Neoliberal dönüşümle birlikte yaşadığımız, soluduğumuz şehirlere, kasabalara, köylere olan aidiyet, bağ ve bellek kaybına yani solastalji’ye dair binlerce örnek cümle kurabiliriz ancak “çokluk” burada değil.
’Konunun bir ruh sağlığı ve dolayısıyla toplum sağlığı sorunu olmasının üzerinde neden daha çok durmamız gerekiyor? Ketsel dönüşüme, mega projelere, madencilik çalışmalarına, deprem yıkımlarına solastalji üzerinden baktığımızda neler söylenebilir?
Konunun sınıfsallıkla ilişkisi nedir?’ gibi soruları, Türkiye Psikiyatri Derneği Sosyal Psikiyatri Çalışma Birimi Üyesi ve aynı zamanda Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalından Dr. Hande Gazey ile konuştuk.
Gazey, neoliberal dönüşümle hızlanan iklim krizine çare gibi sunulan ve popülerleşen yeşil mutabakat, yeşil dönüşüm, sıfır emisyon gibi kavramların bütünlüklü bakıştan ve eşitsizlikleri işaret etmekten azade olduğu kadar sermaye birikimine dönük yeni bir pazar olarak ele alındığını belirtiyor ve solastaljiye bu kavramlar üzerinden yeniden bakmamıza olanak sağlıyor.
Aynı zamanda bireysel bir sorun gibi görünen solastaljinin tıbbileştirilmesinin ötesinde, değişim için bir güç yaratmasının önemini vurguluyor ve eğer toplum ruh sağlığı açısından bir çalışma yapılacaksa bu dönüşümün kaynağında ne olduğunu ve bu dönüşümden en çok zarar görenleri ortaya koyarak yapılması gerektiğini belirtiyor.
Emek Sineması
Solastalji kavramı ne zaman ortaya çıktı? Dünyada ve Türkiye özelinde neleri kapsamına alır? Nostalji’den hangi yönleriyle ayrışıyor?
Solastalji ilk olarak Avustralyalı çiftçilerin kuraklık ve madencilik sebebiyle karşı karşıya kaldıkları çevresel değişim karşısındaki deneyimlerini tanımlamak için kullanıldı.
Avusturalyalı çevre felsefecisi Glenn Albrecht solastalji’yi engel olamadığımız hızlı ve yıkıcı “çevresel değişmeden kaynaklı psikolojik veya varoluşsal sıkıntı” anlamına gelen bir terim olarak ifade ediyor.
Albrecht’in, Hunter Vadisinde kuraklık ve büyük ölçekli madencilik faaliyetlerinin bölgedeki topluluklar üzerindeki etkilerini araştırırken kişilerin kapitalizm, sömürgecilik, devletler, şirketler tarafından, yaşadıkları alanın dönüştürülmesinden, tahrip edilmesinden, tanınmaz hale getirilmesinden, yok edilmesinden kaynaklı huzursuzluğunu anlatmak için kullandığı bu kavram, Latince “solacium” (teskin) ve Grekçe “algia” (acı) kelimelerinin birleşiminden türetilmiş.
Nostalji uzaklarda, gurbetteyken çekilen sıla özlemiyken solastalji sıladayken çekilen sıla özlemi... Uzakta olmak, özlem duymak, geçmişi romantize etmek, eve dönüş arzusunu ifade etmekten farklı olarak gözümüzün önünde, olduğumuz yerde yaşadığımız yurt kaybı, ev kaybı, aşinalık kaybıdır. Solastalji şimdiki zamanda yaşanan kayıptır.
Dünyada da Türkiye'de de mega projeler, soylulaştırma, tarihi, kültürel ve doğal ortak varlıkların, yaşam ve geçim kaynaklarının talanı, mekanın metalaşması vb. bireylerin içerisinde yaşadıkları, ilişkilerini kurdukları ortamın kontrollerinden uzak ve olumsuz yönde değişimine sebep olmasını kapsamına alır.
Türkiye'de hem kırsal hem de kentsel pek çok yıkımın tanığı olduk, orman yangıları, seller gibi aşırı hava olaylarının sonuçları ile karşılaştık.
Akbelen'den Yeşil Yol'a Fikirtepe'den Kazdağları'na korkarım ki Türkiye'nin her noktasında solastaljiye ilişkin bir tartışma yapabiliriz. Bu elbette kültürel hafıza mekanları için de geçerli, Emek Sineması bunun örneklerinden biri.
Hangi cümleler size “İşte bu solastalji” dedirtiyor?
“Her şey değişti, bildiğimiz cadde/sokak/mekan kayboldu, burayı artık tanıyamıyorum” diyen; daha dün orada duran ağacın, sevilen ortak bir mekanın, ilişkilerin kaybını ifade eden bütün cümleler...
Bu alanda örneğin Artvin'de baraj altında kalacak olan köylerde yaşayanlarla, Tarlabaşı'nda, Fikirtepe'de kentsel dönüşüm ile karşı karşıya kalanlarla yapılan nitel görüşmelerde bu duygunun en iyi biçimdeki ifadeleri mevcut. Solastalji diye bir belgesel de var. Kişisel olarak ise bana Turgut Uyar'ın 'Yokuş Yol'a' isimli şiirini hatırlatıyor.
"Yerinden edilme ihtimalinin sınıfsallıktan uzak değerlendirilemeyeceği çok açık"
Solastaljiyi toplum ve ruh sağlığı için neden ciddiye almak gerekiyor? Bu denli değişen, dönüşen, rantlaşan bir ülkenin Sağlık Bakanlığı bu konularda araştırma ve koruyucu ruh sağlığı çalışmaları yapıyor mu?
Aslında, bu alana yoğun bir ilgi var akademik anlamda. Özellikle de dünyada pek çok yeni kavram var. Dilimize girmeye başlayan “ekoanksiyete”, “iklim kaygısı”, “solastalji,” “çevresel sıkıntı” bunlardan bazıları. Kavramın ilk tanımlandığı makalede de insan sağlığı ve kimliği açısından yeni bir kavram başlığı atılmış.
Birincisi zaten bu denli dönüşen, değişen, rantın, sömürünün ve yıkımın ön planda olduğu bir ortamda insan sağlığını, diğer canlıların ve yaşam ortamının sağlığından bağımsız ele almak mümkün değil. Tek sağlık yaklaşımı da bunu vurguluyor.
Bu yıkımın kendisi ruh sağlığını pek çok boyutta etkiliyor. Hava kirliliği, aşırı hava olayları, gıda ve su krizinin etkileri, yoksulluk, yerinden edilme, yaşam ve geçim kaynaklarının talanı doğrudan ve dolaylı olarak ruh sağlığını etkileyen sonuçlardan bazıları.
Bununla birlikte gelecek kaygısı, belirsizlik, aidiyet ve kimlik kaybının, toplumsal yaşam ve ilişkilerdeki dönüşümün etkilerinden söz ediyoruz.
Türkiye Psikiyatri Derneği'nin düzenlediği 59. Ulusal Psikiyatri Kongresi'nde solastalji başlığında sunum yaparken özellikle değindiğimiz noktalardan birisi de mekanın neoliberal dönüşümünün yarattığı aidiyet, bağ ve bellek kaybıyla ilişkiliydi.
Ama bu ilişkiye dikkat çekerken herkesin aynı şekilde etkilenmediğini de vurguladık, bütün bunların -örneğin solastalji ya da kentleşmenin ruh sağlığına yönelik etkilerinin araştırıldığı çalışmalarda, şehirde "yeşil alan" ve "gri alan"lara 'uğrama' 'denk gelme' olasılığının ya da yerinden edilme ihtimalinin-sınıfsallıktan uzak değerlendirilemeyeceği çok açık. O sebeple sunum da, kavramın kendisine bir eleştiri ile bitiyordu: “kavram da zamanın ruhuna uygun bir parçalılık mı taşıyor?” diye.
Dolayısıyla bu konuda toplum sağlığını korumak için yapılacak olan araştırma ve çalışmaların, bu dönüşümün kaynağında ne olduğunu ve bu dönüşümden en çok zarar görenleri ortaya koyarak yapılması gerekiyor.
Afrika’da, Latin Amerika’da, Asya’nın yoksul ülkelerinde bir milyarın üzerinde insan, küreselleşmiş üretimin ihtiyaç duymayacağı şekilde günübirlik ve marjinal işlerde çalışmaktayken ve temiz su ve gıdaya erişemez durumdayken, dünya nüfusunun yarısından fazlası için savaş, göç, açlık ve yoksulluk gerçek ve yakın bir tehdide dönüşmüşken bu eşitsizliklere dikkat çekmeden toplum sağlığına ilişkin koruyucu adımlar atılamaz. Mesela hükümetler iklimle ilişkili politikalara dikkat çekiyorlar, konferanslar, sözleşmelerden sürekli söz ediliyor.
Oysa bugün çok popüler olan yeşil mutabakat, yeşil dönüşüm, sıfır emisyon kavramları bütünlüklü bakıştan ve eşitsizlikleri işaret etmekten azade olduğu kadar sermaye birikimine dönük yeni bir pazar olarak ele alınıyor.
Bu kavramı sadece, sürekli dönüşen, sembol yapılarını kaybeden ve rantlaşan şehirler/ şehir insanı için mi kullanmalıyız? Büyük şehirler dışında durum nasıl?
Kavramın ortaya çıktığı nokta aslında kırsal. Madencilik, barajlar, yol yapımı vb. kır emekçilerinin hem yaşam hem de geçim kaynaklarının gaspına yol açarken hem ‘dekültür’e, yaşam bilgisine, geçim kaynaklarına, nesilden nesile aktarılan bilgiye yönelik de ciddi kayıplara sebep olabiliyor.
Bunun kendisi kültürün, topluluk yaşamının, toplumsal ilişkilerin değişimini ortaya koyuyor. Belki de köylerdeki bu değişim çok daha hızlı. Baraj sularının altında kalan köyler, maden aramaya tahsis edilen zeytinlikler...
Ekolojik sorunlarla ilgili sürekli haber akışının insanların ruh sağlığı üzerindeki etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu konuların ele alınış biçimi ile alakalı. Ekolojik sorunların kaynaklarına ilişkin bireylerin yaşam biçimlerini, tüketim süreçlerini temel alan bir çerçeve, gerçekten ve çözümü işaret etmekten uzak olduğu kadar bireylerin de kendilerini ve birbirlerini suçlamasıyla da sonuçlanacaktır.
Yanı sıra bireyin bu istenmeyen değişim karşısında kendisini güçsüz hissetmesi, belirsizlik, çaresizlik ve kontrol kaybı ile karşı karşıya kalmasıyla sonuçlandığında elbette ruh sağlığını olumsuz yönde etkileyecektir. Yaşamlarımız ve geleceğimiz üzerinde kontrol sahibi olabileceğimizi, mevcut olanı değiştirebileceğimizin bilgisi ve bunun yöntemleri, en az bu değişimin bilgisi kadar elzem bu sebeple.
Çevresel kaygı ve stresi yönetmek için bireylere hangi tür destek veya stratejiler önerirsiniz?
Kâr arayışının diğer tüm amaçların üstünde olan kapitalizmin, doğanın kendini yeniden üretme yeteneğini dikkate almasının, yaşayan organizmaların kendi içinde ve organizmalarla suyun, toprağın ve havanın fiziksel yönleri arasında sürüp giden etkileşimler ve alışverişler döngüsünü hesaba katan metabolik bütünlüğü korumasının mümkün olmadığı bir kere daha tüm berraklığı ile açığa çıkıyor.
Dolayısı ile burada çözüm bireysel olmaktan çok daha ötede. Tam da bu nedenle bu sıkıntının tıbbileştirilmesinin ötesinde değişim için bir güç yaratması önemli.
Madem solastalji "şimdi"ye dair bir duygu, geçmişe dönüşten ya da muhafaza etmekten değil de gündelik hayatın potansiyellerine, geçmişi ve geleceği kurtarmak için bugünden başlamaya odaklanmaktan söz edebiliriz.
Antakya halkı 22 Nisan'da, “Hatay'ı yeniden kuracağız, sorumlulardan hesap soracağız, haklarımız için mücadele edeceğiz” diyerek yürümüştü. O eylemdeki dövizlerden birinde şöyle yazıyordu "Biz çocuklarınız ey Antakya! Kucağından başka yer ısıtmaz bizi"
Evine, şehrine, tarihine, birbirine ve geleceğine sahip çıkmak belki de bu kaygının, stresin ve umutsuzluğun yegane "tedavisi."
(AY/EMK)