte, yani üretime, mal ve hizmet ticaretine dayanmayan 1.5 trilyon dolar el değiştirmektedir. Bu gelişme dünya çapında emek gelirlerini azaltıp yoksulluğa neden olurken sermaye gelirlerini arttırmaktadır. Sosyal güvenlik sistemleri yetersizdir; çalışanlar sosyal güvenlik hakları ile günlük iş hakkı arasında tercih yapmakta ve şirketlerin günlük çıkarlarına bağımlılıkları artmaktadır ki bu uzun vadeli çıkarları aleyhinedir. Uluslar, halklar arasındaki her tür dayanışma mekanizması zayıflamaktadır. Bu eşitsizlik durdurulabilir. Nobel ödüllü iktisatçı James Tobin spekülatif işlemlerin binde 5 vergilendirilmesi halinde her yıl 100 milyar dolarlık bir gelirin elde edilebileceğini öngörmüştür. Bu kaynak uluslararası örgütlere eşitsizlikle mücadele, eğitim, sağlık beslenme ve kalkınma için kullanılmak kaydıyla devredilebilir.
ATTAC bu fikri yaygınlaştırmak ve savunmak için kuruldu. ATTAC'a göre Asya krizi bu öngörüleri doğrulamıştır. IMF, Dünya Bankası, OECD ve Dünya Ticaret Örgütü gibi kuruluşlar, finansal küreselleşmenin bayraktarlığını yapmaktadır. Oysa ATTAC'a göre bu yapay dünya düzeninin insani ve toplumsal temeli yoktur. Örneğin, Dünya Ticaret Örgütü demokratik denetimden yoksundur ama ulusal parlamentolara istihdam, sağlık çevre gibi konularda serbest ticarete aykırı düzenlemeleri kaldırması talimatı verebilmektedir. Örneğin OECD MAI'yi gündemine alabilmekte ve yatırımcılara ulusal hükümetler üzerinde bir güç verilmesini önerebilmektedir.
ATTAC bu gücün kırılmasını gelecek yüzyıllara bırakılamayacak acil bir görev olduğunu düşünmekte ve üç temel çözüm önermektedir: "Vergi cennetlerini ortadan kaldır!", "Emekle kazanılmayan gelir (sermaye geliri) üzerindeki vergileri arttır!", "Finansal işlemleri vergilendir!". ATTAC sermaye üzerinde yeni denetim mekanizmalarınının yaratılmasını zorunlu görmekte ama hükümetler kendi başlarına bunu yapamayacak gibi göründüğünden sosyal kriz ve politik umutsuzlukla başetmek için ülkelerde ve dünya çapında militan bir eylemin kaçınılmaz bir gereklilik olduğunu düşünmektedir.
Yoksullukla ilgili diğer uluslararası kuruluşlara örnek olarak "üçüncü dünya", "uzey-güyen çelişkisi" gibi konular etrafında faaliyet gösteren, çeşitli yoksul ülkelerdeki sivil toplum örgütlerinin üyesi olduğu Third World Network (Üçüncü Dünya Ağı) ile yine yoksullukla ilgili olarak ulusal hareketler arasında dayanışma ve işbirliği yaratmaya çalışan, alternafif politikalar geliştirmeye ve bunları politik platformlarda yaygınlaştırmaya çalışan merkezi Londra'da bulunan The World Development Movement (Dünya Kalkınma Hareketi) gösterilebilir.Dünya Kalkınma Hareketi 1999 yılında dünya çapında yaygınlık kazanan "borçların iptali" talebi etrafında oluşan Jubilee 2000 kampanya hareketinin kurucu örgütlerinden biridir.
Türkiye'de de bu gelişmelere paralel örgütlenmeler ve koalisyonlar son yıllarda ortaya çıkmaya başladı. Bunlardan biri önce MAI karşıtı platform olarak çalışan, daha sonra "küreselleşme karşıtı" sıfatını da üstlenen çalışma grubudur. Bu grup çeşitli aydınlardan ve sendikacılardan oluşmaktadır, ve esas olarak küreselleşme süreci hakkında toplumu bilgilendirmek misyonunu üstlenmektedir. Benzer inisiyatifler Prag ve Cenova eylemleri çerçevesinde de oluşturuldu. Giderek "küreselleşme karşıtı" gündemin Türkiye'de de yakından izlenmeye başlandığı söylenebilir. Ama henüz yoksulluk karşıtı uluslararası koalisyonlar ile doğrudan bağlantılı (Türkiye Oxfam ya da Türkiye ATTAC gibi) bir örgütlenme deneyimi yaşanmış değil.
Yoksulluk Karşıtı Köylü Hareketleri
Yeni liberal politikaların yoksullaştırıcı etkilerinin en çarpıcı biçimde yaşandığı alanlardan biri hiç kuşkusuz tarım sektörü ve kırsal yerleşimlerdir. Bir başka deyişle, köylülük ve tarımsal üreticilik tüm dünyada nerdeyse şablonik biçimde uygulanan politikalar tarafından yıkıma uğratılmış, yoksullaşma ile birlikte mülksüzleşme ve iç-dış göç beraberinde informel çalışmanın yaygınlaşması, insan ticareti, yabancı kaçak işçilik gibi pekçok sosyal sorun getirmiştir.
Ne var ki bu sürece karşı yaygın bir muhalefet de bu dönemde ortaya çıkmış ve yaygınlaşmıştır. Bu açıdan en çarpıcı deneyimler Latin Amerika ülkelerinde yaşanmaktadır. 3-7 Kasım 1997'de Brezilya'da yapılan ve El Salvador ile Uruguay hariç bütün Güney Amerika ülkelerinden toplam 350 delegenin katıldığı 2. Latin Amerika Kırsal Örgütler Kongresi bu deneyimler hakkında genel bir fikir oluşturmaktadır.
Gerek bu toplantının ortaya koydukları gerekse bölgede yaşananlar son dönemde Latin Amerika'da yeni liberalizm karşıtı bağımsız köylü hareketlerinin geliştiğini göstermektedir. Ancak bu gelişme her ülkede eşit üzeyde değildir. Örneğin, Brezilya'da MST (Topraksız İşçiler Hareketi) yüzbinlerce köylüyü ulusual çapta bir sosyal harekete dönüştürürken Şili'de köylü hareketi çok zayıftır.
Bu hareketlerin ortak özellikleri hem yasal partilerden hem de geleneksel gerilla hareketlerinden bağımsız olmalarıdır. Bu hareketlerin ortaya çıkmasında, kırsal kesimde yaşayan yoksulların ancak kendi öz örgütlenmeleri aracılığıyla özgür bir yaşama kavuşacaklarına duydukları inançtır.
Ekvador'da FENOC, Brezilya'da MST, Paraguay'da Köylü Federasyonu ülkelerindeki tarım reformu konusundaki ulusal tartışmaların başlamasına öncülük etmişlerdir. Bu hareketlerin hepsi aşağıdan yukarıya örgütlenmişler, örgütsel yapılarını ve önderliklerin kendileri inşa etmişlerdir. Çeşitli ülkelerdeki hareketler önemli başarılar elde etmişlerdir.
Örneğin, Ekvador'da köylü ve yerli hareketleri IMF politikalarının savunucusu hükümetin istifasına yol açmıştır. Brezilya'da MST 1 milyon insanı temsil eden 150 bin çiftçiyi toprak işgalleri yoluyla ekilmemiş alanlara yerleştirmiştir. 21 eyalette MST toprak reformu tartışmalarının baş aktörü olmuştur. Kolombiya'da FARC (köylü temelli bir gerilla hareketi) ülkenin kırsal bölgelerinin yarısında belediyeleri denetim altına almıştır; programının önemli bir bölümü yoksul köylülerin ekonomik, sosyal ve demokratik taleplerine (toprak reformu, insan haklarının gelişmesi, tarım işçilernin sendikalaşması vb.) dayanmaktadır. Meksika'da Zapatista hareketi (EZLN) yerli hakları, toprak reformu, NAFTA, serbest ticaret ve piyasa politikaları gibi konuları tartışmaya açmıştır. NAFTA ile birlikte Meksika'da tarımda mülkszüleşme ve yoksullaşma hızlanmıştır. Bu gelişme ile EZLN'nin 1994 kalkışması arasında sıkı bağlantı vardır.
Bu örneklerden de görüleceği gibi bu yeni köylü hareketlerinin gündemi sadece kırsal nüfusun sorunları ie sınırlı değildir; esasen ulusaldır. Bu hareketler toprakların yeniden paylaşılmasının, yani toprak reformunun ancak uygun kredi, teknik destek ve tarımsal destek-koruma politikaları ile sağlanabileceğini; rejimi demokratikleştirmek için ise kent sınıflarıyla ve hareketleriyle işbirliğinin zorunlu olduğunu bilmektedirler. Bu hareketler sadece ekonomik örgütlenmeler değil, sosyo politik hareketlerdir. Yeni liberal politikalara, özelleştirmeye, IMF'ye karşı çıkmaktadırlar.
Zaman zaman köylü hareketlerinin işçilerle ortak eylemlere gittikleri, hatta 1997'de Ekvador'da, 1996'da Brezilya'da, 2000 ve 2001'de Arjantin'de görüldüğü gibi ortak genel grevler gerçekleştirdikleri de görülmektedir. Bu hareketlerin talepleri arasında kültürel konular, özellikle yerlilerin kimlik (dil, inanç vb.) hakları da öne çıkmaktadır. Ama bu talepler ekonomik taleplerle birlikte ele alınmaktadır.
Latin Amerika köylü hareketleri yoğun bir baskıyla karşı karşıyadır. Örneğin, Meksika'da Chiapas eyaletinde 40 bin asker bulunmaktadır. Kolombiya'da paramiliter güçler köylü ve işçi önderlerine yönelik katliamlar düzenlenlemektir. Brezilya'da MST hareketi ilk dönemlerde yüzlerce kayıp vemiştir. Bu baskıların ardında ABD'nin bölgeye yönelik politikalarının önemli rol bir oynadığı konusunda ortak kanaat mevcuttur. Tarımsal liberalizasyon politikaları bölgeyi büyük bir tarımsal plantasyona çevirmekte; sadece ihracat potansiyeli olan ürünlerin üretimi teşvik edilmekte; köylülerin mülksüzleştirilmesi ve işçileştirilmesi gündeme gelmekte; bu da yoksullaşmayı derinleştirmektedir. Bu sürece karşı mücadele ise baskıyla yok edilmeye çalışılmaktadır.
Bu baskılar, Kolombiya'da olduğu gibi "terörizme karşı mücadele" olarak adladırılmaktadır. Ama salt FARC'ın da savunduğu talepleri dile getirdikleri için, bu örgütle bağ olmayan köylüler bile katliama uğrayabilmektedir. Burada köylülerin temel talebi topraklarını korumak, topraksız iseler işleyebilecek ve ailelerinin geçimini sağlayabilecek bir toprak parçasında özgürce üretim yapabilmektir. Örneğin Peru'da CCP (Peru Köylü Konfederasyonu) Fujimori döneminde hem hükümetten hem Maoist Aydınlık Yol örgütünden hem de bölünmüş sol partilerden bağımsız bir köylü koalisyonu yaratmaya çalışmıştır. Bunun için bazı bölgelerde hükümetin ve Adınlık Yol'un baskılarına karşı köylü öz savunma grupları oluşturulmuştur.
Yeni köylü hareketlerinin ayırdedici özelliklerinden biri yalnızca kırla sınırlı bir faaliyetin yetersizliğinin bilincinde olmalarıdır. Bunun için kent kökenli hareketlerle yakın bir işbirliği ve dayanışma içine girmek temel hedeflerden biri olmuştur. Ekvador'da FENOC kır ve kent yoksullarının otak çıkarlarını yansıtan bir mücadeleye öncülük etmiştir. Paraguay'da köylü Federasyonu öğrencileri, profesyonelleri, hatta küçük ve orta boy girişimcileri de kapsayan bir Tarım Reformu Forumu oluşturmuştur.
Brezilya'da MST metropollerde kent yoksullarını örgütlemek için sistematik bir çaba içine girmiştir. Kırsal alandaki başarılarından ötürü gecekondu semtlerinde (favela) büyük bir sempatiyle karşılanmışlardır; bunun bir nedeni de kent yoksullarının çoğunluğunun kırdan göç edenlerden oluşmasıdır. Bu alanda MST sadece acil taleplerle (aydınlatma, su, yol, ulaşım vb.) ilgilenekle yetinmemiş, yaygın b