Bu Konvansiyon çalışmaları sonunda 'Anayasal Antlaşma' diye adlandırılan bir anayasa metninin ortaya çıktığını da biliyoruz. AB'nin sorunları neydi?
Sorular, sorunlar
Birkaç başlıkta özetlemek gerekirse; birincisi demokrasi ve şeffaflık sorunu vardı. Avrupa halkının gündelik yaşamını etkileyen AB kararları karşısında bunları etkileme gücünün azlığından ve dolayısıyla demokrasi açığından söz ediliyordu. İkincisi, AB organları ile üye ülkeler arasındaki yetki dağılımı konusunda bazı sorunlar söz konusuydu, bunları gidermek mümkün değilse de azaltmak gerekiyordu. Üçüncüsü, merkezileşen, bürokratikleşen ve karmaşıklaşan AB'yi halka daha yakın ve daha anlaşılır kılmak gibi bir ihtiyaç söz konusuydu.
Dördüncüsü, giderek siyasi bir kimlik kazanan AB'nin uyması gereken Temel Hak ve Özgürlükler Sözleşmesi hazırlanmış ve 2000 yılında kabul edilmişti, ancak yine onaylanma sorunları yaşandığından bununla ilgili de bir karar vermek gerekiyordu. Ve nihayet, 'ekonomik bir dev, siyasal bir cüce olarak' nitelenen AB'nin uluslararası ilişkilerdeki konumunun güçlendirilmesine ihtiyaç vardı.
Anayasal Antlaşma
Tüm bunlara yanıt vermek üzere çalışmaya başlayan Konvansiyon, sonunda Anayasal Antlaşma diye adlandırılan bir metin hazırladı ve kimilerine göre dağ fare doğurdu, kimilerine göre fazla ileri gidildi. Yine de önce Konsey, sonra Avrupa Parlamentosu tarafından kabul edilen bu metin, üye ülkelerce onaylanma sürecine girdi ve dokuz üye tarafından kabul edildikten sonra Fransa'dan gelen yüzde 55'lik 'Hayır'la ciddi bir şokla karşılaştı.
AB bir devlet değildi, Avrupa halkı diye bir halk yoktu, siyasal birliğe gitme iradesi yeterli değildi ve daha da önemlisi, küreselleşme karşısında ekonomik olmaktan çok siyaseten bocalayan, doğu genişlemesi sonrasında derinleşme konusunda pek mecali kalmayan bir AB söz konusuydu; buna karşın geldiği kavşakta daha ileri adım atmaktan yana karar vermişti. Buradan bakıldığında, AB'nin ilerlemesinde ekonomik bütünleşmenin getirdiği fonksiyonel etkiler yok değil, ancak daha önemli rol oynayanın alınan siyasal kararlar olduğunu görüyoruz.
Öte yanan gerek genişleme gerek derinleşme konusunda atılan her adımla AB'nin anlamı ve niteliği değiştiğinden, AB'nin iddiaları ve hedefleri büyüdüğü gibi ne olduğu konusu da giderek karmaşıklaşmakta ve farklı düşünenler, hoşnut olmayanlar çoğalmaktadır. Bu nedenle Avrupa'da AB ne; nereye gidiyor; neyi hedefliyor gibi sorular çok daha yoğun olarak tartışılmakta ve birçok farklı beklentinin farklı görüşün dolaştığı bir Avrupa karşımıza çıkmaktadır.
Gerçekten AB ne? Birçok kurumu, yasası, düzenlemesiyle formel bir varlık; öte yandan bu varlığın ilkeleri ve değerleri var. Örneğin genişlemeden sorumlu Komiser Oli Rehn, Avrupa'yı tanımlamak gerekirse bir değerler Avrupa'sından söz edilebileceğini söylüyor. Öte yandan, tek pazar, tek para gibi ekonomik bütünleşmeyi gerçekleştiren bir birlik olduğu ortada, ancak Türkiye'nin adaylık süreci içinde yaşadıklarımızı düşünsek bile ortada ekonomik birlikten çok öte bir şey olduğunu görmemek mümkün değil.
Tanım çabaları
Bugün geldiği noktaya ve iddialarına baktığımızda, AB'yi Avrupa'nın siyasal ve sosyal bütünleşme projesinin bir parçası olarak nitelendirmek daha doğru görünmekte.
Zaten başından beri, birleşik bir Avrupa idealini ekonomik çıkar ortaklığı gibi bir pragmatizmle harmanlamaya çalışan bir projenin varlığından söz edebiliriz; dolayısıyla AB bu sürecin bir parçası ve bu nedenle çok zaman sürüp gitmekte olan bir proje olarak adlandırılmakta. Bunun dışında, fonksiyonel bir bütünleşme, hükümetlerarası bir yönetim, ulus-üstü bir kurumsallaşma, yarı-devlet gibi AB'nin ne olduğunu açıklamaya çalışan birçok görüş var ve hepsini haklı kılan nedenler de yok değil; bu nedenle entelektüel bulmaca olarak adlandırılmasına da şaşmamak gerek. Ancak bu projeyi daha sınırlı bir noktada, yani yalnızca ekonomik ortaklıkta durdurmak isteyenler de yok değil.
Bu açıdan Avrupa Anayasası'nın reddi onlar için sevinilecek bir karar ve gündemden kalkarsa daha rahat nefes alacakları kesin.
AB'nin ne olduğu ve nereye doğru gideceği konusu bir bulmaca olunca, Anayasa konusunda da çok farklı fikirler olması çok normal. Bunlar üzerinde daha çok konuşulacağı da açık. Avrupa Birliği ve Anayasa ile ilgili görüşleri, Avrupa'da siyasal ve sosyal anlamda daha ileri bir bütünleşme isteyenlerle, ekonomik bütünleşmeyi yeterli bulanlar gibi iki ana akımda toplamak mümkün.
Geleceğin işaretleri
Kuşkusuz bunların dayandıkları ideolojiler ve görüşler farklılaşabilir; kiminin egemenliğin yitirilmesi gibi ulusalcı kaygıları vardır; kimileri AB'nin neo-liberal politikalara teslim olduğu endişesini taşımakta ve ulusal düzenlemeler içinde kazandığı bazı hakları korumaktan yana bir tavır almaktadır; kimileri de İngiltere veya küresel sermaye gibi AB düzenlemeleri veya stan-dartlarını liberal politikalara ve küreselleşmeye engel olarak görebilmektedir.
Tüm bunlar aslında AB'nin değil daha çok Avrupa'nın birçok açıdan önemli bir dönemece geldiğini göstermekte. Bir zamandır bunun işaretleri ortaya çıkmıştı, ancak nasıl bir yol alacağını kestirmek mümkün değildi; şimdi de bilemiyoruz.
Birçok konuda Avrupa'nın bir karar vermesi gerek, ancak tek bir politikaya ulaşmak mümkün değil. Bir yandan siyasal bütünleşmeyi derinleştirip derinleştirmeme konusunda karar vermesi gerek; bunu zamana mı yayacak, vaz mı geçecek, yoksa bugünkü üyeler içinde bile farklı bütünleşme halkaları mı oluşturacak, bilmiyoruz. Öte yandan siyasal bütünleşme adımlarının sosyal bütünleşmeden pek ayrı olamayacağını anlaması gerekmekte; bu durumda, ya siyasal yönden ilerlemek istiyorsa AB düzeyinde daha anlamlı bir sosyal politikayı gündeme getirmesine ihtiyaç olduğu anlaşılmakta, (ki, bunun için siyasal ve parasal açıdan güçlenmesi gerek, bugün için ise böyle bir olasılık söz konusu değil) ya, farklı bütünleşme halkaları gibi farklı sosyal politikaları benimseyen ülke gruplarının oluşmasını kabul edecek, ya da ekonomik bütünleşmenin getirdiği sosyal açıdan 'negatif bütünleşmeyi' göze alacak.
Doğu genişlemesini nasıl hazmedeceği konusunda da daha net olması gerek; yani bu ülkeleri küçük yardımlarla oyalayarak kendi dinamikleriyle baş başa bırakmayı mı tercih edecek; yoksa sosyo-ekonomik eşitsizlikleri azaltmak açısından ciddi bir çaba mı harcayacak? Örneğin Portekiz ve Yunanistan'ın yapısal destek programlarından kişi başına 400 avro alırken, 2000 ve 2001 yıllarında 10 yeni ülkede kişi başına düşen desteğin 30 avroda kaldığı belirtilmekte ve sosyal konularda AB'den pek fazla bir şey beklenemeyeceği sonucuna varılmaktadır.
Oysa sosyo-ekonomik eşitsizlikleri azaltmak yoluna gitmediğinde, bu ülkelere gidecek sermaye akışı ve bu ülkelerden gelecek işgücü dolaşımı sonunda negatif bütünleşme eğiliminin daha da büyüyeceğini görmesi gerekmekte. Küreselleşme de buna benzer bir sorun; rekabet gücünü korumak istediğinde sosyal devleti, dayanışma ve güvence sistemi yavaş yavaş gerilemekte ve Avrupa'da bunun bir siyasal faturası olmaktadır; bu politikaları sürdürdüğünde ise küreselleşmenin getirdiği dayatmalarla karşılaşmaktadır.
Bir kavram, çok anlam
Birçok aydın sosyal koruma politikalarını üye devlet düzeyinde sürdürmeyi mümkün görmediğinden, AB düzeyinde ele alınmasını istemekte, bunun için bir anayasa fikrine sıcak bakmaktaydı. Şimdiye kadar, Avrupa toplum modeli, insan hakları, demokrasi, dayanışma diyerek herkesin kendi meşrebine göre anlamlar verdiği global değerlerle ne yardan ne serden vazgeçmeden (yani küreselleşmeye uyum ile sosyal refah anlayışından) yola devam etmeye çabalayan Avrupa şimdi daha net yanıtlar vermesi gereken meydan okumalarla karşılaşmaktadır.
Anayasal Antlaşma'da da, bir yandan rekabet gücü öte yandan tam istihdam, bir yandan ekonomik büyüme öte yandan sosyal piyasa ekonomisi amaçladığını belirterek bu çelişkili hedefleri izlemeye devam edeceğini söyleyen Avrupa'nın bu söylemi artık duvara çarpmaktadır ve Fransa'daki oylama sonucu gibi söylemle uygulama arasındaki fark kendisine hatırlatılmaktadır.
Sonuç olarak, Avrupa'nın hiç kolay yanıt veremeyeceği sorunlar ve meydan okumalarla karşı karşıya olduğu ortada. Bu nedenle, iddiaları ve hedefleri büyüyen, oysa buna uygun bir güce henüz ulaşmaktan uzak kalan AB'nin gerileme değilse de bir duraklama dönemine gireceği söylenebilir. Bunun ötesinde ne olacağı konusunda ise hem iç güçler hem dış güçler etkili olacaktır.
Ancak, Avrupa küresel bir güce dönüşmek istiyorsa bunun gereklerini yerine getirmek zorunda; örneğin bir zamanlar ABD'nin yaptığı gibi bölgesel bir yardım planını uygulamaya koymak, böylece hem genişlemeyi hazmetmek, hem de sosyal hedeflerini yeniden yükseltmek gibi bir yola gitmesi gerek. Bunun dışında bir seçenek ise, üye devletler düzeyinde belirlenecek politikalarla sesi soluğu daha da kesilmiş bir Avrupa olabilir.
* Prof. Dr. Meryem Koray: Yıldız Teknik Üniversitesi öğretim üyesi