Üniversitelerde türban yasağının kaldırılması süreci, Türkiye'nin hukuk sorununun bütün veçhelerini ortaya koyarak ilerliyor: Hukukun eşit ve ayrımsız bir şekilde uygulanmasından sorumlu memurlar bu yasağın kalkması halinde darbe talebinde bulunuyor; Anayasa hukukuna uygun davranmakla sorumlu hükümet, üniversiteler konusunda insan hakları yükümlülüklerine uygun, kapsayıcı bir düzenleme yerine perakende bir düzenlemeye gidiyor.
Türban tartışmalarında tekrarlamaya değer bir nokta, sorunun kadınların ve kız çocuklarının insan haklarıyla ilgili karmaşık yönleri.
Türban yasağı ayrımcı bir düzenleme
Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), türban yasağının Türkiye'nin bu teşkilatın hukuku kapsamındaki sözleşme yükümlülüklerine aykırılığına işaret etmişti. Daha genel olarak, Birleşmiş Milletler Eğitim Hakkı Özel Raportörü, üniversitelerde baş örtüsü yasağının, kadınların eğitim ve öğretim olanaklarına erişim hakları açısından ayrımcı bir düzenleme olduğu konusunda Türkiye hükümetini uyarmıştı. Bu yasağın ayrımcı etkileri, kadınların eğitim ve öğretim alanındaki başarı düzeyleri ve çalışma hayatına katılım düzeylerine ilişkin göstergeler ışığında değerlendirilmelidir.
Türban bir simgedir: Fakat İslami bir simgeyse, aynı zamanda kamuya daha fazla çıkmaya kararlı bir kadın kesiminin de simgesidir. Türbanlı kadınlara karşı belirli bir laiklik anlayışını ileri süren kadınlar, başlarını örtme zorunluluğu hisseden kadınların yeniden özel hayatlara tıkılmasını mı istiyorlar? Başını örtme zorunluluğunun baskıcı bir uygulama olduğunu ileri sürerken, türbanlı kadınların sesleri bastırılıyor.
Türban yasağı, hükümetin insan hakları yükümlülüklerine aykırıdır. Sorun, Türkiye Anayasasının anayasa hukukunun ilkeleri ışığında uygulanmamasıdır. Şunu sürekli tekrarlamak gerekir: İnsan hakları hukukunun temel belgeleri, Türkiye anayasa hukukuna entegre edilmiştir ve dolayısıyla normlar hiyerarşisinde mevcut yasalardan da, yargı kararlarından da üstündür. Mevcut yasalar, bu sözleşmelere göre anlaşılmak, onlara aykırılık taşımayacak şekilde yorumlanarak uygulanmak zorundadır.
Bu açıdan BM Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesinin 26. Maddesi, "herkesin, ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal ya da başka bir görüş, ulusal ya da toplumsal köken, mülkiyet ya da doğuştan kaynaklanan herhangi bir ayrım" olmaksızın kanun önünde eşit olduğunu belirtir.
Ayrımcılık yasağı, kamu hizmetleri açısından da geçerlidir: Her yurttaş, "genel eşitlik koşullarına göre ülkesinin kamu hizmetlerine girme hak ve fırsatına sahiptir" (25. Madde). Bu yükümlülükler, Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Kaldırılmasına Dair Sözleşmedeki (CEDAW) düzenlemeler ışığında anlaşılmalıdır. Bu yasa kapsamında devlet adına hareket eden kuruluşlar, "kadınların, medeni durumlarına bakılmaksızın ve kadın ile erkek eşitliğine dayalı olarak politik, ekonomik, sosyal, kültürel, medeni ve diğer sahalardaki insan hakları ve temel özgürlüklerinin tanınmasını, kullanılmasını ve bunlardan yararlanılmasını engelleyen veya ortadan kaldıran veya bunu amaçlayan ve cinsiyete bağlı olarak yapılan" her türlü ayrım, mahrumiyet veya kısıtlamayı ortadan kaldırmakla yükümlüdür.
Aynı sözleşmenin 3. Maddesi, devlet adına hareket etme yetkisine sahip olanlara, "özellikle politik, sosyal, ekonomik ve kültürel sahalarda olmak üzere bütün alanlarda, erkeklerle eşit olarak insan hakları ve temel özgürlüklerinden yararlanmalarını ve bu hakları kullanmalarını garanti etmek amacıyla, kadının tam gelişmesini ve ilerlemesini sağlamak için yasal düzenleme dahil bütün uygun önlemleri" alma yükümlülüğü getirir.
İnsan hakları hukuku bütünseldir; kamu yaşamında başörtüsü tercihi yapanlara karşı ayrımcılığın kaldırılmasının bu tercihi yapmayanlara baskıya neden olmasını engellemek, başka tercihleri olan kadınlara ayrımcılığı önlemek de devletin görevidir. İşte tam da bu nedenle, bu tür meselelere insan hakları açısından bütünsel çözümler getirmek gerekir.
Dahası, kişisel ve siyasal haklar, bu hakları ve önkoşullarını ortadan kaldıracak şekilde yorumlamaya açık değildir. Nitekim Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Refah Partisi davasında laik hukukun insan haklarının önkoşullarından biri olduğunu ve dine dayalı hukuk düzenlemeleri getirmeyi amaçlayan bir siyasal partinin kapatılmasının Sözleşmeye aykırılık taşımadığını belirtmişti.
Ya kız çocukları?
Kız çocuklarının başlarını örtmesi, farklı sorunlara işaret ediyor. 18 yaşının altındaki kızlara başlarını örttürmek, onların ergenliklerinin başladığı andan itibaren kadın sayıldıklarından başka bir anlama gelmez. Kadınlara ve kız çocuklarına karşı şiddetin önlenmesi konusundaki BM Özel Raportörü Yakın Ertürk'ün İran ve Afganistan raporlarında göstermiş olduğu gibi, bu anlayış, kız çocuklarına karşı yaygın zalimane uygulamaların altında yatan belirli bir İslam hukuku anlayışından kaynaklanıyor: 9 yaşındaki ve daha küçük kız çocuklarının evlenmeye uygun sayılması. İran'ın kız çocuklarının evlenme yaşını 9'dan 13'e çıkarması, bu açıdan bir anlam ifade etmiyor.
Sorunun Türkiye'deki boyutlarını tam olarak bilmiyoruz. Bu da kadınlara ve özellikle kız çocuklarına şiddet sorununun Türkiye'de devlet politikalarında öncelikli bir alan olmadığının göstergelerinden sadece biridir. BM Eğitim Hakkı Özel Raportörünün sorun boyutunu anlamak açısından odaklandığı göstergelerden biri, 15 yaşın altındaki annelerin sayısı.
Özel Raportör, İnsan Hakları Platformu tarafından yayınlanacak olan Türkiye raporunda şöyle diyor: "Bütünlüksüz araştırmalar, çocukların yüzde 15 kadarının çocuk yaştaki anneler tarafından doğurulduğunu göstermektedir. Bu, bölgeler arasında, hatta büyük şehirler içinde değişiklik gösteren bir sorundur. Çocukların rızası olmadan ayarlanmış evlilikler, hâlâ yaygın olabilir (1993 yılındaki evliliklerin yüzde 67.8'i bu türdendir). Öyle görünüyor ki, ailelerin istekleri, çocukların hayatlarını şekillendirmeye devam etmekte, ailelerinden izin alamayan çocuklar okula devam edememektedir".
Kadınlara ve kız çocuklarına şiddet konusunda BM Özel Raportörü Ertürk, yine İnsan Hakları Platformu (İHOP) tarafından yayınlanan raporunda bu açıdan önemli ipuçları veriyor. Yine onun bütün ülke raporlarında belirttiği gibi, kadın ve kız çocuklarına yönelik ayrımcı uygulamalar ve zulüm, onların cinsiyetinin erkeklerin ve iktidar yapılarının tahakküm alanı olarak görülmesinden kaynaklanır, her hangi bir din veya kültürden değil.
Bu, modern Müslüman kadının üniversitelere ya da daha genel olarak kamu alanına bireysel tercihlerine göre girmesinden çok farklı bir durumla ilgilidir: özel hayat alanına sıkıştırılmış kadın ve kız çocuklarının kabusuyla. Benzer olan yönü, hükümetin insan hakları yükümlülüklerine öncelik vermemesidir
Devlet nerede?
Kız çocuklarının başının örtülmesi, kız çocuklarına yönelik yaygın şiddetin ve ayrımcı uygulamaların ortadan kaldırılmasına yönelik bütünsel bir düzenleme çerçevesinde ele alınabilir ancak. İnsan hakları kuruluşlarının ve özellikle Ertürk'ün raporu, Türkiye'de devlet kuruluşlarının böyle bir önceliği olmadığını gösteriyor.
Sorunun büyüklüğü ve vehameti düşünülürse, bu açıdan bir kamu önderine ihtiyacımız var. Başörtüsü takması nedeniyle kamu yaşamından dışlanan Hayrünnisa Gül, bu önderlik konumu için biçilmiş kaftan. O devletin meşru bir temsilcisi. Ama insan haklarıyla ilgili yaratıcı enerji, sorunun sahiplerindedir: Türban yasağının kalkması halinde, bu nedenle üniversite kapıları yüzlerine çarpılan Özgür Düşünce ve Eğitim hakları Derneği (Özgür-Der) aktivistleri de, hak ve özgürlükler alanına bütünsel bakmaları nedeniyle, kız çocuklarına karşı ayrımcı uygulamalar ve şiddetin ortadan kaldırılması açısından yaratıcı programlar geliştirmeye adaydır.(BK/EÜ)