Bu cümleler 2003 yılında John Berger tarafından kaleme alındı. Tam olarak 26-27 Haziran 2003'te Brüksel'de yapılan Bertrand Russel Avrupa Barış ve İnsan Hakları Toplantısı 'nda Irak'ta yaşanan vahşetin sorumlularına dünya halkları adına dava açma kararı alındığı zaman.
Şimdi tam iki yıl sonra dünyanın dört bir yanından düşünürler, akademisyenler, gazeteciler, sivil toplum örgütleri temsilcileri, barış aktivistleri İstanbul'da bir araya gelerek bu satırlara şimdilik kaydıyla son noktayı koyacak.
Dün başlayan Irak Dünya Mahkemesi'nin iki gün sürecek karar oturumunda uluslararası hukuk, insan hakları ve savaş suçları konularında uzmanlardan oluşan iddia makamı başta ABD Başkanı Dabulyu Bush ve İngiltere Başbakanı Tony Blair olmak üzere Irak'ın müsebbiblerinin marifetlerini bir bir ortaya dökecek; orada bulunan gazeteciler, eski askerler, BM yetkilileri ve halkın tanıklıkları dinlenecek; son olarak Hintli yazar, aktivist Arundhati Roy'un başkanlığını yaptığı "vicdan jürisi" kararını açıklayacak.
Mahkemenin uluslararası koordinasyon sorumlusu Müge Gürsoy Sökmen, daha önce Brüksel, New York, Roma, Lizbon, Stockholm, Frankfurt, Cenova, Barselona, Japonya ve Güney Kore'de yapılan oturumların son durağı olarak İstanbul'un seçilmesinin nedenini, Türkiye'deki savaş karşıtı hareketin gücünün ve TBMM'de 2. tezkere oylamasının retle sonuçlanmasının Türkiye'nin saygınlığını artırması olarak açıklıyor bir gazeteye verdiği mülakatta.
Irak'ta Savaşa Hayır Koordinasyonu, Barış Girişimi gibi savaş karşıtı hareketlerle, Türkiye kamuoyunun barış yanlısı eğiliminin de etkisiyle iktidarın doğrudan işgal güçlerine katılmama kararı almasını, koalisyon güçlerinin Irak'a Türkiye üzerinden giriş izni vermemesini kastediyor Sökmen.
Haklı.
Öyleyse, bu "yerli yerine oturmamışlık" ruh halimi, içimdeki "eksiklik" duygusunu nasıl açıklamalı? Türkiye sizce de bu kararıyla "kefaretini ödemiş", yaşananların vebaline ortak olmamış mı sayılmalı?
Tezkerenin reddi yeterli mi?
"Bir kez hayır dedik ya, artık bunun şerefi bize yeter" mi denilmeli mesela? Bazılarına "yeten", asker doğan kimileriniyse hayal kırıklığına uğratan bu "şeref sayısı" neden beni bir türlü "kesmiyor", içimi soğutmuyor?
Mahkemenin amacını, "yargılamak derken, suçlular (ve suçların) adını koymanın ötesinde mevcut ortamla hesaplaşmayı da kastediyoruz" diye açıklayan Sökmen sözleri yüzünden belki.
"Mevcut ortam", Türkiye'nin muktedirlerini "temize çıkarmıyor" zira.
Tezkereyi affettirmek için çıkılan ABD turları, İncirlik'in gizli kapaklı izinlerle işgalcilerin emrine verilmesi, bölgeyi sopayla "hizaya getirmeye" girişen "aşırı silahlanmış tiranların" stratejik ortağı mıyız, değil miyiz maskaralıkları bile değil sözünü ettiğim.
Ben size küçük/sıradan insanların hikayelerinden bahsetmek istiyorum.
Irak'ta "büyük birader" Dabulyu Bush'un ordusunun ardından en büyük insan kaybını veren ülkenin Türkiye olduğunu biliyor olmalısınız.
Hiç değilse kameralar önünde katledilen Türk şoför Murat Yüce 'yi hatırlarsınız. Savaşa girmeyen, işgale katılmayan Türkiye, 2 yılda yaklaşık 100 vatandaşını Irak'ta kaybetti. Geçtiğimiz günlerde birinin daha kaçırılması gazete sayfalarında yer bile bulamamıştı ya, işte o adamlar...
Türkiye demokratik ve özgürlüklere -özellikle de ticaret ve 'girişim' özgürlüğüne- saygılı bir ülke ne de olsa. Ne demişti Başbakan Erdoğan geçen yıl bu aylarda, Irak'ta öldürülen ürkiyeliler hala haber değerine sahipken:
"Herkes kendi tedbirini almalı. Firmalar bu ülkedeki riskleri bilerek iş alıyor."
Hem yine galiba Mart ayında yine gazetelere yansıyan bir habere göre, Irak-Türkiye Dostluk Derneği, Iraklı Türk adamlarıyla temasa geçerek "Türk şoförleri öldürmeyin" diye bir fetva yayımlanmasını da sağlamıştı.
Din kardeşiyiz ya! Ne demeli; bundan iyisi Şam'da kayısı... (Sıranın Şam'da olması da kötü bir şaka gibi)
Ve fakat, Erdoğan'ın öğütlediği tedbirler, fetvalara falan rağmen, işgal altındaki bir ülkede ölme özgürlüğünü "gönüllerince" kullandığı varsayılan Türkiyeli şoför ve işçilerle ailelerinin çıkardıkları "çatlak sesler", Başbakan ve şurekasının değil belki, ama benim beynini bulandırıyor.
Diyor ki bir şoför mesela: "Çalıştığımız firmalar işe girerken hepimizden 'açık senet' alıyor. Bizi baştan borçlandırıyorlar yani. Sonra da şoförleri duruma göre, mesela 1 yıl süreyle bu ülkede çalışmaya ya da oraya nakliyat yapmaya zorluyor. Kabul etmemek şansımız yok ki".
Size de tanıdık gelmedi mi bu yöntem?
Bir başkası da şunları anlatıyor:
"Geçici hükümet oluşturulduktan sonra Amerikalılar iyice rahatladı. Şimdi dolu kamyonlarımız Türkiye sınırından itibaren ABD birliklerince karşılanıp gideceği yere teslim edilinceye kadar tam koruma altında. Mallar teslim edildikten sonrası Allah'a havale. Çünkü o andan itibaren bizimle ilgilenmiyorlar bile. Bir sorun çıktığında ise 'yetki geçici hükümette" deyip sorumluluğu almıyorlar".
Aynı şoför, ABD şirketlerinin kendi sivillerini bu ülkeye göndermediğini, taşeron olarak kullandığı Türkiye firmalar için çalışanların sigortasının bile yapılmadığını anlatıyor.
Açlığa, sefilliğe, perişanlığa mahkum ettiği vatandaşlarının kaderini kan emici firmalara ve fütursuz işgalcinin insafına terk eden bir iktidar... Nasıl, kulağa işgalci tiranlardan daha mı "masum" geliyor?
Çaresiz, kapana sıkılmış insanlarını "birkaç dolar için", işgal güçlerine "lojistik destek" sağlasın diye; çarklar dönsün, müteahhitler, taşımacılar kar etsin, büyük biraderin öfkesine daha fazla maruz kalınmasın "art niyetiyle" bir kalemde silip atan bir zihniyeti "savaş suçu"yla, hak ihlaliyle ilişkilendirsem fazla mı ileri gitmiş olurum acaba?
"Efendi"lerden biri olmadığımdan mıdır nedir, insanını bu denli çaresiz bırakan, komşusunun ölümünden hayat yaratmaya iten bir anlayış için de bir mahkeme de kurulsa mı diye düşünmeden edemiyorum.
Sanığı, müştekinin "biçarelikten ölümüne sebebiyet vermekten yargılayan" bir vicdan mahkemesi daha misal. Irak Dünya Mahkemesi bu işlere de bakar mı?
Olmazsa, "suç ortaklığı" veya "yardım ve yataklık" maddeleri uluslararası hukukun ilgi alanlarına giriyor olmalı. Giriyordur değil mi?
Türkiye de sanık sandalyesinde
Dün son oturum başladı.
Aralarında Türkiyeli katılımcıların da bulunduğu iddia ve jüri makamları ile tanıklar Irak'ta insanlığa karşı işlenen suçlar unutulmasın, vicdanlarda yargılansın, "muzaffer" tarihi yeniden, kendi istediği gibi yazamasın, dünya yalandan ibaret olmasın diye bilgilerini belgelerini paylaşacak, sorumlular gıyaplarında yargılanacak.
Mahkemede "koalisyon ülkelerinin işlediği suçların yanı sıra, koalisyon dışı, ancak bu ülkelere çeşitli biçimlerde imkan sağlayan ülkelerin durumu, yabancı şirketlerin rolü, medya ve uluslararası kuruluşların sorumlulukları" da sorgulanacak.
İşte o an diğer sanıkların "hakkını yemeden", aralarına Türkiye için konulan sandalyenin hakkını da vermek gerekli.
Adalet ve hakkaniyet için... Kan, gözyaşı, zulüm ve ölüm, ama biçarelik, yokluk, yoksulluk, köylü kurnazlığı ve zavallılıkla da hesaplaşmak için...
Vicdan jürisinin başkanı Roy'un altını defalarca çizdiği üzere "güç (kendi) doğrusunun ne olduğunu" biliyor. Önemli olan bizlerin doğruyu unutmaması ve birbirimize hatırlatması" zira.(AK/EÜ)