Küreselleşme denen süreç az gelişmiş/gelişmekte olan ülkelerden gelişmiş ülkelere kaynak aktarmayı sürdürmektedir. Bir yandan yoksullaştırman bir yandan da içinden çıkılmaz bir borç sarmalına sürüklenen bu ülkeler hem ekonomik hem de siyasal açıdan tam bağımlı kılınmaktadır.
Öte yandan esas itibariyle ideolojik bir saldırı olan küreselleşme olgusuna karşı duruşu ideolojik temelde şekillendirmesi beklenen "sol düşünce" bekli de kendi tarihinin en zayıf dönemini yaşamakta; küreselleşme karşı duruşu şekillendirmede büyük bir "kafa karışıklığı" içinde bulunmaktadır.
Bir yandan yoksullaşmayı, ülkeler arasında yaratılan ve derinleştirilen eşitsiz ve adaletsiz bölüşüm ilişkileri yoluyla yaygınlaştırarak derinleştiren süreçler dünya ölçeğinde işlerken öte yandan istisnasız her ülkenin kendi iç dinamiklerinde de benzer bir süreç yaşanmaktadır.
Gelişmiş ya da az gelişmiş tüm ülkelerde aynı dönem içerisinde gelir dağılımında ciddi bozulmalar yaşanmış, emekçiler başta olmak üzere geniş halk yığınları lehine elde edilmiş kazanımlar bir bir yok edilerek "yeni yoksullar" yaratılmıştır. Bu bağlamda emperyalist-kapitalist saldırı geniş halk kesimleri için birer kazanım olarak görülen sosyal haklara ve kamu hizmetlerine yönelmiştir.
Yoksullaşma sürecinin temel açıklayıcısı konumundaki küreselleşme saldırısının elinde var olan sayısız araç içinde en güçlüsü, devletin tümüyle küçültülerek güçsüz düşürülmesidir. Geçmişte yine kendi çıkarları doğrultusunda yarattıkları devletin antidemokratik özellikleri bu günün küçültme operasyonunda ellerinde bir silaha dönüşmüştür. Ulusal devletlere yöneltilen saldırılarda öne çıkarılan bu vurgu nedeniyle "operasyon ", kendilerini "'solcu" diye tanımlayan kimi çevrelerin bile desteğini kazanmaktadır.
Emperyalist odakların ülkemizde yarattıkları ya da daha önce var olan ancak bu süreçte derinleştirerek adeta çözümsüz kıldıkları çeşitli sosyal sorunların (yoksulluk, işsizlik, çocuk emeği kullanımı, sokak çocukları vb.) çözümü için devreye girdiklerini ve üniversiteleri özellikle dışlayarak sivil toplum kuruluşları üzerinden pek çok araştırmalar yaptırdıklarını görüyoruz. Bir yandan bu araştırmalar sürerken bir yandan da çok sayıda projeler aracılığıyla bu sorunların çözümüne soyundukları görülmektedir.
Yapısal nedenlere dayalı hiçbir sorunun çözümünün bu türden palyatif girişimlerle olanaklı olmadığını insanlık hem bilgisiyle hem de deneyimleriyle öğrenmiş olmalıdır. Bugün revaçta olan yollardan birisinin bile sorunların çözümünde etkili olduğu görülmüş değildir. Sorunlar hangi yapısal nedenlere dayanıyorsa, o nedenleri ortadan kaldıracak köklü yapısal önlemler olmadan çözülemez.
Türkiye'de bugün yoksulluk konularında çalışan araştırmacıların bir çoğu bireyin emek pazarındaki yerini bir çözümleme öğesi olarak ihmal etmektedir. Giderek ekonomi merkezli açıklamaların yerini kültür merkezli açıklamalar almaktadır. Devlete sorumluluk yükleyen anlayış, sivil toplum örgütlerini, yerel inisiyatifleri öne alan bir anlayışla yer değiştirmektedir.
Daha önce de belirtildiği gibi devlet, ekonomik ve sosyal yaşamı düzenleyen işlevleri açısından sürekli küçültülerek güçsüz düşürülmüş; toplumu etkileyen sosyal sorunların çözümünde kullanabileceği kaynakları yok edilmiş, kamu hizmetlerini yürütme sorumluluğundan adeta "kurtarılmıştır". Devletin elinden alınan bu işlevler, niteliğine göre ya özel girişimcilere ya da "sivil toplum örgütlerine" devredilmektedir. Bu devir sırasında ekonomik ve toplumsal gelişme/kalkınma devlete yüklenen bir sorumluluk olmaktan çıkarılmakta; piyasaya ve "vicdanlara" bırakılmaktadır
Yoksullukla mücadele için yoksulları daha iyi tanımak gerekir
Yoksulluk "mutlak ve göreli yoksulluk" olarak iki ayrı düzeyde tanımlanmaktadır. Mutlak yoksulluk durumunda, insanların temel gereksinimlerini dahi karşılayamaması söz konusudur. Bir başka söyleyişle insanların kendilerini ve bakmakla yükümlü oldukları diğer kişileri geçindirmek için gereksinim duydukları ekonomik olanaklardan yoksun olmaları durumudur
Göreli yoksulluk ise yeme, içme, giyinme, barınma olanakları kişinin yaşamını sürdürmesine yettiği halde, içinde bulunduğu toplumun alışılagelen genel yaşam düzeyinin gerisinde kalması durumudur. Bu kavram ülkelerin gelir dağılımı ile yakından ilişkilidir.
Sözünü ettiğimiz yoksulluktan toplumun değişik kesimleri farklı biçimlerde etkilenmektedir, insanların bir bölümünün elde ettiği gelir, temel gereksinimlerini dahi karşılayamazken bir bölümü için de durum tümüyle göreli bir yoksunluğun ifadesidir, içinde yaşadığımız çağda, insanlığın eriştiği genel uygarlık düzeyi dikkate alındığında, her bireye sağlanabilecek refah düzeyi ile bugün sağlanan refah düzeyi arasındaki fark sorgulanmaya muhtaçtır. Bu anlamda insanlık, "potansiyelinin" ne kadarını olumlu olarak kullanmaktadır? Bu çağda kuramsal olarak erişilebilir olan beslenme, barınma, eğitim, sağlık, kültür, haberleşme, seyahat gibi olanaklardan yoksun olmanın açıklaması, kukusuz ekonomik ve toplumsal boyutlarının yanı sıra siyasal bir sorunla da karşı karşıya olduğumuzun bir göstergesidir.
Türkiye'de yoksulluk diğer bir çok ülkede olduğu gibi, son 20 yılda uygulanan serbest piyasa ağırlıklı dışa açık neo-liberal ekonomi politikaları ile yakından ilişkilidir. Temel gıda ve hizmetlere uygulanan sübvansiyonunun kaldırılması, kamu işletmelerinin özelleştirilmesi ve kamu istihdam olanaklarının azaltılması, küçük üreticilere sağlanan desteklerin giderek azalması, sağlık ve eğitim alanında kamu hizmetlerinin giderek özelleşmesi, ekonomik krizlerin art arda yaşanması, işten çıkarılma ve diğer nedenlerle işsizlik oranlarının aniden artması ve gelir dağılımındaki uçurumlar artan yoksullukla bire bir ilişkilendirilebilecek sonuçlardır
2000 yılı itibariyle ülkemiz nüfusu 65,3 milyondur. Devlet İstatistik Enstitüsü'nün (DİE) 1994 yılı hane halkı gelir dağılımı anketlerine göre en fakir yüzde 20 sinin gelir payı yüzde 5, en zengin yüzde 20 sinin payı yüzde 55 olarak saptanmıştır. Türkiye'de yoksulluğun bir de coğrafi boyutu söz konusudur. DiE'nin verilerine göre 1997 yılında Şırnak'ta kişi başına gayri safi yurt içi hasıla 167 milyon, Ardahan'da 155 milyon, Ağrı'da 113 milyon lira, İstanbul'da ise 715 milyon lira idi.
2000 yılında Türkiye'de kişi başına 738 Dolar yatırım yapıldı. Aynı yıl kişi başına yatırım Almanya'da 5017, Fransa'da 4142, İtalya'da 3684 dolar değerine ulaştı Dünya Bankası'nın raporunda Türkiye için bir günde bir dolar yaklaşımına göre yoksulluk çizgisi belirlendiğinde 1994 yılında nüfusun yüzde 2,4'ü yoksuldur.
DiE'nin 1994 yılında yaptığı araştırmaya göre ise, Türkiye'de 3,4 milyon kişinin yıllık geliri 22 bin doların üzerindedir. Bu kişiler ülke nüfusunun yüzde 5'ini oluşturmaktadır. Milli gelirden en düşük pay alan son yüzde 5'lik dilimin yıllık geliri ise 67 milyon liradır.
Yoksulluktan en çok kimler etkilenmektedir?
Toplumsal özelliklerine göre yoksulluk tanımlamasına giren bireyler, eğitim düzeyi düşük, çalışmayan, çok çocuklu büyük ailelerden gelmektedir. Bölge olarak ise Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nde yaşayan bireylerin üçte birinden fazlası yoksul olarak tanımlanmaktadır (TÜSİAD, 2000: 108).
Yoksulluk karşısında kadınlar erkeklerden daha kırılgan özellikler taşımaktadırlar. 1999 yılı itibariyle kadınlarda okur-yazarlık oranı yüzde 77.4'tür. Bu özellik kentlerde yaşayan kadınlar arsında yüzde 82.2 iken kırsal kesimde yaşayan kadınlar arasında yüzde 67.8'dir.
1999 yılında kadınların işgücüne katılma oranı kentlerde yüzde 16.9, kırsal kesimde yüzde 49,6 genelde ise yüzde 31.1'dir (DPT 2000: 93). Dünyada 876 milyon okuma-yazma bilmeyen yetişkinin yaklaşık 2/3' si kadındır (UNESCO, 1999).
Hem evi geçindirmek ve hem de çocuklara bakmak durumunda kalan annelerin aile reisi olduğu evlerde yoksulluk neredeyse kaçınılmaz bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır Yoksulluktan öncelikle etkilenen bir başka küme ise geniş, kalabalık ailelerdir. 1984 yılında Pakistan'da en fakir yüzde 10'luk orana giren hanelerde kentleşme, değişen aile vb.) etkisi ile de geleneksel toplumsal destek sistemlerinden yoksun kalan birey, muhtaçlık durumu ile yüz yüze gelir ve kamusal sosyal harcamalar ve hizmetler içerisinde korunmaya gereksinim duyar.
Yoksullukla mücadelede sosyal yardımların yeri: Bir çözümleme çerçevesi
Sosyal yardım "yerel ölçüler içinde asgari seviyede dahi kendisini ve bakmakla yükümlü olduğu kişileri geçindirme olanağından kendi ellerinde olmayan nedenlerden dolayı yoksun kalmış kişilere resmi kuruluşlar veya kanunların verdiği yetkiye dayanarak yarı resmi veya gönüllü kuruluşlarca muhtaçlık tespitine ve kontrolüne dayalı olarak yapılan ve kişileri en kısa sürede kendi kendilerine yeterli hale getirmek amacını taşıyan parasal ve nesnel sosyal gelirden oluşan bir sosyal güvenlik yöntemi ve bir sosyal hizmet alanıdır" (8. Beş Yıllık Kalkınma Planı, Sosyal Hizmetler ve Yardımlar Özel İhtisas Komisyonu Raporu, 2001).
Türkiye'nin sosyal yardım sistemi hakkında yapılacak bir çözümlemenin ana unsurları sosyal yardımın mevzuatı, örgütlenmesi ve finansmanıdır. Bu çerçevede sosyal yardım sisteminde kamunun ve "sivil toplumun", (gönüllü kişi ve kuruluşların) rolü ve ağırlığına bakmak gerekir.
Türkiye'de geçerli geleneksel sosyal yardımlaşma ve dayanışma biçimleri, toplumbilimsel açıdan varlığını ve önemini korumaktadır. Bu geleneksel yapıyı ayakta tutan ve hatta geliştirmeye çalışan toplumsal çevrelerin ve dinamiklerin (dinsel kişi, grup, cemaat; siyasal partiler, gruplar; vakıflar vb.) varlığı bilinmektedir.
Bunun yanında Türkiye'de, kaynağını Anayasadan alan resmi-kamusal sosyal yardımlar da bulunmaktadır. Anayasada yer alan, hukukun üstünlüğünü ve insan haklarına saygıyı ifade eden hukuk devleti ve iktisadi açıdan güçsüz durumda olanları korumayı amaçlayan sosyal devlet ilkesi (Md. 2) sosyal yardımların temel dayanağı olarak kabul edilebilir.
Sosyal yardımlar yoksullukla mücadelenin yalnızca bir boyutudur ve çoğunlukla da sonuçlarının telafisi ile ilgilenir. Sosyal yardım etkinliklerini yoksullukla mücadelenin diğer boyutlarıyla birlikte planlamak ve aralarındaki etkileşimi göz ardı etmeden kendi bütünlüğü içinde ele almak gerekir.
Bu bağlamda ana hedef yoksulluğu ortadan kaldırmaktır; ancak bu hedefe ulaşıncaya dek sosyal yardımların bireylerin ve toplumların yaşamında önemli bir yeri vardır. Yoksulluk, asgari yoksulluk, yoksulluk çizgisi, sosyal yardım, muhtaçlık, muhtaçlık değerlendirmesi gibi kavramlar netleştirilmelidir. Çeşitli yasalarda doğrudan ya da dolaylı olarak yer alan sosyal yardımlara ilişkin hukuksal düzenlemeler var olan dağınıklığı giderecek biçimde tek bir sosyal yardım yasası içerisinde toplanmalıdır.
Sosyal yardımlar hukuksal açıdan bir hak olarak düzenlenmelidir. Sosyal yardımları diğer sosyal refah hizmetlerinden ayrı düşünmek olanaksızdır. Ele alınan sorunların doğası gereği, bu hizmetleri örgütlenme ve kaynak kullanımı açısından tek bir çatı atında toplamak, yani aynı kurumları yetkili ve sorumlu kılmak, hizmette etkililik ve verimlilik ilkelerinin de zorunlu bir sonucu olarak değerlendirilmelidir.
Sosyal yardım sistemi finansman yönünden güçlendirilmelidir. Yaratılan mali olanaklar tek bir çatı altında toplanmalı ve yalnızca sosyal yardım amacıyla kullanılmalıdır.
Muhtaçlık değerlendirmesinde kullanılacak standart ölçütler geliştirilmelidir. Gerek kamusal nitelikli gerekse gönüllü temelde yürütülen sosyal yardımlar konusunda, hem yapılan sosyal yardımlara hem de sosyal yardım alanlara ilişkin, sağlıklı ve etkin bir kayıt sistemi ve bilgi merkezi oluşturulmalıdır.(NK)
* Bildiri, Türkiye İnsan Hakları Hareketi Konferansı kitabından (syf120-139)derlenmiştir. Vurgular Bianet'e aittir.