Elbette sansür, lezbiyenliğin perdeden yansımasını engelleyen önemli bir etkendi. Buna ek olarak, içinde lezbiyen temsiller barındıran filmlerde vampirlik, nefret, kıskançlık, canilik, canavarlık gibi klişelere saplanıp kalmışlardır.
Ancak seksenli yıllara kadar hiçbir büyük bütçeli Hollywood filminde lezbiyenlik açıkça gösterilmemiştir. Elbette kâr etmekten başka motivasyonu olmayan (en azından görünürde) şirketlerin farklı cinsel temsillere soğuk bakmasının en büyük nedeni, para kaybetme kaygısıdır.
Yapılan çalışmalar da Hollywood'da lezbiyenlik bir yana kadın arkadaşlığını konu alan filmlere bile tek tük rastlandığını ortaya çıkarmaktadır.(1) Bununla birlikte erkek dostluğu filmlerde çoğunlukla işlenmekteydi.
Lezbiyenlikten geyliğe uzanan kadın erkek ilişkileri yelpazesinde geylik ve lezbiyenlik tümüyle dışlanmıştı. Kadın arkadaşlığına ise, para etmez düşüncesiyle ve iki kadın arasındaki yakınlaşmanın lezbiyenlik iması olarak görülebileceği korkusuyla tereddütle yaklaşılıyordu.
İşin aslı, içinde erkeğin (erkek bakışının) olmadığı bir ilişkinin para etmeyeceğine dair bir inanç vardı. İşte bu inanç, Hollywood stüdyolarının kadınlar arasındaki (erkeğe kapalı) ilişkileri konu edinmesinin önündeki diğer bir engeldi.
"Bağımsız sinemanın sektörelleşmesi"
1990'lı yılara kadar yüksek bütçeli bir filmin başrolü tek başına bir kadına verilmiyordu. Kadın başrol oyuncusunun asla erkek başrol oyuncusunun önüne geçmesine izin verilmiyordu. Aktörler ve aktrisler arasında çok belirgin ücret farklılıkları vardı. İşte tüm bunların altında erkek oyuncuların gişede daha iyi para yaptıkları düşüncesi yatıyordu.
Bu çerçevede lezbiyenliği konu alan ya da başrol oyuncusunun bir lezbiyeni canlandırdığı bir film yapılması, Hollywood gerçekliğinden uzaktı. Bir lezbiyen filmin gişede hüsrana uğraması kaçınılmaz görünüyordu. Ancak bütün bunlar 1990'larla birlikte değişti. Deyim yerindeyse Hollywood paranın homofobik olmadığını keşfetti.
1980'li yıllar Amerikan bağımsız sinemanın kendi içinde dönüşümüne sahne oldu. Bunda belki de en önemli rolü, etkinlikleri gitgide artan sinema festivalleri oynadı. Gerek sayı olarak çoğalan gerekse içerik olarak genişleyen festivallerde gösterim olanağı olmayan filmler, seyirci ve dağıtım şirketleri ile buluştular.
Bu durum bir anlamda Hollywood dışında yapılan "sanat" filmlerinin üç beş seyircili video gösterimlerinden, bodrum katlarındaki sinemateklerden çıkarak dağıtım sistemine girmesi, sinema salonlarında uzun süreler gösterilmeye başlaması anlamına geliyordu.
O zamana kadar sırtını bağımsız yapımlara, underground ve avantgarte sinemaya dayayan gey ve lezbiyen sinema da bu dönüşümden nasibini aldı. Bu dönüşümün en büyük işareti Sundance Film Festivali' nin gitgide büyüyerek, Amerikan film endüstrisi içinde etkin bir yer edinmesiydi.
Öyle ki, bu festivalde bir ödül almak demek, film için yaygın gösterim olanağı, yönetmen içinse büyük bir Hollywood stüdyosu ile çalışma şansı anlamına geliyordu. Sundance'ı izleyen onlarca festival yapılmaya başlandı.
İlki 1977'de San Francisco'da yapılan Gey Filmleri Festivali de tıpkı Sundance gibi etkin bir konuma geldi. Gey ve lezbiyen filmleri binlerce izleyiciye ulaşır hale geldi. Bir zamanlar kısıtlı çevrelere hitap eden filmler gerek üretim gerekse tüketim aşamasında heteroseksüellerin de ilgisini çekmeye başladı.
Bu süreci kısaca, bağımsız sinemanın sektörelleşmesi olarak adlandırmak mümkündür. Öyle ki bu festivaller, yönetmen ve yapımcı olmak isteyenlerin kendilerini ispat etmeleri gereken bir aşama, verilmesi gereken bir sınav işlevi görmeye başladılar. Bağımsız sinema sektör içinde bir türe dönüşüyordu.
Hollywood, bu gelişmeyi görmezlikten gelemedi. Büyük stüdyolar önce festivalleri destekleyerek yaratılan ranttan pay almaya başladılar. Daha sonra ön plana çıkan küçük bağımsız stüdyolar birer birer satın alınmaya başlandı. Ödüllü yönetmenler, büyük bütçeli ancak evcilleşmiş Hollywood yapımlarına transfer oldu.
Gey ve lezbiyen sinema için elbette bu süreç daha yavaş işledi. Ancak 1990'larda, onlarda artık ayrı bir pazar, yeni bir rant olarak görülmeye başlanmıştı.
Hollywood yapımcıları "ikna oluyor"
Gey ve lezbiyen filmlerinin bir pazar oluşturmasında dört ana etkenden bahsedilebilir. Bunlardan birincisi yukarıda bahsettiğimiz gibi gey ve lezbiyen film festivalleridir. 1980'li yıllarda Amerika'daki her büyük kentte bir gey ve lezbiyen film festivali düzenleniyordu. Bunlardan en büyüğü ve en köklüsü San Francisco'da yapılanı idi. Tamamı eşcinsellik temalı olmayan 400'e yakın film bu festivalde gösteriliyordu. Bu festivalin Hollywood'a ilk ve en büyük transferi 1987'de Mala Noche adlı filmiyle büyük ödülü kazanan Gus Van Sant oldu.
İkinci etken hızla çoğalan gey ve lezbiyen dergilerdi. Bu dergilerin birçoğunda sinema sayfaları yer alıyordu ve eleştiri yazıları ve en çok satan video kaset listelerine yer vererek, gey ve lezbiyen filmleri pazarı oluşmasını destekliyorlardı.
Üçüncü etken gey ve lezbiyen filmleri üreten yapımcıların değişik dağıtım yöntemleri geliştirerek filmlerini dolaşıma sokmalarıydı. Yönetmen Nicole Conn Claire of the Moon adlı filmini bütün Amerika'yı dolaşarak ve sinema sahipleri ile doğrudan bağlantı kurarak bir çok sinemada gösterime sokmayı başardı.
Dördüncü ve son etken ise Village Voice, Los Angeles Weekly, Los Angeles Reader gibi ciddi yayınlarda giderek artan sayıda gey ve lezbiyen film eleştirilerinin yer almasıydı. Böylece hem filmlerin isimleri duyuluyor hem de bu filmlerin film piyasasını etkileyen önemli eleştirmenler tarafından da ciddiye alındığı ispat ediliyordu. (2)
Bütün bunlar Hollywood yapımcılarının gey ve lezbiyen pazarının dikkate değer derecede büyük olduğunu ikna etmeyi başardı. Ancak bunlara ek olarak bir başka olgu, özellikle geylerin Hollywood filmlerinde temsil edilmesini neredeyse zorunlu kıldı.
Bu olgu AIDS hastalığının giderek yayılarak toplumsal bir felakete dönüşme tehlikesi göstermesiydi. AIDS vakası Amerika gündemine ilk geldiğinde eşcinsellik hastalığı olarak algılandı. Elbette bu, medyada eşcinselliğe karşı kışkırtıcı bir kampanyanın başlamasına neden oldu.
Eşcinsel yönetmenler, biraz da kendilerini savunma amacıyla, AIDS olgusunu konu alan ve klasik anlatı yapılarına uyan küçük bütçeli filmler yapmaya başladılar. Zamanla hastalığın eşcinselliğe özgü olmadığı kabul görünce, kamuoyunun kızgınlığı üzüntüye dönüştü. Hollywood da bu toplumsal vakaya ilgisiz kalamadı.
1993 tarihli Philadelphia senaryosunu bir eşcinselin, Ron Nysmayer'in, kaleme aldığı büyük bir Hollywood yapımı olarak üretildi. Film genelde olumlu karşılandı ve Oscar ile ödüllendirildi.
Lezbiyen filmler, Hollywood'a entegre oluyor
Lezbiyen filmler içinse Hollywood'a entegre olmak daha zor oldu. Yukarıda bahsettiğimiz gibi kadın arkadaşlığını konu alan filmlerin bile nadir olarak yer bulabildiği ticari sinemada lezbiyen sinemanın esamesi okunmuyordu.
Her ne kadar, gey ve lezbiyen sinema gerek festivallerde gerekse eleştiri yazılarında çoğunlukla birlikte ele alınsa da, gey filmler ve gey kimliği lezbiyenliğe oranla her zaman daha baskındı. Ancak 1994 tarihli, yönetmenliğini Rose Troche'nin yaptığı Go Fish adlı filmin, büyük bir dağıtım şirketinden destek almamasına rağmen 3 milyon dolara yakın hasılat yapması, dikkatleri lezbiyen sinemaya çevirdi.
Go Fish'in ticari başarısı sürpriz değildi, çünkü 90'lı yıllarla birlikte birbiri ardına lezbiyen filmler üretilmeye başlanmıştı, Claire of the Moon (1993) ve The Incredibly Adventures of Two Girls in Love (1994) hatırı sayılır gişe başarıları elde etmişlerdi.
Bu üç filmin ortak yanı, yönetmenlerinin ve yapımcılarının lezbiyen olmasıydı. Daha önemlisi bu filmlerde özellikle Go Fish ve The Incredibly Adventures of Two Girls in Love'da, lezbiyenlik daha önce denenmemiş bir anlatı yapısı içinde temsil ediliyordu. Bu filmler anlatı yapısı itibariyle, Hollywood'un Romantik komedilerine benziyordu.
Filmlerde lezbiyenlik sosyal yapıdan bağımsız bir alanda temsil ediliyor, lezbiyen karakterler daha önce söz ettiğimiz, fark ediş, kabulleniş, ve coming-out süreçlerini yaşamıyorlardı. Filmler lezbiyen klişeleri kırmaları bakımından önemliydiler ancak bunu lezbiyen aşkı, heteroseksüel aşk ilişkisine indirgeyerek ve sosyal çevreden bağımsız işleyerek yapıyorlardı.
90'lı yılların filmlerinden bahsetmeden önce, bu filmleri önceleyen erken tarihli bir filmden Desert Heart' tan söz etmek gerekir. 1985 tarihli Desert Heart, arada bir erkek olmadan iki kadın arasında, giderek aşka dönüşen ilişkiyi tema edinen ilk film denilebilir.
Jane Rule'un aynı adlı romanından uyarlanan film, kendinden sonraki lezbiyen filmlere de öncülük eder. Filmde yansıtılan iki kadın ve aralarındaki romantik aşktır. Bunun dışında ne bir erkeğe, ne de aile, iş yeri, okul gibi toplumsal baskı kurumlarına yer verilir.
Film bir gişe başarısı yakalayamamıştır, ancak lezbiyen filmlerin nasıl olması gerektiği üzerine bir tartışma başlatmıştır. Buna göre, toplumsal hayattan soyut iki kadın arasındaki romantik ve cinsel ilişkiyi tema edinen filmlerle, coming-out sürecini, toplumda lezbiyenlerin içinde bulunduğu zorlayıcı koşulları işleyen filmler birbirinden ayrılmıştır.
Go Fish, Amerikan kırsalında yaşayan beş lezbiyen kızın duygusal maceralarını anlatıyordu. Filmdeki beş kızın sosyal çevrelerinin baskısını hissetmeden yaşadıkları duygusal ve cinsel deneyimler filmin merkezini oluşturuyordu. Filmde hiçbir baskın erkek karakter yoktu ve lezbiyenlik doğal, verili bir cinsel kimlik olarak temsil ediliyordu.
Filmdeki lezbiyen karakterler (oyunculardan hiçbiri gerçekte lezbiyen değildi), lezbiyenliklerini sorunsallaştırmıyor ve daha önceki birçok filmdekinin aksine marjinal bir hayat sürmüyorlardı. Kıyafetleri ve makyajlarında hiçbir abartma yoktu. Filmin yönetmeni Troche, bir söyleşisinde filmi, lezbiyenlerin de normal ve sıradan hayatlar sürdürebildiklerini göstermek ve lezbiyenler hakkındaki klişe ve önyargıları yıkmak için çektiğini söylemişti. (3) Ancak film lezbiyen ve feminist eleştirmeler tarafından bir fantezi olduğu gerekçesiyle eleştirildi.
The Incredibly Adventures of Two Girls in Love'da da lezbiyenlik hemen hemen benzer bir biçimde temsil edildi. Cinselliğe adım atan bir genç kızın ilk aşkının anlatıldığı film otobiyografik öğeler barındırıyordu. Kendisi de lezbiyen olan yönetmen Maggetti, ilk aşkı anlatan bir film yapmak istediğini, bunu yaparken de kendi tecrübelerinden yararlandığını açıkladı. (4)
Film tümüyle romantik komedi anlatı yapısını, "bir adam kıza aşık olur-onu kaybeder- sonra tekrar kazanır" şeklindeki temel izleğini takip ediyordu.
Filmde, Rendy işçi sınıfından, eğitimsiz, rock müziği dinleyen beyaz bir "butch"dur. Evie ise üst sınıfa mensup, üniversite eğitimi görmüş, kadınsı ve siyahtır. Lezbiyen klişelere bağlı kalan filmde, klişeye uymayan tek şey Evie'nin siyah olmasıdır.
Rendy, Evie'ye aşık olur. Aralarındaki sınıfsal ve ırksal farklılıklara rağmen Evie de bu aşka cevap verir. Bu iki kız için de ilk aşk tecrübesidir. Yoğun bir biçimde romantizm öğeleriyle yüklü filmde, ırksal, sınıfsal problemlerin üzerine gidilmez. Lezbiyenlik ise doğal bir olgu gibi verilir. Toplumsal çatışmalar filmin anlatısı içinde yer bulmaz.
Lezbiyen vampirlerle lezbiyen katiller
Art arda çevrilen gey ve lezbiyen filmler, kendi yıldızlarını ve dahi yönetmenlerini yarattı. Video dükkanlarında ve Internet sitelerinde gey lezbiyen sinema kendine ayrı bir raf bulmayı başarmıştı. Lezbiyen filmlerin başarısıyla birlikte büyük stüdyolar ve dağıtım şirketleri bu tür filmlere ilgi göstermeye başladılar. Gitgide lezbiyenlik ve lezbiyen karakterler büyük bütçeli ve yaygın dağıtımı yapılan filmlerde görülmeye başlandı. Ancak bu filmlerde bir çoğunda lezbiyenlik hakkındaki önyargılar ve klişeler kırılamadı.
Bu filmlerin en ünlüsü kuşkusuz Paul Verhoven'ın yönettiği Basic Instinct (Temel İçgüdü) oldu. Filmde lezbiyen karakterler, (ki filmdeki bütün kadın karakterler lezbiyen eğilimliydi) 1970'li yılların dişi vampirlerini hatırlatırcasına sapık katillerdi. Lezbiyenlik filmde merkezi bir konumda olmamasına rağmen, katillere uygun cinsel kimlik olarak lezbiyenlik ya da biseksüellik yakıştırılmıştı.
Bununla birlikte bu kadınların hepsi güçlü, zeki ve cesurdular. Lezbiyen vampirlerle 90'ların femme fatale, lezbiyen katilleri arasındaki ortak noktalardan birisi de bu karakterlerin, ticari filmlerdeki yaygın kadın karakterlerin aksine çoğu zaman güçlü ve zeki olarak çizilmesiydi.
Gerek Basic Instinct'deki katil lezbiyenler, gerekse 1996 tarihli Bound'daki lezbiyen çift, hem filmin merkezindeydiler, hem de erkek iktidarına boyun eğmeyen, çoğu zaman erkekleri zor hatta gülünç durumlara düşüren akıllı karakterlerdi.
Warchowski Kardeşler'in yönettiği Bound, Hollywood'da o güne kadar lezbiyenliği ve lezbiyen aşkı ön plânda işleyen ilk filmdi. Filmin iki lezbiyen karakterinden birisi, Violet, bir mafya üyesinin metresiydi. Daha sonraları bir lezbiyen ikonu olan Gina Gersham ise mafyanın yuvalandığı otele tesisat işlerini yapmak için gelen Gorky'yi canlandırıyordu.
Violet ve Gorky önce birbirlerine aşık oluyorlar, daha sonra mafyanın parasını çalarak birlikte yeni bir hayata başlamanın plânlarını yapıyorlardı. Birçok aksiliğe rağmen bunda başarılı olarak amaçlarına ulaşıyorlardı. Film sonu itibariyle oldukça cesurdu. 1970'li yılların korku filmlerinin aksine lezbiyen karakterler bütün erkekleri öldürüyor ve mutlu sona ulaşıyorlardı.
Bununla birlikte filmde lezbiyenlikle ve lezbiyen karakterlerle ilgili birçok klişeyi görmek mümkündü. Gorky baskın erkek figürü, Violet ise dişi, savunmasız, zayıf kadın figürü canlandırıyordu. Gorky kıyafetleri, dövmeleri, tavırları ve konuşmaları ile tümüyle erkeksiydi.
Violet ise tam bir tezat oluşturacak biçimde kadınsı, çekici, baştan çıkarıcıydı. Gorky kahvesini sade, Violet ise sütlü seviyordu. Bununla birlikte filmin sonuna doğru bir anda roller değişiyor, işler kötüye gittiğinde, savunmasız görünen Violet devreye girerek her şeyi yoluna koymayı biliyordu.
Filme gelen en yaygın eleştiri, Gorky karakterini bir erkeğin oynaması ile filmde hiçbir şeyin değişmeyeceği yönündeydi. Filmin lezbiyenlikten çok heteroseksüel aşkı ve ilişki biçimlerini anlattığı ileri sürülüyordu. Bununla birlikte Gorky lezbiyenler arasında oldukça yaygın olan "butch" (5) tabiriyle anılan tipte bir lezbiyeni canlandırıyordu ve bu karakter seyirciye, özellikle lezbiyenlere, son derece inandırıcı gelmişti.
Hollywood stüdyolarının Bound gibi bir filmi yapmaya ikna olmaları, lezbiyenliği ana akım sinemada kabul gördüğünün bir işareti sayılabilir. Lezbiyenlerin canavarlıktan, kahramanlığa sıçraması olarak kabul edebileceğimiz bu filmden sonra yapımcılar lezbiyenliğin de para ettiğinin iyice farkına vardılar.
Son olarak bir lezbiyen karakteri canlandıran Hillary Swank 2000'de Boys Don't Cry adlı filmdeki rolüyle, Altın Küre ve Oscar'a lâyık görüldü. Film bir lezbiyen tarafından yazıp, yönetilmişti ve konusunu gerçek bir olaydan alıyordu.
Brandon Teena (Hillary Swank), gerçekte erkek olduğuna inanan genç bir kızdı. Kıyafetleriyle bedenini çevresindekilerden saklamayı başarıyordu; ancak yeterince parası olmadığı için ameliyat olamıyordu. Bir gün yeni tanıştığı arkadaşlarıyla False City'ye geliyor ve orada Laura adlı bir kıza aşık oluyordu. Filmin sonunda onun lezbiyen olduğunu anlayan iki erkek tarafından öldürülüyordu.
Film lezbiyenliği patolojik bir vaka olarak sunuyorsa da, muhafazakar Amerikan toplumunun içinde taşıdığı gizli nefret ve şiddeti göstermesi açısından ilginçti. Genç bir kızın yaşadığı coming-out sürecini, bu süreç içinde gerek yasalardan gerekse ataerkil toplumdan gördüğü baskılar filmin eksenini oluşturuyordu.
Lezbiyenliği patolojik bir vaka ile ilişkilendiren diğer bir film ise yönetmenliğini Peter Jackson'un yaptığı Heavenly Creatures (Cennetsi Yaratıklar, 1994) adlı filmdi.
Tıpkı Boys Don't Cry gibi bu film de konusunu gerçek bir olaydan alıyordu. 1950'li yıllarda Avustralya'da yaşayan 15 yaşlarında iki genç kızın giderek lezbiyenliğe varan arkadaşlığının anlatıldığı film de yine, toplumun (bu filmde özel olarak aile kurumu) hoşgörüsüzlüğü ve eşcinselliğe tepkisi anlatılıyordu.
Filmde, Juliet ve Pauline adlı iki kız arkadaşın öyküsünü anlatıyordu. Etraflarındaki tek düzelikten sıkılan iki genç kız, dış dünyaya kapalı, sadece kendilerine ait bir dünya kurarlar. Opera karakterlerinin yaşadığı bu dünyada Pauline bir erkek karakteri, Juliet ise bir prensesi canlandırmaktadır.
Pauline ve Juliet'in ilişkisinde daha önce söz ettiğimiz lezbiyen klişeler kullanılmıştır. Pauline siyah saçlı, cinsel cazibe yoksunu "erkek" gibi olandır. Juliet ise sarışın, cazibeli, kırılgan ve zayıftır. Ailelerinin anlayışsız ve bencil tavırları iki kızı birbirlerine daha da yakınlaştırır.
İkisi de erkekleri basit ve kaba bulmaktadır ve ilk cinsel deneyimlerini beraber yaşarlar. Bu birliktelik ailelerini şüpheye düşürür. Aileler sonunda onları ayırmaya karar verir. İki kız çocuğu birlikte Hollywood'a kaçmayı plânlarlar, ancak bu bir hayalden öteye gidemez. Önlerinde en büyük engel olarak gördükleri Pauline'nin annesini öldürmeye karar verirler. İki kız arasındaki dostluk ve aşk giderek patolojik bir takıntıya dönüşmüştür.
Filmin sonunda anne öldürülür, kızlar çocuk hapishanesine gönderilir. Filmde lezbiyenlik üzerine tüm diyaloglar ve imalar, bunun bir hastalık olduğu yönündedir. Bununla birlikte Pauline ve Juliet''n arkadaşlıkları ve daha sonra sevgililikleri seyirciyi rahatsız edici bir tavırda sunulmaz. Aksine seyircinin özdeşleştiği karakter Pauline'dir. Öyküyü Pauline'in günlüğüne yazdığı biçimde öğreniriz.
Yukarıda kısaca bahsedilen filmlerden başka, Holywood'da onlarca lezbiyenlik içerikli, ya da içinde lezbiyen karakterlere yer veren filmler yapıldı. Bunların arasında Claire of the Moon (1992), Patricia Rozema'nın When Night is Falling (1995), The Wild Side (1995), Sharon Pollack'ın Everything is Relative (1996), Maria Maggetti'nin All Over Me (1997), It is in the Water (1998), Lisa Cholodento'nun High Art (1998), Jamie Babbit'in But I'm a Cheerleader (2000), If These Walls Could Talk (2000) en önemlileri olarak sayılabilir.
Kaynakça:
1 Becker, E., Citron, M., Lesage, J, Rick, R, (1995), Lesbians and Film, Out in Culture: Gay Lesbian and Queer Essays on Popular Culture içinde, Edit: C.K. Creekmur ve A. Doty, Cassell, London, Sf: 28-29
2 Levy, E., (1999), The New Gay and Lesbian Cinema, Cinema of Outsiders: The Rise of American Independent Film içinde, New York University Press, New York, Sf: 460-463
3 Levy, E., (1999), a.g.e., sf: 475
4 Levy, E., (1999), a.g.e., sf: 477
5 Erkeksi tavırlar gösteren, erkek gibi giyinen, kadınsılığı tümüyle reddeden lezbiyenler.
* Vurgular ve arabaşlıklar bianet'e aittir.