Senden sonra şans eseri aynı karenin üzerine gelen diğer oyunculardan, paşa keyfine göre ya kira, ya ayakbastı ya da göz hakkı alır, oyun boyunca gül gibi yaşayıp giderdin.
Üstelik paraya "sıkıştığında" mülklerinden bazılarını satıp "nakit akışı" da sağlayabiliyordun. Bir nevi kamusal alanın özelleştirilmesi yani...
Hikayeli insanlar ve hikayeli kentler
Eğer hayalci, sürekli hikayeler uyduran bir çocuksan, bu tür ticaret ve rekabet temelli oyunlarda "tamamıyla başarısız" olman kaçınılmaz oluyor. Bir insanın varoluş yolculuğunda aslolan çocukluktur ya, zaman akıp yetişkin olduğunda da, yaşadığın kentin hikayelerinin peşinden sürüklüyorsun ömrünü misal.
Makul ve mantıklı, sorumluluk sahibi bir yetişkin olman mesela, çocuğun İstanbul'un nazlı gelinleri, Şirket-i Hayriye vapurlarına eşlik eden martılara çığlıklarla simit atarken; babanın yüzünde seni aynı şeyi yaparken izlediğinde beliren gülümsemenin benzerini kendi yüzünde yakaladığında; on yıllarca evvel ilk cümlesi yazılmış bir kitabın son kahramanı olduğunda yani; sana engel olamıyor, kalbin 5 yaşındaki halin gibi martı olup uçuyor.
Kenti yurt edinmiş atalarından daha doğmadan edindiğin miras, sana bu kentin hikayesinin bir parçası olduğunu bıkmadan anlatıyor zira. Öyle bir hayat bilgisi ki bu, kundağına iliştirilmiş öyle bir mektup ki, istesen de kaçmak zor, son nefesine kadar kaderin oluyor.
Hikayesi olmayan insanlar tanıdım ben. Bazılarının çok parlak özgeçmişleri de vardı üstelik. Ama babalarından dinleyip üzerine yenilerini katarak çocuklarına anlatacakları hikayeleri yoktu. Çoğu mustarip de değildi halinden. Hikayesi olmayan, bunu bilir mi?
Ya hikayesi olmayan kent? Turistik "tarihi malzemeler" değil kastettiğim. Bir kenti, başka herhangi bir yer değil, sadece o kent yapan, benzersiz, biricik, nev-i şahsına münhasır "hayat hikayesi"nden bahsediyorum.
Benim kentim, İstanbul'un, peşindeki martı ordusuyla, iki yaka, iki kıta arasında mekik dokuyan, sarılı-beyazlı, zarif, püfür püfür, şıngır mıngır Boğaziçi vapurlarının; hatıraları heybesinde, umutları kalbinin hemen üzerindeki cebinde büyük şehre "inen"leri yosun kokuları eşliğinde karşılayan, Alman mimarlarının kente hediyesi heybetli Haydarpaşa Garı'nın; düşlerinin peşine takılmış, yeni bir başlangıcın hayaliyle kenti terk edenlere mendil sallayan Sirkeci Garı'nın; Hezarfen'in kanat rüzgarını yüzüne üfleyen Galata Kulesi'nin, kadim yaraların hala usul usul kanadığı Balat'ın, Fener'in, Taksim ya da Eminönü meydanındaki güvercinlerin; Beyoğlu'ndaki kedi cenneti Narmanlı Han'ın anlattıkları gibi hikayelerden...
"İstanbul'un Manhattan'ı"
Şimdi birileri çıkıyor, diyor ki; "Ey çocuk ruhlu, çocuk akıllı İstanbullu, sen hikayelerin peşinde koşadur. O gelin gibi süzülen vapurlar bana göre pis, yavaş ve en önemlisi istediğimiz kadar karlı değil. Onları atıp yerine İskandinav fiyortları için üretilmiş, her yanı kapalı, çirkin ama hızlı ve pahalı (yani daha karlı) deniz otobüslerini koyacağım".
Muktedir, Türkiye kapitalizminin kalbi, megakent İstanbul'un, dünya kapitalizminin de merkezlerinden biri olmasını istiyor zira. Para parayı doğursun, insanlar günde beş dakika daha önce vardıkları işyerlerinde yılda bilmem kaç saat daha çok çalışabilsin, sermaye daha hızlı biriksin istiyor.
Martıların da canı cehenneme. Ne etleri yenir, ne sütleri işe yarar zaten...
Kentin en ihtişamlı, en nefes kesici giriş kapısı, Haydarpaşa Garı'nı, liman ve çevresindeki 3 milyon metrekarelik alanla birlikte özelleştirip buraya devasa gökdelenler, iş merkezleri, lüks otel ve konutlar dikmek için yasa üzerine yasa çıkarıyor martısız, vapursuz bozkır kentinde...
Tren, gar, deniz, vapur martı kelimelerini aynı cümle içinde kullanamayanın hikayesi olur mu?
Projeye bir de ad koymuş: "İstanbul'un Manhattan"ı. Offfff...
Şimdiden sıraya giren uluslararası, özellikle de ABD orijinli firmaları saymaya gerek var mı? Sirkeci Garı'nı lüks otel mi yapsalar, gösteri merkezi mi henüz karar veremediler, ama bir karar verseler onun da defterinin dürülmesi yakın.
Görünür, yani dile getirilen gerekçe basit: Kentin ulaşım sorununu "çağa yakışır" biçimde çözmek. Aynı kafanın, aynı sorunu çözmek üzere mesela Boğaz köprülerinin giriş çıkışlarını kentin dışına "kaydırmak", iki yaka arasına bir köprü daha germek gibi akla ziyan projelerin eli kulağında, biliyorsunuz...
Yazarlar, çizerler, şehircilik uzmanları, mimarlar, mühendisler, en önemlisi kent halkı, vapurunu, garını, martılarını, yani hikayelerini, yani kentlerini, yani hayatlarını kaybetmek istemiyormuş, ne gam.
Muktedir kamu tanımıyor. Müteahhidi, yatırımcısı, işletmecisi, bozkır bürokratı elele veriyor, dünyanın en "özel", en şiirli kentinin bin yıllık hikayesine, yalapşap çıkardıkları kanunlarla, akıllarına estiği gibi bir son yazmaya soyunabiliyor.
Hayalgücünden yoksun çocuklar
Elimde değil, bu kararları alanların çocukluğunda başarılı birer monopoly oyuncusu olduğunu düşünmeden edemiyorum.
Küçükken özelleştirdikleri kamu "karelerini", şimdilerde tüm ülkeye yaymak isteyen tüccar zihniyetli çocuklar...
Hikayesi olmasa da uyduramayan, olanı dinlemeyen, anlamayan hayalgücünden yoksun, saldırgan küçük adamlar.. Sizi bilmem, ama ben en çok hayal gücünden yoksun çocuklardan korkarım.
Çok mu lazım dünyaya hikayesi olan insanlar, hikayeler anlatan kentler? Her kent ve her insan için değil belki ama evet, çok lazım. Yerkürede bir New York varsa bir de İstanbul olmalı ki, dünya hepten lal kalmasın.
Bilmez misiniz ki, anlatacak bir şeyi olmadığı/kalmadığı için dilini yitirmektir insanı da kenti de yiyip bitiren... Şimdi İstanbul'un benzersiz kitabına yeni hikayeler katacak, anlattıklarını saygıyla dinleyecek insanlara en çok ihtiyacı olduğu zaman... Hadi...
Sahi siz küçükken, hangi oyunları oynardınız?(AK/EÜ)