* Manşet görselleri: Pexels
Korona günlerinde sıradan bir akşam vakti... Yemekler yenmiş, çaylara geçilmiş. O esnada bazılarının "sadece belgesel" izlediği ekranda sürekli bir rekabet ve tartışma hali, bitmek tükenmek bilmeyen bir hareketlilik...
Türkiye televizyonları tartışma ve hareketliliğe -belki de haddinden fazla- alışık olsa da o çok hareketli ülke gündemine dair bir tartışma programı değil bu sefer karşımdaki televizyon ekranında gördüğüm. Son dönemin popüler yemek programlarından birini kastediyorum tüm bunları söylerken.
Sadece Türkiye'de değil, dünyada da çoğu insanın aşina olduğu bir görüntü aslında bu: Haftalar süren elemelerin ardından seçilen yaklaşık 20 kişi "milyonların" gözü önünde yemek yapma konusunda ne kadar iyi olduklarını, diğerlerinden nasıl daha güzel yemek yapabildiklerini kanıtlayıp böylece üç erkek jüriden geçer not alabilmek için ter döküyor.
Jüri üyeleri de bu esnada sebzeden ete, ana yemekten tatlıya hangi yemeğin nasıl yapılması gerektiğine dair bir dizi püf noktası paylaşıyor yarışmacılarla ve dolayısıyla da izleyicilerle...
Biz izleyiciler ise elimizde çayımız 250 mililitresi 200 lira olan trüf yağının birkaç damla fazlasının bile yemeğin tadını nasıl kaçıracağını dinliyoruz hayatımızda hiç trüf yağına bu kadar para verip onunla yemek yapıp yap(a)mayacağımızı sorgulamadan.
Peki ama neden? Son dönemde yurt dışından Türkiye'ye getirilen formatlarla da birlikte sayıları gittikçe artan yemek programları özellikle de ekonomik göstergelerin ve halkın alım gücünün kötüye gittiği böyle bir dönemde neden bu kadar çok ilgi görüyor?
İnsanlar bu programları salt yemek yapmayı öğrenmek, kendilerini geliştirmek için mi izliyor? Orada gördükleri rekabet ve insan ilişkileri ile mi ilgileniyorlar? Ya da bu programlar insanlar için bir yemeğin nasıl olması gerektiğini öğrenip yemek hakkında konuşabilmenin, dolayısıyla da bir çeşit kültürel sermaye kazanmanın bir yolu mu?
Peki ya sosyal medya? O bu fotoğrafın neresinde?
Türkiye'de özellikle son on yıl içinde neden bu kadar çok yemek programı çekildiğini, bu programların neden bu kadar çok ilgi gördüğünü Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nden Prof. Dr. Zafer Yenal'la konuştuk...
"Siyaset yapmak zorlaştıkça özel alan şişiyor"
Avrupa'da ilk örneklerine 1930'lu yıllarda rastlanan yemek programlarının 90'lı yıllarda Türkiye'de de yayınlanmaya başladığını biliyoruz. Özellikle son on yıl içinde "Yemekteyiz" ve "Master Chef" gibi formatların da Türkiye'ye gelmesiyle yemek programlarına olan ilgi azalmadan devam ediyor gibi görünüyor. Siz bu ilgiyi neye bağlıyorsunuz?
Öncelikle Türkiye'de yemek medyasının Avrupa ve Amerika'daki örneklerine göre daha geç bir tarihte ortaya çıktığını hatırlamalıyız. Örneğin Türkiye'de düzenli olarak yemek yazılarının, restoran değerlendirmelerinin gazetelerde yayınlanması 1980'li yıllarda oluyor. Yine bu yıllardan sonra yemek dergilerinin, yemek kitaplarının sayısında artışlar görüyoruz. Dolayısıyla son yıllarda yemek programlarına gösterilen ilgi genel olarak yemek medyasının büyümesiyle ve yemek konusunun popülerleşmesiyle alakalı bir yönüyle.
Daha geniş bir çerçeveden baktığımızda da aynı dönemde tüketim alanının hem genişlemesi hem de derinleşmesi söz konusu. Yani eğitimden sağlığa, gıdadan dekorasyona hem farklı alanları ve ürünleri içine alacak şekilde tüketim ve tüketimin dinamikleri hayatın her alanına giriyor. Ekonomik liberalizmin ve piyasacı anlayışın hegemonyası, tüketimci bakış açısının toplumsal ilişkilere nüfuz etmesini beraberinde getiriyor.
Üretim süreçlerinin giderek gözden ırak hale geldiği ve örgütlü emeğin bastırılmasıyla politik önemini yitirdiği, kamusal alanın giderek daraldığı, siyaset yapmanın zorlaştığı, otoriter yönetimlerin hemen her yerde iş başına geldiği bir dünyada özel alan giderek şişiyor. Haliyle yemek de dahil özel alana şekil veren pratiklere ilgi artıyor: Fitness'a gidenler, psikoloğuna danışanlar, diyet yapanlar, yemek kurslarına gidenler... Son zamanlarda tüketim alanını oluşturan hemen hemen tüm pratikler hem bir gösteri hem de küçük, mikro uzmanlık alanına evriliyor.
J.S. De Backer ve Hudders 2015 tarihli makalelerinde hem eğitme hem eğlendirme (edutainment) amaçlı yemek programlarının varlığından söz ederler. Böyle baktığımızda, yemek yapmayı öğrenme isteği bir yana Türkiye'deki izleyicileri bu "eğitlence" programlarını izlemeye çeken ne olabilir? Rekabet, gerilim ve insan ilişkileri gibi faktörlerin etkisinden söz edebilir miyiz? Bu durum bize daha genel anlamıyla Türkiye'deki izleyici kitlesi veya Türkiye toplumu hakkında ne söyler?
Öncelikle rekabet, yarışma, liderlik gibi kavramların biraz önce bahsettiğimiz piyasacı ve tüketimci bakış açısının hayatımıza soktuğu kavramlar olduğunu unutmamamız gerekiyor. Bunun da elbette bu süreçte farklı toplumsal gruplar arasında dayanışmayı ve müşterekleri önemseyen ve sahiplenen düşünce akımları ve toplumsal eğilimler yerine bireyselleşmenin ve bireyci bakış açılarının yaygınlaşmasıyla ilgisi var.
Kazanmak ve kaybetmek, başarmak ya da başaramamak salt bireysel özelliklere ve kişilerin hayat hikayelerine indirgeniyor. Bu eğilimin farklı toplumsal gruplar arasındaki mesafelerin açıldığı ve ayrışmaların iyice arttığı bir dünyada yaygınlaşması toplumsal dokuyu iyiden iyiye tahrip ediyor; süregiden ayrışmaları körüklüyor. Yoksulluk, şiddet, eğitimsizlik gibi problemlerin arkasında yatan toplumsal süreçleri konuşmak zorlaşıyor. Birçoklarının ünlü bir şef olmak istediği, gençlerin ünlü YouTuber'lar olmanın hayalini kurduğu, karton kahve bardaklarının üzerine isimlerin yazıldığı, gofret paketlerinin kişiye özel tasarlandığı bir dünya!
Sizin de sorunuzda belirttiğiniz gibi, benzer yarışma formatları dünyanın birçok yerinde kullanılıyor. Hatta bazıları doğrudan ithal yarışmalar... Dolayısıyla bütün bu söylediklerim sadece Türkiye'de değil dünyanın birçok yerinde karşımıza çıkan toplumsal eğilimlere dair saptamalar.
"Yemeğin üretim koşullarını nadiren düşünüyoruz"
Michael Pollan yemek programlarının ABD'deki popülaritesini ele aldığı yazısında bu programlara olan ilgiyi "kültürel sermaye" kavramı bağlamında ele alır. Ona göre, "lüks yemekler" bir tür kültürel sermaye işlevi gördüğünden, bu programlar da bu sermayeyi elde etmenin bir yolu olur. Siz bu tespiti nasıl değerlendirirsiniz? Bu programlar bizim için bir çeşit kültürel sermaye kazanmanın bir yolu olabilir mi?
Kültürel sermaye kavramını ilk kullanan Pollan değil elbette. Bu kavramın özellikle sosyal bilimlerde yaygınlaşması meşhur Fransız sosyolog Pierre Bourdieu'nun çalışmaları sayesinde oldu. Bourdieu çalışmalarında modern toplumlarda sınıfsal eşitsizliklerin ve çatışmaların şekillenmesinde iktisadi süreçlerin yanı sıra kültürel süreçlerin rolüne de dikkat çekiyordu.
İktisadi sermaye kadar, kültürel ve sosyal sermayenin eşitsiz dağılımı da sınıfsal kimliklerin oluşmasına katkıda bulunuyor birçok yerde. Cebinizdeki, bankadaki paranız kadar, ne tür müzik dinlediğiniz, evinizi nasıl döşediğiniz, yiyecek tercihleriniz ve kimleri tanıdığınız da sizi birilerine yaklaştırırken birilerinden de uzaklaştırıyor. Bütün bunlar hem "biz"lerin hem "öteki"lerin şekillenmesinde çok etkili oluyor.
Yemek programlarından insanların ne kadar kültürel sermaye devşirip devşiremeyeceği çok tartışılır. Kültürel sermayenin temel aktarım mekanizması eğitim kurumları... Yemek programlarından ziyade son zamanlarda sayıları artan yemek kursları, sertifika programları, tadım atölyeleri bu minvalde değerlendirilebilir. Günümüzün dünyasında amatör baristalardan, ekmek ustalarından, sommelierlerden geçilmiyor ne de olsa...
Yemek fotoğraflarının sosyal medya paylaşımlarının halen önemli bir bölümünü oluşturduğunu da düşünürsek, yemek programlarına olan ilgiyi bu bağlamda nasıl değerlendirirsiniz? Bu programların son yıllardaki tabiriyle "yemek pornosu" ürettiğini ya da bu ikisinin kaynağını benzer bir yerden aldığını söyleyebilir miyiz?
Son yıllarda özellikle dijital teknolojilerin etkisiyle görselliğin patladığı bir dünyada yaşıyoruz. Herkes her şeyi fotoğraflıyor, filmini çekiyor, başkalarıyla paylaşıyor. Tabii yemek dünyası da bundan nasibini alıyor. Artık birçok yemek mekanının iç tasarımı yapılırken yemeklerin tüketicileri tarafından fotoğraflanmasıyla ilgili öncelikler ve kaygılar da gündeme geliyor.
Tabii bir yandan da yemeğin en sıra dışı halleriyle kendilerine bir takipçi, müşteri kitlesi yaratmaya çalışan girişimciler, markalar var... CznBuraklar, Nusretler, midyeciler, vs... Elbette bunların daha üst gelir gruplarına hitap eden daha sofistike versiyonları da çok...
Bütün bunlar bence son yıllarda yemeğin salt bir tüketim ürünü olarak gündeme gelmesiyle alakalı. Yemek bizim için sıklıkla ya bir arzu nesnesi ya da kaygı nesnesi... En şahane, en otantik yemeği nerede, nasıl yerimden acaba yersem çok kilo alır mıyım'a giden bir yol yani...
Bu yolda çok çok nadiren karşımıza üreticiler çıkıyor, çok çok nadiren yemeğin üretim koşullarını düşünüyoruz. Bu durumu en kestirmeden açıklayabilecek kavram yabancılaşma sanırım.
"Şatafatın, lüksün sıradanlaştığı bir dönem"
Özellikle şehirde yaşayıp çalışan insanlar olarak yemek yapmaya eskiye nazaran daha az zaman harcadığımızı, bununla birlikte daha çok yemek siparişi verdiğimizi görüyoruz. Sizce artık daha az yemek yapıyor olmamızla yemek programlarına olan ilgi arasında bir bağlantı olabilir mi? Bunu bir çeşit nostalji olarak değerlendirebilir miyiz?
Tabii salgın döneminde durum epey değişti. İşe gitmek zorunda olmayanlar daha evlerinde yemeğe daha çok zaman harcamaya başladılar. Yine eskiye nazaran çoğu insanın yemeği dışarda yemek ya da dışardan ısmarlamak konusunda ciddi çekinceleri var. Bu dönemde yine yemek dünyasından tanıdığımız birçok meşhur şefin, yazarın, yemek insanının bu sefer sosyal medya üzerinden yemek pişirmeye, yemek konuşmaya devam ettiğini gördük. Bu yayınlar da sanırım oldukça popüler oldu.
Tabii bu durum, birçok restoranın, lokantanın, kafenin bu dönemde oldukça zor günler yaşadığı gerçeğini değiştirmiyor. Türkiye'de de dünyada da pek çok yemek işletmesi kapandı, işten çıkarmalar yaygınlaştı. Bugünden bu sektörün ne yönde değişebileceğini kestirmek çok zor.
Unutmayalım ki yemek içmek sadece karın doyurmak değil, aynı zamanda bir sosyalleşme alanı. Dışarda yemek mekanları da öyle. Dolayısıyla geleceğini merak ettiğimiz konu aynı zamanda sosyal ve kültürel ilişkilerin alacağı yeni biçimlerle de alakalı.
Belki korona sonrası dünyada nostaljisinden bahsedeceğimiz şey, eşimiz dostumuzla yiyeceğimiz küçük bir yemek olacak...
Pandemi dönemiyle de birlikte iyice derinleşen ekonomik sıkıntılar, işsizlik, yoksulluk... Çoğumuz bu programları izlediğimizde aslında günlük hayatımızda kolay kolay maddi gücümüzün yetmeyeceği ya da haftalık mutfak alışverişimizin bir parçası olmayan ürünlerle yemek yapıldığını izliyoruz. Peki neden? Yani maddi durumu belli bir seviyenin altında olan insanlar bu programları neden izliyor olabilir?
Türkiye'de ilk yemek yazılarını yazanlar arasında bizim esas olarak sinema eleştirmeni olarak bildiğimiz Atilla Dorsay vardır. Yanılmıyorsam 1982-1983 yıllarında Cumhuriyet gazetesinde "Ağız Tadıyla" diye bir köşede mutfaklar, restoranlar üzerine değerlendirmeler yazıyor.
Dorsay, daha sonra bu yazılarını toplayarak aynı isimle yeniden yayınladığı kitabın önsözünde bu yazıların dar gelirli okuyucuları tarafından ne kadar çok yadırgandığını anlatır. Hayat pahalılığının ve yoksulluğun çok olduğu herkesin her şeye erişemediği bir zamanda lüks yemeklerden, pahalı restoranlardan bahsetmenin birçok okuyucusunun tepkisini çektiğinden bahseder.
Bana bu durum hep oldukça manidar gelmiştir. Sizin sorunuz bana doğrudan bunu hatırlattı. O zamandan bu zamana değerlerin, genel kabullerin, siyasi tavırların ne kadar çok değiştiğine dair bir karşılaştırma imkânı sunuyor sanırım bize. Şatafatın, lüksün, fazla tüketimin, israfın garipsenmediği, sıradanlaştığı bir dönemi yaşıyoruz sanırım.
Bu salgın dönemi umuyorum ki insanlar için uyarıcı olmuştur, neyin gerçekten ihtiyaç olduğunu anlamak açısından. Doğa üzerindeki tahribatımızın sürmesi durumunda bizleri bekleyen felaketler açısından...
Türkiye'de "Gelinim Mutfakta" gibi formatların da olduğundan hareketle, bu tür formatların toplumda cinsiyet rollerini pekiştirme ve yeniden üretme konusundaki rolü sizce nedir?
Çok büyük tabii ki. Genel olarak karar vericilerin ünlü erkek şefler olmalarından tutun da mutfağa girenlerin hep kadınlar, hep gelinler olmasına varıncaya kadar popüler medyanın geneline nüfuz etmiş cinsiyetçi bakış açısının buralarda da kendini yoğun bir şekilde kendini hissettirdiğinden rahatlıkla bahsedebiliriz.
Zafer Yenal hakkındaZafer Yenal, Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde öğretim üyesidir. Tüketim Çalışmaları, Yemek Kültürü, Tarım ve Kır Sosyolojisi, Tarihsel Sosyoloji Prof. Dr. Yenal'ın başlıca çalışma alanları arasındadır. Türkiye'de tarımsal dönüşümler, yemek kültürü ve tüketim sosyolojisi konularında çalışmaları olan Yenal'ın Bildiğimiz Tarımın Sonu: Küresel İktidar ve Köylülük (Çağlar Keyder'le birlikte, İletişim Yayınları, 2013) ve Aradığınız Kişiye Şu An Ulaşılamıyor: Türkiye'de Hayat Tarzı Temsilleri, 1980-2005 (Meltem Ahıska ile birlikte, Osmanlı Bankası Yayınları, 2006) başlıklı kitapları bulunmaktadır. Prof. Dr. Yenal, New Perspectives on Turkey ve Irish Journal of Sociology dergilerinin yayın kurulunda yer alıyor. |
(SD/EMK)