İçinde olmadığınız bir dünyayı tanımlamak zordur. Hem içinde, hem dışında olanlar için bu zorluğu aşmanın bir tek yolu vardır. Söyleyecek sözünü sakınmadan söylemek.
Geçen hafta medyamız İzmir'de bir özel hastanede çoğul gebelik takibi yapılan ama doğumları ölümle sonuçlanan "yedizlerin" hastane antetli bir havlu üzerinde basına sergilenmeleriyle çok ilgilendi! Hafta boyunca "ahlak", "etik", "özel hastane", "çoğul gebelik" gibi tanımlar havada uçuştu durdu. Çoğu zaman olduğu gibi yine anamın sözlerini hatırladım: "Bunlar iyi günlerimiz kuzum, daha neler göreceğiz bir bilsen".
Konuyu geriye doğru hatırlamakta fayda var. Daha 6-7 haftalık gebe iken, anne basına malzeme yapılmış; erken dönemde "medyatik" olan aile sağlıklı ve canlı bebek sahibi olma şansını zora sokmuş; tıbbi açıdan gerçekçi olarak yapılması gerekenler yapılmadığı için yedizler kaybedilmiş; gebeyi takip eden meslektaşımız ise basınla başından beri sürdürdüğü işbirliğine (!) bakılmaksızın hastane antetli havlunun yanı başında manşetlere taşınmıştır.
* * *
İlk muayenehanemi açtığımda -Ankara Keskin'de iki odalı bir evin odasıydı- Kırıkkale'den aldığım masayı odanın köşesine yerleştiren fırıncı İbrahim Abi, ilk tembihini de yapmayı unutmamıştı. "Haydi hayırlı olsun, Allah utandırmasın, zengini fakiri tanı, yoksula sahip çık, para almaktan da utanma, ücretine, işine saygı duy" dedikten sonra siftah parasını masaya atıp, ilk dersini verip gitmişti.
Ben Avanos'luyum. Babam, annem ve ağabeylerimin eski "nüfus cüzdanlarında" iliniz hanesinde Kırşehir yazar. Bizler esnaf, vatandaş ilişkilerinin hayatımızın her alanına sindiği bir gelenekten geliyoruz.
Sabahleyin dükkan açıldığında içeriye atılan ve bütün gün helal kazancın simgesi olarak ışıldayan eski 25 kuruşlukların geleneğinden, ekmek yenen masaya dinlenmek için dahi ayak uzatılmayan, siftah yapmadan para harcanmayan, kapıdan içeri giren herkese -müşteri ya da değil- inanılmaz bir muhabbet ve sağlam bir ahlakla yaklaşan bir gelenekti bu.
Meslektaşların kardeş, ustanın baba, çırağın evlat kabul edildiği, paraya tamah edilmeyen, tel tel insan sevgisiyle örülmüş, işlerin sakin, gösterişsiz, mağrur ama akıl almaz bir alçak gönüllülükle yerine getirildiği bir dünyadan söz ediyorum. "Hayatta göreceğiniz iş ne olursa olsun, erdem olmayınca elde edeceğiniz her şeyin, yapacağınız her işin sonunda utanç ve kötülük vardır" diyen Platon'la, "İnsanları ayırma ha!/Hepsine adil ver hakkın./Hayırlıdan ayrılma ha!/ Her şeyin söyle gerçeğin", diyen Ahi Evran'ı buluşturan kavşak noktasından sözediyorum.
Yıllar önce mecburi hizmet için gittiğim, bir orta Anadolu bozkır kasabasında, kasabanın tek caddesindeki Hacı Taşan'ın meyhanesinin üst katındaki muayenehane- evimde (yıllar sonra bir bayram seyahatinde uğradım baktım. TEK binası olmuş, Hacı Taşan zaten ölmüştü, Sağlık Ocağının emektar kapıcısı beni tanıyamadı, bıyıklarımı kesmiştim) 23 yaşın olanca çaresizliği ve acemiliğiyle baş başa kaldığım hastalarıma hep minnettar kaldım.
Beni her gün yeniden yeni sınavlara sokan hekimlik mesleğimden alnımın akıyla çıkabilmem için gerekli olan "hesaplaşma" fırsatını bana onlar vermiştir.
Bize ne oldu böyle?
Sorunun sadece bilgi yada eğitim eksikliğinden kaynaklandığını düşünmüyorum. Sanki toplum olarak Marquez'in "Kırmızı Pazartesi" romanındaki gibi bir cinayetin gerçekleşmesini adım adım izliyoruz.
Herkes ne olacağını biliyor ama kimse bir şey söylemiyor. Sadece hekimlikte değil aklımıza gelebilecek hemen bütün alanlarda hızı gittikçe artan ve yayılan ahlaki çöküşün bende uyandırdığı asıl korku bütün bu yaşananların artık bir "alışkanlık" haline gelmesidir.
Yukarıda sözünü ettiğim "hesaplaşma" fırsatını toplum olarak çoktan kaybettik mi yoksa? Ya da bana doğru ama hep acımasız bir yargı gibi gelen Tarkowski'nin kehaneti mi gerçekleşiyor: "Yaşamında bir kez dahi ahlaksız bir duruş sergileyen birisinin hayata karşı bundan sonra temiz kalma şansı yoktur".
* * *
Türkiye'deki 50 tıp fakültesinden 44'ünün verdiği yanıtlara göre hazırlanan TTB'nin Mezuniyet Öncesi Tıp Eğitimi Raporu-2004'e göre, 44 fakültenin 18'inde hala tıbbi etik-tıp tarihi/tıbbi deontoloji anabilim dalı yokmuş.
Tıbbi etik-tıp tarihi/tıbbi deontoloji anabilim dalı olmayan fakülteler içinde ağırlığı, 1990 yılından sonra kurulan fakülteler kaplıyormuş. Son 15 yıl içinde kurulan 20 tıp fakültesinin 15'inde tıbbi etik-tıp tarihi/tıbbi deontoloji anabilim dalı bulunmuyormuş.
Bütün bunları hallettiğimizi düşünsek bile bu eğitimleri hakkıyla almış olan meslektaşlarımızın bir tıp uygulaması sırasında veya hastalarıyla kurdukları ilişkide ortaya koyacakları davranışlarının ilkeli ve ahlaklı olacağı konusunda ne kadar garantimiz var.
"İnsan davranışlarına ilişkin 'iyi', 'kötü', 'erdemli' ya da 'ahlak dışı' gibi kavramlar insanın bireysel olduğu kadar toplumsal bir varlık olduğuna da işaret eder. 'Vicdan nedir?', 'erdem nedir?'... Tıp, bu tartışmaların içerisinde insanın bireysel varlığına saygı ile başlamıştır.
Bireysel olarak, insan sağlığına önem vermek, diğer bir insana yardım etmekle devam etmiştir. 'Güzel ve ideal insan' felsefesi ve düşlerinin temelinde, hepimizin insan olduğunun bilinmesi bulunmaktadır. Tıp ve hastalıkların tedavisi sadece bu anlayışın sonuçlarından biridir. Bu bakış açısı ile baktığımızda Etiyopya'daki açlıktan ölen çocukları, yokluğu, fakirliği, gecekondu bölgelerini, koruyucu hekimliği daha iyi anlayabiliriz". Prof. Dr. Alper Akınoğlu
Ancak bu bakış açısı ile İzmir'deki "yedizlerin" hastane antetli havlu üzerinde sergilenmesini doğru algılayabiliriz.
Evet işte hayatımızın orta yerinde, her şeyin ona endekslendiği, uğruna her şeyin feda edilebileceği şey, para... Az veya çok para. Ve işte onun yanında bize kendini koşulsuzca emanet eden hasta. İnsan yani. Belki yoksul, zengin, dürüst, yalancı, çaresiz, öfkeli, gururlu ama "hasta". Sen hekim, yarı tanrı, büyücü, bazen her şey ama "insan". Seçim senin: Paragöz, yalancı, düzenbaz, şarlatan da olabilirsin veya hekim-insan da. Yolun açık olsun.
* Dr. Ercan Kesal, İstanbul Ticaret Üniversitesi, Uygulamalı Psikoloji Yüksek Lisans