Gündemin ana maddelerinden Balyoz Davası'ndan yola çıkarak siyasi davalar hakkında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Hukuk Tarihi Anabilim Dalı Araştırma Görevlisi Mehmet Cemil Ozansü ile konuştuk.
Ozansü, siyasi yargılamalara "adalet" penceresinden bakmanın anlamsız olduğu görüşünde.
Egemen olan politik öznenin yargılamaya başlayarak zaten hükmünü verdiğini belirten Ozansü, geriye kalanın sadece bu hükmün teatral ve şekli ifadesi olduğunu söylüyor.
Balyoz, KCK ve Ergenekon gibi siyasi davalardaki siyasi yoğunlaşmaya da değinen Ozansü, böyle yoğunlaşmaların görünüşteki "hukukilik" perdesinin kaldırılması sürecini hızlandıracağını ve siyasal kutupların ceza hukuku vasıtalarıyla politika yapmayı sürdüreceklerini söyledi ve ekledi: "Mahkeme salonları tarihteki adlî düello misali birer politik arenaya dönüşür."
"İlgiyle, siyasal olanın izleri belirginleşir"
Balyoz davası sonuçlarını genel olarak nasıl değerlendiriyorsunuz? Hukukun işletilmediği, gerçek bir yargılamanın yapılmadığı yönünde değerlendirmeler var. Bu çerçevede sizce gerçek anlamda bir yargılama yapıldı mı?
Hukukçuların, bir ceza mahkemesi kararını analiz etmesi ile kamuoyunun konuyu ele alışı arasında niteliksel farklar olabileceğini göz önüne almamız gerekiyor. Meslek mensuplarının nazarında cezayı hak eden davranışın hukuk dogmatiğinin genel kaidelerine uygun olup olmadığı birincil meseleyken, kamuoyu sorunu eylemin toplumsal algılanışı ve bilhassa verilen cezanın niceliksel büyüklüğü üzerinden anlamlandırmaya yatkındır. Söz gelimi hukukçu "tipik eylem gerçekleşti mi" veya "ispata yeterli delil mevcut mu" gibi "teknik" sorulara odaklanırken, kamuoyu "ne kadar yatacaklar" sorusu üzerinde hassasiyet gösterir. Herhalde "kamu vicdanını rahatsız etti" gibi ifadeler bu söylediğim fonksiyonun birer yansımasıdır.
Tanrıça Themis'in gözlerinin neden bağlı tasvir edildiğine ilişkin hikâyeyi herkes bilir. Hukukçu önündeki meseleyi -kural olarak- toplumsal algılanışından yalıtarak incelemek mecburiyetindedir. Hukukun aktardığım toplumsal algılanış ve kullanım biçimleri, hukuk devleti fetişizmine sadık kalmaya gayret eden burjuva ideolojisinin klasik görüşünün somut ifadesidir. Ancak bu ikili yapıda çeşitli kaymalar baş gösterdiğinde "sivil toplum" bu durumu, hukuksal olanın apolitik olması gerektiğine dönük tabusal kabulünde bir yozlaşma olarak görür ve haliyle buna tepki gösterir.
Ceza adaletinin toplumsal fonksiyonu, burjuva ideolojisinin ona atfettiği "saflıkta" değildir. Yani siyasal olan ile hukuksal olan arasındaki ayrım hukuk devleti modelinin vurguladığının aksine kesin sınırlarla birbirinden ayrılamaz; geçişken bir özellik arz eder. Kamuoyu ilgisinin yoğunlaştığı her davada siyasal olanın izleri belirginleşir; bu olgu "sıradan" bir cinsel saldırı davasında görülebileceği gibi pekâlâ "olağanüstü" bir darbe teşebbüsü yargılamasında da tespit edilebilir.
Gündemdeki davalara baktığımızda, herhalde siyasal olanın izi biraz fazla belirginleşmeye başladı...
Benzer bir durum söz konusu. Yargılama başından itibaren yoğun bir siyasal içeriğe sahip olduğundan, incelenen toplumsal sorun salt teknik bir hukuk meselesi olmaktan çıkmış, çeşitli medya araçlarıyla sürdürülen bir muhakeme sürecine dönüşmüştür.
Dava, mahkeme salonun çok ötesinde günlük haber ve tartışma programlarında, hatta TV dizilerinde konu edinilmiştir. Bunu, olmaması gereken bir garabet olarak takdim etmek istemiyorum, zira yukarıda da izah etmeye çalıştığım üzere bu eşyanın tabiatı gereğidir.
Böyle yoğunlaşmalar, sadece görünüşteki "hukukîlik" perdesinin kaldırılması sürecini hızlandırır ve siyasal kutuplar ceza hukuku vasıtalarıyla politika yapmayı sürdürürler, mahkeme salonları tarihteki adlî düello misali birer politik arenaya dönüşür. Yerel mahkemenin kararından sonra Adalet Bakanı da dâhil olmak üzere çeşitli siyasi mevkilerde bulunan kimselerin temyiz yolunu hatırlatmaları da bu neviden bir işaret değil midir?
"Karar, kamuoyunun gerçekliğiyle çelişmediği sürece 'gerçek' olacak"
Peki, sanıklar lehine olduğu söylenen delillerin mahkeme tarafından değerlendirilmemesi hakkında ne düşünüyorsunuz?
İspat meselesi de bu aktardığım konseptin dışında değerlendirilemez. Hatırlayalım, modern ceza muhakemesi maddî gerçeğin tüm boyutlarıyla ortaya koyulmasını toplum adına yargılama yapan hâkime aslî bir vazife olarak tevdi etmiştir. Bu ilkesiyle muhakeme hukuku, akademik titizlikle keşfedilen bir bilgiyi, hakikate dair "bilimsel" bir yargıyı esas aldığını iddia eder. Bu gerçekten böyle mi?
Üzerine konuştuğumuz yargılamaları birer cadı avına benzeten yorumlara sıklıkla rastlıyoruz. Bu yorumlarda farkında olmadan ceza adaletinin maddi gerçeklik sanrısına dair bir eleştiride bulunuluyor. Zira "maddi gerçekliğin araştırılması" ilkesi -ilk bakışta tezat görülebilir ama- cadı yargılamalarında ortaya çıkmıştır.
Dönemin hâkimi ve "kamuoyu" için cadılık tehlikeli bir "gerçek"tir ancak kimin "gerçek"ten cadı olduğunu tespit de aynı biçimde hâkim için önemlidir. İlkeye bugünden baktığımızda sözü edilenin göreli bir gerçeklik inşası demek olduğunu net biçimde tespit edebiliyoruz. Hâkimin verdiği karar kamuoyunun gerçeklik algısıyla çelişmediği nispette gerçek olabilecektir.
Ne zamanki Aydınlanmacılar "cadılığın" gerçek olamayacağına dönük önce kısık ve çekingen sonra da kükreyen bir biçimde kampanyalarını yoğunlaştırdılar ve ortalama kamuoyu görüşü böyle ithamları "akla aykırı" telakki etmeye başladı; o andan itibaren "gerçek" de taraf değiştirebildi ve böyle kararlar "gerçeğe aykırı" ve "hukuk dışı" oldular.
Yani şimdiki davalar da gelecekte "gerçeğe aykırı" veya "hukuk dışı" olabilirler...
Sanıkların taraftarları muhakeme neticesinin gerçeğe aykırı olduğunu iddia ettiği müddetçe, gerçek tartışılacak, kesinleşemeyecek ve yargılamada ispata ilişkin eksiklikler süreklilik arz eden bir gerçeklik yıpranmasına neden olacaktır.
Ancak bunun tersi de mümkündür, sanıkların taraftarları marjinalize edilir ve böylece sessizleşirlerse artık "o" gerçekliğin mutlak zaferi söz konusu olur. Bu analizi tüm siyasal yargılamalara, Dreyfus davasından Yassıada duruşmalarına kadar genişleterek uygulayabiliriz.
"ÖYM'lerde görülen davalar siyasi bir süreç"
Özel yetkili mahkemeler kaldırıldı. Ancak önceki davalara bakmaya devam ediyor. Fikret İlkiz dün bianet'te yayımlanan yazısında ceza yargılamalarının bütünselliğinin AİHS 6. madde ile korunduğuna dikkat çekerek, bu yargılamanın Anayasa'ya aykırı olduğunu ifade ediyor ve ekliyor: "Böyle bir hukuk sistemi belli davalar için ve bunların karara bağlanması için yaratılmıştır." Bu konuda sizin görüşünüz nedir?
Özel yetkili mahkemelerin selefi olan DGM'ler, De Gaulle Fransa'sının icadı bir ceza adaleti aygıtıdır. İlk defa 12 Mart döneminde ve onu takip eden Milliyetçi Cephe hükümetlerinde uygulanmaya çalışılan bu cihazlar, DİSK'in direnişi sayesinde kurumsallaşamamış ve dönemin hukukçuları tarafından 1961 Anayasasının öngördüğü "tabii hakim" ilkesine aykırı telakki edilmiştir. Ancak 12 Eylül sonrasında olağanüstü yargılama yapan bu "olağan" mahkemelerin kurumsallaşması mümkün olabilmiştir.
Bu mahkemelerin kaldırılmış olması zihniyetin değişmiş olduğunu sonuçlamıyor, zira bugünün hukukçusu 60'ların ve 70'lerin hukukçusundan farklı olarak "tabii hakim" ilkesinin ne olup ne olmadığına dönük bir tartışmanın düşünsel zeminini yitirmiştir.
Aynı durum tutuklu kimselerin milletvekili seçildiği durumda ne olacağına dair hukuk tartışmasında da gözlemlenebilir. 90'lardan farklı olarak hukuk diskuru bu sorunu -bence siyasî hürriyetler aleyhine- çözmüş ve tartışmayı bitirmiştir. Demek ki zihniyet deformasyonu sistemik bir sorundur.
ÖYM'leri kaldıran ve mevcut davalar bakımından görevli kabul etmeye devam eden düzenleme hukuksal bir garabet değil midir? Bir yandan "görev kanundan kaynaklanır" diyeceksiniz, diğer bir yandan geçici düzenleme yapacaksınız. Bunun tek anlamı vardır: Ben bu mahkemelerde görülen davaları siyasî bir süreç olarak tanımlıyorum ve bu sürecin sonuna kadar "normalleşme"nin mümkün olmadığını kabul ediyorum. İlk sorunuza verdiğim cevabı pekiştiren bir durum değil mi bu, siyasal süreçlerin ceza hukuku aygıtlarıyla yürütülmesine dönük bir politik "kolaycılık" değil mi?
"Yargılananlar pazarlık edilen süjelerdir"
İstiklal mahkemeleri döneminden itibaren bakacak olursak, yargının siyasi davalarda bağımsızlığı ne kadar söz konusu olabildi veya olabiliyor? Bu süreçte gündemde olan KCK ve Ergenekon davalarının gidişatını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu davalarda düşman ceza hukukunun işletildiğini düşünüyor musunuz?
Düşman ceza hukuku, "kral çıplak" demenin akademik ifadesidir. Kavramın mucidi olan Jakobs modern ceza hukukunun ikili fonksiyonunu tüm berraklığıyla ortaya koymuştur. Bir tarafta geçmiş eylemleri için kefaret ödetilen hukuk süjesi "kişi", diğer tarafta ise anayasal düzenle uzlaşmaz bir tavır sergileyen ve bu nedenle kişi olma vasfını yitiren "düşman". Daha önemlisi düşman, geçmiş eylemlerinin karşılığını ona ödetmek için değil, olası müstakbel eylemlerini engellemek için "cezalandırılan", "kapatılan" bir bireydir. Ve aslında ona uygulanan yaptırım klasik anlamıyla bir ceza olamaz, bu bir tedbirdir.
İşte bu konseptte "düşman", mahkûmdan farklılaşır; tutuklandığında veya mahkûm olduğunda devlet hâlâ onunla pazarlık edebilir; zira "siyasal akıl" bunu gerektirir. Hâlbuki mahkûm bakımından bu durum söz konusu değildir, ceza onun hakkında mutlak kesinlikle ve sessizlikle tatbik edilecektir. Kimi "sözü geçen" hukukçu çevrelerde mezkûr yargılamalardan ve olası mahkûmiyetlerden sonra toplumsal barışı sağlayacak bir genel af ilan edilmesi gerektiğine dönük tekliflere dikkat edersek, mevzuun -en azından bu kimseler nezdinde- siyasî olduğunu hemen kavrayabiliriz. Şu halde yargılananlar pazarlık edilen süjelerdir ve bu nedenle "düşman"dırlar.
Toplu siyasi davalarda bugüne kadar "Evet, adil bir yargılama yapıldı ve adalet tecelli etti" diyebileceğimiz bir örnek aklınıza geliyor mu?
Nüremberg savaş suçları yargılaması, XVI. Louis'nin ve şürekâsının giyotine edildiği vatana ihanet yargılaması... Tarih kitapları ve politik yöneliminiz size de birçok davada taraf tutma imkânı sunabilir.
Bu sorunuz bana Brecht'in safdil adaleti sorguladığı "İyi Adama Bir İki Soru" şiirini hatırlattı. Siyasî yargılamalara "adalet" penceresinden bakmak anlamsızdır; zira politik özne, yani "egemen olan" yargılamaya başlayarak zaten hükmünü vermiştir, geriye kalan sadece bunun teatral ve şeklî ifadesidir. (EKN)