Ya da gençler. Geçtiğimiz pazar üniversite sınavına girdiler. Yüzde on beşi üniversiteli olacaklar. Onlar, sınavı mesele edenler. Diğerlerinin de bir meselesi vardı muhakkak, bulup buluşturdukları cep telefonlarından çektikleri yüz binlerce mesaj meseleleriyle dolu onların. Küçük meseleler. Ama anlatması uzun sürer, yüz binlerce mesaj edecek kadar. Konuşmaları ise hiç anmıyorum, kimsenin ömrü yetmez, bu meseleleri dinlemeye...
Standartlaşma ve manipülasyon
Fikirler alanına maddilik atfedilerek yapılan analizlerin maddeci tarih görüşü bakımından sorunları olduğu muhakkak. Standartlaşma ve manipülasyon Frankfurt Okulu'nun kavramları. Kast ettikleri şu; tekelci dönemde sistem öyle bir mekanizmaya dönüşmüştür ki, pazarda tekel varlığı ile (ürünleri, pazarlama mekanları vd.) artık devletin -daha doğrusu burjuva siyasi iktidarının- bir şubesi haline dönüşmüştür. Kültür de bu gelişime paralel olarak bir endüstri halini almıştır; kültür endüstrisi. Bu endüstri, insan teklerinin toplumsal yeniden üretimlerinin her bölgesine nüfuz eder. Böylece insan teklerini standartlaştırır. Bütün bu süreç, insanın kendisine dünyayı bir bütün olarak mesele ettiğinde varabileceği hakikatin insan tekleri için ulaşılmaz olmasını doğurur; başka bir deyişle, kültür endüstrisi, insan teklerini maniple eder.
Bu analiz bir çok bakımdan yol açıcı olmakla birlikte, sınırları vardır ve bazı yönlerden maddeci tarih görüşünün içinde olduğu çok şüphe götürür. Analizin Hitler Almanyasının yarattığı aşırı görünüşler dünyasında yapılmasının etkisi de göz ardı edilmemelidir.
Refah devleti
Aynı analiz, okulun yaşayan temsilcisi sayılan Habermas tarafından da esasta sürdürülmüştür. Habermas, refah devletini çözümlerken, insan teklerinin sosyal güvenlik arzuları tarafından beslenen özel hayatların sömürgeleştirilmesinden söz eder. Bundan anlaşılması gereken de benzer bir durumdur; sistem, insan teklerinin toplumsal yeniden üretimine tümüyle nüfuz etmektedir. Aslında yaşadığımız hayatlar, sadece bize sistemin lütfettiği hayatlardır.
Bu bir entelektüel olduğunuzda bile pek değişmez. İşte size bir üniversite, bir kürsü, bir de mesele hediye ederler. Bu mesele, acayip muhalif de olabilir yani, değişmez.
Post-yapısalcılar, bu sorunu mantıki uçlara götürerek, "kontrol toplumu" gibi kavramlarla izaha çalıştılar.
Hepsinde eksik olan şuydu: Maddi ilişkiler, maddi araçlarla da olsa yapılan müdahaleler karşısında tamamen etkisiz midirler? Şöyle de sorulabilir; gerçekten, her yönüyle denetlenen bir toplumda yaşadığımız varsayımı oldukça kötümser değil midir? Bu sorular şimdilik cebimizde kalsın.
Entelektüeller
İtalyan olanı, Hapishane Defterleri'nin yazarı, pür bir entelektüel değildi. Ama pür olanların da çok hoşuna gidecek, doğruluğu su götürmez şu veciz sözü etti: Aklın kötümserliği, iradenin iyimserliği... Bunun daha popüler olan bir yorumu, bir Amerikan generaline aittir. Murphy Kuralı olarak bilinir: "İşler kötüye gitmeye başlamışsa, düzelmez." Önemi şu, savaşta stratejik plan, işler kötüye gitmeye başlamışsa, hiç düzelmeyecekmiş gibi yapılır.
Konu ile ilgisi ise şu: Yukarıdaki varsayımları gerçek kabul edecek olursak (işler kötüye gitti), insan teklerinin maniple edildikleri için önemli olmayan meselelerinden, entelektüellerin meselelerinin daha kıymetli olduğuna ilişkin (işler hiç düzelmeyecek) anahtar nedir? Muhalif bile olsalar entelektüeller, mesela, maddeci tarih görüşünün çeşitli incelikleri arasından kafa bunaltıcı, hatta bana sorarsanız aptalca onlarca sorun türetmemişler midir? Üstelik gerçek hareketi göremeyecek kadar uzaktan. Bu meseleler üzerine kaç tez yazılmıştır kim bilir? Bu tezlerin işlevi de ancak şudur: kapalı entelektüel toplulukları içinde edinilen sıradan bir haz ve üniversitede de biraz daha sağlamlaşan kürsü.
Kriter yok mu?
Maddeci tarih görüşü, hakikatle uğraşır. Elbette Tanrılar evrenindeki büyük harfli hakikatlerle değil, toplumsal ilişkilerin gerçek bilgisi ile. Bunun için bir kriteri de vardır. Rus olanı, "Diyalektik Üzerine" adlı makalesinde, "tek doğrulayıcı pratiktir" diye yazar. Materyalizm ve Ampiryokritisizm'de bunu tekrar eder. Keza Kapitalin yazarı, Hegelle cebelleşirken "insan faaliyeti" der, "ancak, insan faaliyeti, dönüştürmeye yöneldiği nesnenin bilgisi hakkında nesnel bir ölçüt oluşturur."
Cebimizdeki sorular
Konuyu daha fazla dağıtmadan devam edelim: Evet, varsayım haddinden fazla kötümserdir. Bağımlı sınıfların bağımsız sınıf siyasetleri içinde edindikleri bütün bir tarihsel deneyimi göz ardı eder. Bundan da önemlisi, bağımlı sınıfların kendi kültürel koşullarının özgül özerkliklerini dışlar. Bu özerkliği, Fransız sosyologu işçiler arasında yaptığı çalışmalarla gözlemişti: İşçi barlarının kendisine has bir dili vardı ve bu dil, hiç de sistemin arzu ettiği gibi değildi. Daha da önemlisi, Bourdieu, bunu Eagleaton'a anlatırken, bize acayip yabancı şifreleri var diyordu. Yine de yakınlık duyduğunu belirterek. Yakınlığının nedenini ise işçi çocuğu olmasına bağlıyordu; Eagleaton da katılmaktaydı buna, işçi çocukları entelektüeller olarak, karşılıklı boşluğu tespit etmişlerdi: hareketin dışında kalmak.
İyimserlik
Herkesin, ister kültür endüstrisi diyelim, ister daha teorik bir konumdan ideolojik aygıt diyelim, mevcut egemenlik ilişkileri ağı içinde, ideolojik ve kültürel bir bağımlılık içine de sokulduğu bir gerçektir. Bu bağımlılık, evet, insan teklerinin pek basit yüz binlerce meselesi tarafından her gün yeniden ve yeniden üretilmektedir. Alman İdeolojisi'nde "ruhsuz bir dünyanın ruhu" denirken yalnızca tarihsel bir ideolojik kurum kast edilmiş değilse, durum bu bakımdan yepyeni de sayılamaz. Rus olanı da "Ne Yapmalıda ekonomistlerle polemik yaparken "bilinç taşıma" kavramını geliştirmişti, kendiliğinden ve kendisi için sınıf ayrımı ile birlikte.
Başka bir deyişle, mesele, zaten vardı. Kapitalizm bir bir sistem olarak yalnızca siyasal bir aygıtın baskısına dayanmıyordu; İtalyan olanı da, Gramsci, baskı (zor) ve rıza arasındaki diyalektiği incelemek suretiyle bu mesele ile uğraşıp durmuştur; hegemonya ve tarihsel blok gibi kavramlarla. Yapısalcı okul daha sonra, işi mantıki sonuçlarına götürmüş ve ideolojik aygıt kavramını geliştirmiştir. Böylece oluşan analiz manzarası aşağı yukarı şöyledir: bir tarihsel anda bir toplumsal formasyonda mevcut egemenlik ilişkisi, salt baskıya dayanarak kurulmaz, toplumsal ilişkilerin çeşitli düzeylerindeki (ideolojik düzey) uygulamalar yoluyla bağımlı sınıflar sisteme rıza da gösterirler.
İşte Frankfurt Okulu'nun analizi ancak, bu rızanın üretiminde kültür endüstrisinin etkisini incelemek gibi sınırlı bir soruya cevap verirken işlevlidir. Hele hele bugün için; kitle iletişimindeki gelişmeler, Frankfurt Okulu'nun iktisatçısı Pollock'un daha o zaman tespit ettiği üzere, pazarda kurulan bağımlılık (kredi kartını düşünmek bile yeter, sadece devlet değil, bankalar da kaydınızı tutuyorlar artık), sonsuzmuş gibi görünen ama aslında belirlenmiş kültürel, ideolojik ve siyasal tercihler arasında sıkışmış insan teki, dünden çok daha fazla belirlenmiş bir kültürel ve ideolojik iklimin parçasıdır.
İyimser olan şudur, her şeye rağmen bağımlı sınıflar bunu kendi dillerinde telaffuz ederler ve kendilerine has bir mesafe taşırlar. Evet, sistemin istediği gibi bir meseleleri vardır ama, tarihsel olarak da yerlerini bilirler: Babalarının gittiği işçi barlarının müdavimidir onlar, ya da bizim gibi modernleşme süreci yaşayan ülkelerde yaşanan dikey hareketlilik bazı tersi görünüşler yaratsa da, esasta babalarının mahalle kahvesindeki yerleri hazırdır.
Düğüm, onların kendi dillerine çevirebilecekleri devrimci bir siyasi, ideolojik, kültürel hareket bütünü yaratabilmektedir. Çünkü, hala bir "meseleleri" olan insanların, neden "kendi hayatlarını, kendi kaderlerini belirlemek" meseleleri olmasın? Hem maddeci tarih görüşünce, tarihsel olarak, kapitalizm buna muktedir bir bağımlı sınıf yaratmıştır ve o bağımlı sınıfın bağımsız siyasi mücadelesi yüz elli yılı aşkın bir süredir nice deneyim edinmiştir. Çoğunu hafızamızda yaşattığımız onca deneyim.
Bir of çektim dünya varmış
Sanılmasın ki, popüler kültür kuyrukçuluğu, halk güzellemesi yapıyoruz. Aksine, bağımlı sınıflar razı olduğu için sistemin yaşamasının mümkün olduğunun altını çiziyoruz; o yüzden de, Müslümle aramızdaki mesafenin kapanacağını hiç sanmıyorum. Sadece, genç bir emekçinin, "abi bu bizim hayatımız" demesini anlamaya çalışıyor ve ona iyimser bir sonuç bağlıyorum. Bir meseleleri var, o meselenin bir gün dünya olmayacağı söylenemez. Biliyoruz ki, dünyayı değiştirmeye muktedir olan onlar. Bu yüzden bana, bunu anlamaya çalışmak, akademinin maddeci tarih görüşünü iğdiş etmesinden doğan bir sürü kuramsal saçmalıktan daha mühim geliyor.
Yanlış anlaşılmasın, eğer bu kuramlar anlamamıza yarasa idiler, elbette saçmalık olmazlardı. Saçmalık olan, kurucunun, Rus'un, İtalyan'ın ve diğerlerinin sözlerinin dünyayı anlamaya yönelik anahtarlar olmaktan çıkarılıp, akademinin analiz nesnesi olan farklı teorik konumlar olarak sabitlenmesi ve teorinin "kavramların kavramlarla ilişkisi" olarak gerçeklikten koparılmasıdır. Bu saçmalıktır, çünkü böylece, gerçekliğe ilişkin her açıklama "eklektik" bir model olarak görülür.
Halbuki, Marksistlerin bu tür labirentlere girmemesi tercih edilir. Nitekim, hareketle bağını koparmayanlar hep bu labirentlerden uzak durmuştur. Mandel mesela...
Kısacası "bir of çektim, dünya varmış." Şöyle de söylenebilir:"Hic Rodus, hic salta!" Yani, "Halep oradaysa, arşın burada!". Harekette... hareketin içinde. Aslında "hayat" demeliydik ya, labirentte kaybolanlar bu sözcükten o kadar nefret ediyorlar ki, söylediklerimize önyargı beslemesinler diye, diyalektiğin bir kategorisini kullandık: Hareket... (SE/EK)