İnsan Hakları Derneği (İHD) Başkanı Hüsnü Öndül, Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) Başkanı Yavuz Önen ve İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği (Mazlum-Der) Başkanı Ayhan Bilgen, kendilerinin "sistematik işkence" tanımında uluslararası belgeleri temel alırken, AB Komisyonu ve Verheugen'ın "işkencenin sistematik olup olmadığı" konusunda başka kriterlere ağırlık verdiğini ifade ettiler.
İHD'nin "İşkenceye Sessiz Kalma" Kampanyası çerçevesinde bugün ortak bir basın toplantısına katılan Öndül, Önen ve Bilgen, Türkiye'de işkenceye karşı mücadele alanında yasal düzenlemelerde kaydedilen ilerlemenin uygulamaya yansımadığının bir kez daha altını çizdi.
bianet'in sorularını yanıtlayan TİHV Başkanı Önen, Verheugen'ın bu konudaki yaklaşımının tamamen siyasi bir söylem olduğu görüşünde.
İHD Başkanı Öndül ve Mazlum-Der Başkanı Bilgen, insan hakları örgütlerinin "sistematik işkence ve kötü muamele" tanımı ile AB Komisyonu'nun tanımı arasında açık fark olduğunu belirtip "Verheugen'ın sözleri Türkiye gerçeğini değiştirmiyor" görüşünü ifade ettiler.
Önen: Sistematik işkence siyasi pazarlık konusu yapıldı
TİHV Başkanı Yavuz Önen, "Vergeugen'ın bu konudaki yaklaşımı tamamen siyasi bir söylem, gerçeklerle uyum içinde olmayan bir söylem" diyor ve ekliyor:
"Bizimkisi ise, Türkiye'deki insan hakları örgütleri olarak mağdurların sesini duyurmayı amaçlayan, uluslararası tanım ve ölçütleri temel alan bir yaklaşım. Bu bakımdan arada fark olması doğal."
Önen, Verheugen'ın söyleminin taviz anlamına geldiğini ve kendisinin siyasi programına uydurulmuş bir söylem olduğunu düşünüyor.
"Biz ayrıca işkencenin yüzde yüz ortadan kaldırılması ve sistematik olduğu tezini öne sürerken, bunun siyasi pazarlıklarda kullanılmasını uygun bulmadık" diyen Önen bu açıdan Verheugen'ı eleştiriyor.
"Verheugen, Türkiye ziyareti sırasında yalnızca 2.5 dakikalık bir görüşme yapıldı ve bu süre içinde kendi sorduğu 'sistematik işkence var mı?' sorusuyla tartışmayı o başlattı; ancak görülüyor ki yanıtını da hazırlamıştı. Kritik bir siyasi tartışma ortamında hazırladığı yanıtı söyleyiverdi" diyen Önen, bunun uygun bir tarz olmadığı görüşünde.
Yavuz Önen, "Sorun zaten tek başına bu değil. Sorun işkenceyi yüzde yüz ortadan kaldırmaktır. Bunda taviz olmaz; bunun azı çoğu olmaz. Bunda iyileşme diye bir terim kullanılamaz. İşkence ancak tümüyle yok edilir" diyor.
Süreklilik, yaygınlık ve kasıtlılık unsurları mevcut
İnsan Hakları Derneği (İHD) Genel Başkanı Hüsnü Öndül de Verheugen'ın sözlerini değerlendirirken, "Verheugen'ın demeçlerinden anlaşılan, bizim ve AB Komisyonu arasında 'sistematik' tanımlaması ve bundan ne anlaşılması gerektiği konusunda farklı bir anlayış olduğudur" diyor ve ekliyor:
"AB Komisyonu'na göre ancak hükümet işkence yapılmasına talimat veriyorsa sistematik işkenceden bahsedilebilir."
İHD ve TİHV'nin ulusal üstü belgeleri esas aldığını ve Birleşmiş Milletler (BM) İşkenceye Karşı Komitenin (CAT) sistematik işkenceden ne anlaşılması gerektiğine dair yaklaşımını benimsediklerini anlatan Öndül, sistematik işkence tanımında aranan 3 unsuru şöyle anlatıyor:
* CAT diyor ki, birincisi bir ülkede işkence sürekli oluyorsa, ikinci olarak işkence yaygın ise, üçüncü unsur ise kasıtlı yapılan bir eylemse o ülkede sistematik işkence uygulanıyor demektir.
* Bunun hükümet politikalarından kaynaklanması şart değildir. Çünkü hükümet güvenlik bürokrasisini kontrol edemiyor olabilir.
* Türkiye'ye bu 3 unsur açısından baktığımızda, son 5 yılı esas aldığımızda, rakamlar işkencenin sürekli olduğunu gösteriyor. Yaygınlığı açısından baktığımızda yalnızca Ankara, İstanbul, İzmir'den değil 32 ilden şikayet geldiğini görüyoruz.
* Kasıtlılık unsuru açısından baktığımızda, polislerin dirseklerinin kazayla gözaltındakilerin burnuna değdiğini söyleyemeyiz. Yani işkence ve kötü muamele kasıtlı yapılıyor.
* İşkencenin bir kısmı belirli bir suçu itiraf ettirmek ve bilgi edinmek için, büyük bir kısmı da gözaltındaki kişiyi cezalandırmak amacıyla yapılıyor. Sırf ceza vermek için, örneğin 'bu komünisttir, alevidir, irticacıdır, Kürt'tür' diye yapılıyor.
* Türkiye'de işkencenin sistematik olduğu sonucunu, süreklilik, yaygınlık ve kasıtlılık unsurlarının varlığından, işkence şikayeti olanların anlatımlarından çıkarıyoruz.
Hukuki reform yapıldı, denetim yok
Hüsnü Öndül, "Biz işkence hükümet emriyle yapılıyor demiyoruz. Hükümetin iki tutumunu da destekliyoruz. Birincisi 'işkenceye sıfır tolerans' politikası caydırıcılık ve kararlılık ifade etmesi açısından olumlu. İkincisi işkencenin önlenmesi için çok önemli hukuki reformlar ve yasal çalışma yapıldı" diyerek hükümetin bu alandaki olumlu politikalarına işaret ediyor.
"Ancak sadece mevzuatı düzeltmenin yeterli olmadığını gözlemliyoruz. Onun için hükümeti idari tasarrufa çağırıyoruz" diyen Öndül, hükümetin atama, tayin, kontrol, denetim, görevden uzaklaştırma gibi idari tasarruflarda bulunması gerektiğini vurguluyor:
"Devlet Memurları Kanununun 137 maddesi ile görevden alma işletilmiyor. Emniyetin sorumluluğu altındaki polis merkezlerinde işkence şikayetleri oluyor; ancak en fazla o polisi adliyeye sevk ediyorlar; polisin üstleri hakkında idari tasarruf yapılmıyor. 13 yıl süren işkence davalarında yargılanan polisler 13 yıl süresinde görevlerini de sürdürüyorlar."
Önleyici tedbir almadığı için hükümetin objektif bir sorumluluğu bulunduğunu söyleyen Öndül, "Bir de tabii yargı ile ilgili zihniyet problemi var; Cumhuriyet savcıları ve yargıçlar işkence yapmakla suçlanan polisleri koruyucu bir tutum takınıyor. Veya davalar çok uzun sürüyor" diyor.
Verheugen'ın sözleri gerçeği değiştirmez
"Verheugen'ın sözleri gerçeği değiştirmez" diyen Hüsnü Öndül, "Bizim insan hakları standardımızı AB gibi siyasi organlar ve bürokratlar belirlemez. O bakımdan bu tür değerlendirmeler, bizim gibi görevi yalnızca mağdurların sorunlarını aktarmak ve gerçekleri sorgulamak olan insan hakları örgütleri için belirleyici değil" diyor.
AB'ye üyelik sürecinde insan hakları örgütlerinin süreci etkilediği şeklinde kendilerine başka suçlamalar yöneltildiğini anlatan Öndül, "Bizim ahlaki yükümlülüğümüz yalnızca mağdurlara karşıdır. Kol kırılır yen içinde kalır mantığı insan hakları örgütleri için geçerli değildir" diyor.
Muhalifler iç düşman olarak görüldükçe..
Mazlum-Der Başkanı Ayhan Bilgen de Öndül'ün bu görüşüne katılıyor ve "Türkiye'de AB sürecinin sabote edilmemesi hususunda insan hakları örgütleri yeterince hassasiyet gösteren bir dil geliştirmiştir. Ancak insan hakları örgütleri, hükümete ya da AB'ye karşı değil, topluma, hak ihlaline uğrayanlara ve işkence mağdurlarına karşı sorumludur" diyor.
"Türkiye'nin gerçeklerini politik gerekçelerle görmezden gelmek insan hakları örgütlerinden beklenmemelidir" diyen bilgen, Verheugen'ın sözlerini şöyle değerlendiriyor:
* Birincisi burada 'sistematik işkence' kriterleri arasında teknik ve kavramsal bir fark var. Dolayısıyla hangi kriterleri esas alıyorsanız 'sistematiklik' konusuna oradan bakıyorsunuz.
* Bize göre işkence kategorisi içinde insanlık dışı muamele, onur kırıcı davranış gibi uygulamalar da ele alındığında, bunun yaygın olduğu ve idari soruşturma mekanizması başta olmak üzere hükümet eliyle gerekli tedbirlerin alınmadığı düşüncesindeyiz.
* İşkence bir sonuçtur. Bu sonucu doğuran Türkiye'de muhaliflere yönelik yapılan 'tehdit' tanımlamalarıdır. Yani farklı siyasi eğilimleri düşman olarak gören bir yaklaşım üst düzey bürokratlar tarafından sıkça dillendirilmektedir. Bu durumda bir polis veya jandarma noktasındaki bu düşmana karşı nasıl bir davranış sergileneceğini kontrol edemezsiniz. Yani muhalifler iç düşman olarak görüldükçe işkence uygulamalarını bitiremeyiz.
İdari denetim yok
* Adli mekanizmalar ve yargı yoluyla işkence suçlularıyla mücadele zamana yayılıyor. Uzun süren yargı süreci, 'yargının bağımsızlığı' iddiasının arkasına saklanıp başka mücadele yöntemleri olmadığı izlenimi veriliyor. Oysa idari soruşturma mekanizmaları, örneğin hakkında işkence iddiasıyla birkaç dava açılmış bir polisin görevden alınması, caydırıcı bir etki yapacaktır. Bu uygulanmıyor. (YS/BB)