Bir keresinde de Paris'te çalışan Türk muhabirlerin başına gelmişti: Aslında iyi bir gazeteci aynı zamanda da ılımlı bir sosyal-demokrat politikacı olan, ama bence çok güzel ve esaslı otobiyografi yazarı Altan Öymen, bir Asala davasını izlemek üzere İstanbul'dan Paris'e gelecekti. 1983 olmalı.
Ama henüz gelmeden, yani İstanbul'da iken, ajans haberlerine bakıp, "Asala davasının hakimi değişti" diye Milliyet'te manşetten bir haber yayınlamıştı. Ben de o tarihlerde Paris'teyim. Biz Paris'teki muhabirler şaştık kaldık. Çünkü daha ilk duruşması bile yapılmamış olan bir davanın hakimi nasıl değişebilirdi?
Sonra anladık ki Öymen, Ağır Ceza Mahkemesinde görülecek ana davadan önce Asliye Ceza Mahkemesinde yine Asala'ya ilişkin bir yardım-yataklık davasını karıştırmış. Öymen bu iki mahkemede iki ayrı hakim adı görünce, öyle çok da fazla inceleme-araştırma yapmadan manşeti çekmiş. Biz, Paris'teki muhabirler, yazı işlerinden azar işittik: "Altan abi sizi İstanbul'dan atlatıyor, siz orada uyuyorsunuz!" Neyse Öymen geldi, hep birlikte duruşmayı izleyeceğiz. Hasbıhal ederken sorduk. O da bizden özür dileyerek, son derece efendi bir şekilde hatasını kabul etti ama sonra bıyık altından gülümseyerek de "Kusura bakmayın çocuklar, Türkiye 'Hakim değişti' diye biliyor artık", demekten de kendini alamadı.
Aziz Nesin'in kahramanı kötü niyetli, Öymen ise değil. Ama Öymen hata yapmış olduğunu kabul etse de, Milliyet'te manşetten yayınlanmış bir haberin içeriği doğru olmasa bile, okur tarafından doğru olarak algılanacağını, kabul edileceğini söylemişti o zaman...
Bu tutum bizim egemen medyanın hastalıklarından biridir. Genel olarak egemen medya, benim "Hakiki Gerçek" dediğim, elle tutulur, gözle görülür, somut, siyasi, sokaktaki gerçeğe değil, kendi yarattığı/yeniden ürettiği gerçeğe inanır, okurun da bu medyatik gerçeğe inanmasını ister. "Aslında iktidar benim" demektir bu inanç. Bir başka deyişle de "Her şeyin en iyisini, en doğrusunu ben bilirim" diye de tercüme edilebilir bu tutum. Egemen medyanın narsist (Nar seven demektir!) yanını iyi sergiler bu yaklaşım.
Hem Apolloncu hem de Afroditçi!
Hürriyet gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök'ün Pazar yazıları, her ne kadar yukarıda değindiğim yaklaşımla doğrudan ilişkili olmasa da, bize yüreğini, duygularını, bazen aklını, çoğu zaman da iç dünyasını hatta mahremiyetini faş etmesi açısından ilginç hatta önemli yazılar. Bir kısmı kitap halinde yayınlanmış olan bu Pazar yazıları sayesinde okur, Özkök'ün hangi soyut/somut denizlerde yüzdüğünü, farklı zaman ve zeminlerdeki halet-i ruhiyesini öğrenebiliyor.
Bu bilgilerin kamu çıkarı ve toplumsal ihtiyaç açısından ne kadar değerli olduğunu hepimiz çok iyi biliyoruz. Büyük yazarın edebiyatımsı eser benzeri bu yazıları sayesinde, kendisinin hayat tarzı ve düzeyi hakkında da bilgiler ediniyoruz. Kendisini takdir eden var, onu kıskananlar, ona özenenler var, ama galiba önemli bir kesim de kendisinden nefret ediyor. Ben her halükarda bu son kesimden birini yakinen tanıyorum.
Bu hafta yazdığı "Türk şaraplarıyla barışıyorum" başlıklı yazı, açıkça reklam tarifesine uygun bir yazı olmakla birlikte, milliyetçiliği elden bırakmadığını göstermesi açısından da önemli.
Ama ben nispeten ayrıntı sayılabilecek bir başka konuya değinmek istiyorum:
Özkök, anlamını bildiğini sandığı yabancı sözcükleri çoğu zaman yanlış kullanıyor. Bir keresinde "Ben sinemayı çok severim, hafta en az 2-3 film seyrederim. Yani gerçek bir sinofilimdir" mealinden bir cümle yazmıştı. Sinofil (Fransızcası Sinophile), Çinseverliktir. Yani Çin'i sevenler için kullanılan bir sıfattır. Sinema sevenler için kullanılan sıfat ise sinefil'dir (Fransızcası Cinéphile). Bir harf çok şeyi değiştiriyor, ama olsun Hürriyet okuru belki de yaratıcı davranıp, Özkök'ün Çin sinemasını, dolayısıyla Çin filmlerini çok sevdiğini ima etmek istediğini anlıyordur.
Yatay ve dikey okumalar
Bu haftaki yazısında da yine iki yanlış kullanım var. Birincisi:
"Türk yanım, Akdenizli, Egeli yanım, o gün, Kuzeyli Apollonien aklımı bedenimden de, ruhumdan da kovar."
Evet, herhalde sezdiniz 'Apollonien' sözcüğü burada yama gibi sırıtıyor. Anlaşılan Özkök, yazı yazarken sözlüklere pek başvurmuyor. Littré sözlüğüne göre, Yunan mitolojisindeki Apollon Tanrısının adından üretilen bu sıfatın iki anlamı var:
Birincisi, ki erkek vücudunun fiziki özelliklerine ait bir deyim, "Tanrı Apollon'un klasik heykellerinde temsil edilen tipi andıran, o tipe yaklaşan" demek.
İkinci anlamı, daha çok felsefi alanda kullanılıyor ve "İdeal bir ölçü ve sükunete uygun olan" demek. Özkök bu ikinci anlamı benimsemiş olsa gerek, ama Apollon, biri Güneyli, diğeri Kuzeyli olmak üzere iki kardeşten oluşmuyor. Bir tane Apollon var, o da Antik Yunan'da ve pek öyle Kuzey ülkelere filan de gitmemiş bir Tanrı. Aslında Kuzeyli demek yeterliydi. Neredeyse aynı anlamda bir de "Apollonien" sıfatını eklemeye gerek yoktu. Ya da iki sıfatın arasına virgül koyabilirdi, o da anlamsız... Ama yazar, maharet ve bilgisini gösterecek ya, Apollonien sözcüğünü ille de kullanacak ya...
Gelelim Pazar günkü yazının ikinci defosuna:
"Ve iddia ediyorum, Türkiye 10 yıl içinde Avrupa'nın en iyi şaraplarını üreten ülkeler arasına girecek.
Tıpkı rakıyı, zeytinyağını, ekmeği, peyniri mükemmelleştirdiği gibi.
Hem de bunu, pazar günlerinin afrodizyak keyiflerinden hiç nasibini alamamış, maalesef alamamış bir siyasi zümrenin engellerine rağmen yapacak."
Neresinden tutsanız sallanıp düşecek üç cümle.
Bu iddia neye dayanıyor? Rakıyı, zeytinyağını, ekmeği, peyniri mükemmelleştirmek ne demek? Pazar günlerinin afrodizyak keyifleri ne ola gerek?
Sadece üçüncü "dingoluk" üzerinde duracağım: Rakı, zeytinyağı, ekmek, peynir ile afrodizyaklık arasında ne tür bir ilişki kurmuş bilinmez ama afrodizyak sözcüğünü yanlış kullandığı kesin. Bu cümlede, ille de yabancı bir sözcük kullanacaksa, "gastronomik" ya da "hedonist" diyebilirdi. Çünkü yine Littré sözlüğüne göre "afrodizyak" sözcüğü, Yunan mitolojisindeki fiziki aşk Tanrıçası Afrodit'in adından türetilen bir sıfat olup, "Cinsel iştahı açan besin maddeleri" ya da "cinsel temasa ilişkin" anlamında kullanılıyor.
Hürriyet okuru, bu edebi Duçe'nin öğretisini okurken, dinamik, diyalektik hatta metaforik belki de alafortanfonik bir lecture yapıp, yazarın "zeytinyağlı ekmeği peynirle mideye indirip, üstüne bir kadeh rakı içince, eh herhalde bunun da üstüne bir cinsel ilişki iyi gider" anlamında yorumlayacaktır.
Paris'te Eşrefpaşa Fransızcası ile doktora yapmak, yanı başında bir gazetecilik ustası olunca çok zor değil de, Sinofil, Apollonien ya da Afrodizyak takılmak kolay değil. That is the question!(RD/EÜ)