Devletin tüm kurumları ve onun güdümündekiler her ne kadar manipüle etme uğraşındalarsa da ortada bir gerçek var: Türkiye bayrağını kimse yakmadı. Sadece iki çocuk yırtma girişiminde bulundu. Evet iki çocuk...
Öncelikle Genelkurmayımızın literatüre kazandırdığı "sözde vatandaş" kavramının beynimizde nasıl sözde düşünceleri harekete geçirdiğini ifade edelim. Bu konuda merak ettiğimiz birkaç nokta var.
* Bu dahiyane kavramı icat eden Genelkurmay, sözde vatandaş dediği o iki çocuğun hüviyetini biliyor muydu?
* Eğer bu iki çocuk sözde vatandaş ise özde nerenin vatandaşıdır?
* Bu sözdelerden elimizde kaç tane vatandaş bulunmaktadır?
* Sözde vatandaşı özde vatandaştan ayıran temel özellikleri nelerdir?
Madem sözde vatandaş gibi bir olgu var ve bu olgu bayrak yakma girişimlerini tetikleyecek denli tehlikeli, o halde biz özde vatandaşların da yukarıdaki soruların yanıtlarına ulaşmamız gerekir. Genelkurmaydan ricamız bize bu konuda minik bir brifingi çok görmemesi.
Meselenin bir başka boyutu var. Peki, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve hükümetinin diğer üyeleri, Genelkurmay ve ona angaje medyamız bir hukuk devletinde yaşadığımızı neden gözden kaçırıyor? Eğer hukuk devletindeysek hukukun, kanunların ne dediğine bakmayacak mıyız? Bayrakla ilgili kanun şunu demekte:
7. Maddesi: "(...) bayrak yırtılamaz, yakılamaz, yere atılamaz (...) Bu kanuna ve tüzüğe aykırı fiiller yetkililerce derhal önlenir ve gerekli soruşturma yapılır..."
Yasanın 8. Maddesine göre, soruşturma sonucunda suçlu bulunanlar "suçları daha ağır bir cezayı gerektirmediği takdirde Türk Ceza Kanununun 526. Maddesi uyarınca cezalandırılır". Bu maddeye göre de: "(...) eylem ayrı bir suç oluşturmadığı takdirde, 3 aydan 6 aya kadar hafif hapis ve hafif para cezasıyla cezalandırılır".
Peki, kanunda geçen bu ifadelerden hiç "sözde vatandaş" gibi anlamlar, "uğrunda kanımızı veririz"ler, "pis Kürt"lere linçler, yeri-göğü kırmızı beyaza boyamalar ve Genelkurmayın dikkat çektiği "tarihin sayfaları" gibi anlamlar çıkıyor mu?
Eğer çıkıyor diyorsanız lütfen birkaç kez daha okuyun!
Şaka bir yana...
Memlekette toplumsal çapta bir histeri için koşullar çoktan oluşmuştu. Savaş döneminde köylerinden göç ettirilen, herhangi bir yaşam-iş güvenceleri bulunmayan ve devletin herhangi bir şekilde sorunlarına çözüm üretmediği, bunun için kılını bile kıpırdatmadığı Kürtlerin metropolleri "işgali" zaten çoktandır buranın sakinlerinin tepesini attırmıştı. Eh haksız da değillerdi hani. Buradan gelen çocuklar sokaklara düşüyor, kapkaç "terörü" yaratıyor, tinerci oluyordu. Haliyle bunlar metropollerimizde görmek istemediğimiz manzaraları oluşturuyordu.
Bu algının ne kadar yaygın olduğu çok açık biçimde memleketin en Türk gazetesinde ifşa olundu. Gazete, Mersin'deki "halkın" görüşlerine başvurmuş, "halk" da son bir kaç yıldır Güneydoğu'dan gelen göç nedeniyle bu olayların vuku bulma zemini oluştuğunu beyan etmişti. Ki zaten her yaz mevsiminde kent merkezlerine alınmayan, bazen belediyenin verdiği belgeyle kent merkezine izinli girebilen mevsimlik işçilerin aşinasıyız. Bu işçilerin nereden geldiklerini belirtmeye gerek yok. Öte yandan özellikle internette bariz bir Kürt karşıtlığının kendini gösterdiğine, sesini yükselttiğine de aşinayız artık.(bkz: Tanıl Bora, Birikim, Mart 2005).
Bu günler çok şey öğretiyor bize. Bir yanda "uğrunda kanımızı dökeriz" manşetleri kullanan gazeteleri, bir yanda yurttaşı sınıflandırarak "sözde" yaftasını yapıştıran "esas iktidarı" ve elbette diğer yanda sanki biri yeter ki "evet" desin de harekete geçmeye hazır bir yurttaş profiliyle karşı karşıya olduğumuzu artık bilelim istiyorum...
Burası Türkiye efendim. İki çocuğun nasıl yaptıkları dahi muğlaklık taşıyan bir davranışının nasıl da toplumsal histeriye dönüştürüldüğünün resmiyle karşı karşıyayız. Ordunun, hükümetin, medyanın veya bir başka gücün bundan ne medet umduğuyla zerre ilgili değilim. Benim tek kaygım, penceresine kocaman bayrak asanla bundan imtina eden "komşu"ların, "kardeş"lerin ilişkilerinin, birbirlerine duydukları güvenin ne ölçüde zarar gördüğü.
Ve 1999'da lince uğrayan Kürt kurumları çalışanlarının yeniden bir linçle karşı karşıya kalma korkusu yaşamaları. Ve çarşıda simit satan simitçinin "pis Kürt" denip "linç edilir miyim" korkusu yaşayıp yaşamayacağı.
Ve tüm bu tehlikeli günleri yaratan, insanları birbirlerine karşı kışkırtan iktidar(lar)ın buna ne zaman son verecekleri.(HA/EÜ)