Egemen söylem eşcinselliği ve özelde lezbiyenliği daha en baştan sinemadan dışlamış, onu yok saymış, reddetmiş ve maskelemiştir. Lezbiyenliğin var olduğu sayılı filmlerde ise, bu cinsel kimlik ayıplanmış ve aşağılanmıştır. 1980 yılı öncesine kadar sinemasal alanın lideri Anglo-sakson sinemasında ve hatta Avrupa sinemasında lezbiyenliğin gösterilmesine karşı çok güçlü bir sansür uygulanmıştır.
Lezbiyenliği bir sapkınlık ve hastalık olarak değerlendiren hükümetler, özellikle İngiltere'de ve Amerika'da, bırakın lezbiyenlik temalı filmleri, içinde her hangi bir şekilde lezbiyen bir karakteri barındıran ya da lezbiyen ilişki imasında bulunan filmlerin gösterilmesine izin vermemişlerdir. Bunun sebebi, elbette toplum sağlığını ve ahlakını koruma endişesidir.
Sansür, önyargılar, klişeler
Daha 1921 gibi erken bir tarihte İngiliz yönetmen ve milletvekili Lord Desart bu endişeyi parlamentoda yaptığı bir konuşmada dillendirmiştir. Lord Desart yaptığı konuşmada, lezbiyenliği bilmeyen, bunu hiç düşünmeyen, bunu hayal etmeyen kadınlara, sinema yoluyla bunu öğretmenin bir suç, bir günah olduğun belirtmiştir.(1)
Tüm sansür mekanizmalarında olduğu gibi sinema perdesinin lezbiyen temsillere kapanması da halk sağlığı ve halk adına olmuştur. Üstelik bu durumda korunması gerekenler, aynı zamanda korunmaya en çok ihtiyacı olduğu düşünülen kadınlardır. Bugün de etkisini sürdürmekte olan bu mantalite gerek Avrupa'da gerekse Amerika'da lezbiyenliğin temsil edildiği filmler yapmayı güçleştirmiştir.
Bu dönemde lezbiyen karakterlerin var olduğu, lezbiyen ilişkilerin gösterildiği sayılı filmler ise bir takım önyargılar ve klişeler üretmişlerdir. Lezbiyenler perdede saldırgan, mazoşist, sadist, kıskanç ve nefret dolu karakterler tarafından temsil edilmiştir.
Radley Metzger'in The Lickerish Quertet (1970) filmi, Robert Aldriche'in The Killing of Sister George (1969) filmi, Ingmar Bergman'ın The Silence (1964) filmi ve Claude Chabrol'ün Les Biches (1968) filmi bu tür filmlere örnek gösterilebilir. Bu filmlerde lezbiyenlik gerek doğrudan gerekse metaforik olarak kötülükle ilintilenmiş, hiçbirinde lezbiyen karakterler sempatik olarak sunulmamışlardır.
Bu dönem gerek Avrupa'da gerekse Amerika'da yapılan filmlerde lezbiyenlik ya yok sayılmış ya da kötülük olarak damgalanmıştır. Sadece beş film bu genel yargıya istisna teşkil edebilir. Bunlar; William Wyler'ın The Children's Hour (1961) filmi, Paul Morrisey'in Flesh (1968) ve Thrash (1970) filmleri ve Radley Metzger'in Theres and Isabella (1968) adlı filmidir.
Bununla birlikte Holywood lezbiyenliğe daha bir nefretle ve sistematik yaklaşmıştır. 1960'lı yıllarda Holywood'da yapılan ve içinde lezbiyen temsilller barındıran tek film Wyler'ın The Children's Hour'u olmuştur. Anglo-Sakson sinemasında incelemeye değer lezbiyen temsiller ise ilk kez vampir filmlerinde ortaya çıkmıştır.
Muhafazakar tepki, korku filmleri, eril şiddet
Daha önce de belirttiğimiz gibi, 1960'lı yıllara kadar gerek büyük stüdyoların yapımcılığını üstlendiği Hollywood filmlerinde gerekse İngiliz ve Avrupa menşeli filmlerde lezbiyenliğe rastlanmaz.
60'lı yıllarda esen radikal rüzgarlar Amerikan toplumunda bir özgürlük isteği ve beklentisi oluşturmuştur. Vietnam savaşı ve " Amerikan Rüyası" sloganıyla pohpohlanan zenginlik vaatlerinin boşa çıkması, toplumsal bir huzursuzluğa sebebiyet vermiştir.
Siyahların, yoksulların ve kadınların talepleri yüksek sesle dile getirilmeye başlanmış. Cinsel ayrımcılık, cinsel özgürlüğün kısıtlanması, ekonomik dengesizlik, ırkçılık ve daha bir çok konuda protestolar örgütlü bir biçimde yapılmaya başlanmıştır. Bu dönemde lezbiyenlik ve gaylik de belki de ilk defa tartışmaya açılmış, egemen söyleme karşı güçlü bir eleştiri geliştirilmiştir.
Ancak bu dönemi takip eden ekonomik buhran ve Soğuk Savaş'ın yoğunlaşması, taleplerin güçlü bir muhafazakar tepkiyle karşılanmasına sebep olmuştur. Bu tepki liberalizme, sosyal devletçiliğe, kürtaja, kadın haklarına ve eşcinselliğe karşı, geleneksel aileyi, yurtseverliği ve dini ön plâna çıkarmış ve toplumdaki özgürlük talepleri bastırılmaya çalışılmıştır.
Bu karşı tepkinin en yoğun olarak hissedildiği yer film stüdyoları olmuştur. Kadın hakları, kadınların cinsellikleri üzerindeki söz hakkı, çalışma yaşamındaki eşitlik talepleri gibi konularda büyük mesafe alan feminist hareket, özellikle korku filmlerindeki muhafazakar içerikle şiddetli bir eril tepkiye maruz kalmıştır. Bu filmlerin muhafazakar özellikleri şu şekilde sıralanabilir:
* Canavarın tümüyle ve katıksız olarak kötü olması. (Canavar bu filmlerde bastırılan ve yasaklanan herşeyi temsil eder.)
* Dinin olumlu bir güç olarak sunulması
* Canavarın insanla ilişkisi olmaması
* Cinselliğin bastırılması, cinsel özgürlüğün cezalandırılması.(2)
Lezbiyen, dişi vampirler
İşte bu dönemde korku filmlerinin, özellikle vampir temalı korku filmlerinin sayısında büyük bir patlama gözlenir. İngiltere'deki Hammer Stüdyolarının başını çektiği yapımcılar birbiri ardına lezbiyen vampir filmleri çekmeye başlarlar. Bu filmlerin birçoğunda katil ya da kurban olarak kadınlar merkezi konumdadır.
Kadın ya kötülük yapan canavardır, ya canavara bilinçli ve yahut bilinçsiz olarak yardım edendir ya da kurban olarak cezalandırılandır. Bu filmlerin en karakteristik olanları, dişi vampir filmleridir. Ancak daha dikkate değer olanı dişi vampir karakterlerin hemen hemen hepsinin aynı zamanda lezbiyen olmasıdır. Lezbiyenlik ilk defa tematik olarak bu filmlerde yoğun bir şekilde işlenmiş ve vampirlikle ilişkilendirilmiştir.
Hammer Stüdyolarının keşfi sayılabilecek olan dişi vampirler meşruluklarını tıpkı Kont Dracula gibi tarihten alırlar. Lezbiyen vampir filmlerinin iki temel kaynağı vardır. Bunlardan birincisi; Sherdan La Fanu'ın romanı Camilla'dır. (3)
Bu roman yüzyıllar boyunca genç kızların kanıyla beslenerek yaşayan Kontes Millarca Karmstein'nin hikayesini anlatır. İkincisi ise 16. yüzyılda Macaristan'da yaşadığı rivayet edilen Kontes Elizabeth Bathory'nin efsanevi hayatıdır. Kontes Bathory'nin genç kalabilmek uğruna altıyüz bakire kızı öldürüp, kanlarıyla yıkandığı rivayet edilmektedir.
Lezbiyen vampir filmlerinin en ünlüleri, aynı zamanda bu türün temel izleklerinin de belirleyicileri olan Vampire Lovers (Vampir Aşıklar, 1970), Lust for a Vampire (Bir Vampire Duyulan İhtiras, 1970) ve Twins of Evil (Kötülüğün İkizleri, 1971) filmleridir. Bu üç film de yukarıda bahsettiğimiz efsanelerin birer çeşitlemesidir ve lezbiyen vampirlerle ilgili birçok klişe oluşturarak (örneğin dişi vampirin mutlaka lezbiyen olması) kendilerinden sonraki birçok yapıma öncü olmuşlardır.
Vampiri öldüren, her zaman erkektir
Lezbiyen vampir filmlerinde kadınlar, erkek egemen toplum için bir tehdit unsuru olarak sunulur. Düzene boyun eğmiş uysal kadınları baştan çıkararak ve onları da vampirleştirerek, toplumun onlara biçtiği cinsel rollere meydan okur ve ataerkil düzenin devamı için gerekli olan kadın-erkek ilişkilerini tehdit eder. Bununla birlikte, lezbiyen vampirlerin bir canavar olarak gösterilmesi erkeklerin lezbiyenliğin hetoroseksüelliğe bir alternatif olabileceği yollu endişelerini yatıştırır.
Vampirin ataerkil toplumda bastırılan ve yok sayılan cinsel özgürlüğü simgelemesi, erkek egemen korkuları uyandırması ve sonunda ölmesiyle birlikte bu korkuların sona ermesi lezbiyen vampir filmlerinin temel izleğidir. Filmin sonunda vampiri öldüren her zaman erkektir. Anlatı yapısı da bu temel izleğe destek verecek şekilde oluşturulur.
Örneğin 1970 tarihli ilk lezbiyen vampir filmlerinden olan The Vampire Lovers filminde olaylar erkek bir vampir avcısının gözünden verilir. Film boyunca dış ses olarak olayları izleyiciye aktaran erkek sesi, kontrolün her zaman erkeğin elinde olduğunu hatırlatarak izleyicilerin kaygılarını yatıştırır.
Aynı filmde kurulan karşıtlıklar yine erkek egemen söylem içinden gelişir. İyiliğin güçleri ile donanmış erkek vampir avcısı, kötülüğün güçleriyle donanmış olan lezbiyen vampirle masum bir kadının hayatı için mücadele eder. Kötülük vampirin dişiliğinde cisimleşir. Öyle ki, dişi vampir öylesine çekici ve cazibelidir ki, gerek kadın gerek erkek tüm insanları kendine çeker. Kurbanlarını kandırmak için kaba kuvvet değil cinsel cazibesini kullanır. Böylece kontrol edilmeyen kadın cazibesinin tehlikelerinin altı çizilmiş olur. Erkek avcının gücü ise dine ve aile değerlerine dayanır. Filmin sonunda avcı, lezbiyen vampiri öldürerek masum kadını hem kurtarır hem de yeniden elde eder.
Yine 1970 tarihli Doughters of Darkness (Karanlığın Kızkardeşleri) filminde dişi vampir ilk olarak balayına çıkmış yeni evli bir çifte saldırır. Erkeği öldürür, kadını ise ısırarak vampirleştirir. Daha sonra meydana gelen bir trafik kazasında ölür, ancak kötülüğü vampirleştirdiği kadın tarafından devam ettirilmektedir.
Aynadan görünen dişi vampirler
Andrew Weiss'e göre lezbiyen vampir filmlerinde bolca rastlanan erotik sahneler heteroseksüel erkek fantezilerini tatmin etmek için çekilmektedir. (4)
Örneğin Vampire Lovers filmindeki bir sahne, bu tür görüntülerin erkek gözetlemeciliğinin ve sadistik dürtülerin tatmin edilmesine iyi bir örnektir. Masum kadın banyoda duş almakta olan dişi vampirin odasına gelir. Vampiri tümüyle çıplak olarak görürüz. Göğüsleri görüntüde baskın durumdadır. Daha sonra duştan çıkar ve aynaya doğru yürür. Önce sırtını ve kalçalarını daha sonra aynadan yansıyan suretinden çıplak göğüslerini görürüz (vampirler görülmeye değer olduklarında aynadan bile yansıyabiliyorlar). Daha sonra vampir, masum kadının yanına gelir; onu soyunmaya zorlar. Kadının, "Bilmem ki, buna babam ne der?" sorusuna vampir, "Hoşuna gidecektir, bütün erkekler buna bayılır" diye cevap verir. Daha sonra vampir ile kadın arasında kovalamaca başlar ve vampir kadını yatakta yakalar.
Dişi vampir, masum kadının kanı
Dişi vampir erkek olana göre daha tehlikelidir. Erkek vampir ölüm üzerinden dini sorgulayarak sınırı aşarken dişi olan buna ek olarak cinselliğini de sorgulayarak daha da ileri gider.
Dişi vampir kadın doğa üstü (supernatural) olduğu kadar cinsel (sexual) de bir yaratıktır. Barbara Creed'e göre, lezbiyen vampir filmlerinde, dişi vampirin masum kadınların kanını akıtmasının bir ataerkil söylemde değişik alt okumaları yapılabilir.
Bir kere, kız çocukların cinsel olgunluğa erişmeleri adet kanamasıyla başlar. Kadın, kan ve cinsellik arasındaki bu bağlantı Hıristiyan gelenekte her zaman iğrenç olarak nitelenmiştir. Creed'e göre bu tavır, adet kanamasının, kadının doğurgan doğası, onun doğayla olan bağlantısı ve yaşam verme yeteneğini sembolize etmesiyle ilintilidir. Vampir mitolojisinde de adet kanaması ile ilgili efsaneler mevcuttur. Avrupa'da bir zamanlar kadınların adet öneminde kaybettikleri kanları geri kazanmak için vampirleştikleri söylenmektedir.
Kan ile cinsellik arasındaki bir başka ilintide, seksüel yaşama adım atan kızların bakireliğini kaybetmeleri sırasında kanamaları gösterilebilir. İşte bu ilişkilerden yola çıkarak vampirlerin de ısırdıkları kadınlarda bir anlamda yeni bir cinselliğe (ataerkilliğin korktuğu bir cinselliğe) adım attıkları sonucu çıkarılabilir. Vampirin ısırdığı kadın da vampirleşmekte ve cinsel yönden farklılaşmakta, aktifleşmektedir. Kanın akması masumiyetin terk edilmesi anlamına gelmektedir. Dişi vampir filmlerindeki ataerkil söylem, bu süreci bir canavarlaşma olarak aktarır.(5)
Lezbiyen temsiller ve canavar imgesi
Amerikan film yapımcıları, Hammer Stüdyolarının açtığı yoldan yürümekte gecikmedi. House of Dark Shadows (Karanlık Gölgeler Şatosu, 1970), Sex and the Single Vampire (Seks ve Bekar Vampir, 1971), Shadow of the Warewolf (Kurtadamın Gölgesi, 1973), Devil's Plaything (Şeytan Oyunu, 1974) benzeri filmler birbiri ardına çekilir.
1980'li yıllarda popülerliğini kaybeden dişi vampirler 80'li yıllarda daha az ancak daha büyük prodüksiyonlarda kendilerini gösteriler. The Hunger (Açlık, 1984) bunlardan en bilineni ve en çok gişe yapanıdır. Bununla birlikte, gerek lezbiyen vampir filmlerinde gerekse dişi vampirlerin temsil edildiği farklı türlerdeki filmlerde (Bram Stoker's Dracula, 1990) lezbiyenlik ve vampirlik her zaman aynı kimlikte var oldu. Lezbiyen temsiller her zaman canavar imgesi ile birlikte anıldı.
Vampir filmlerinin yükselen feminist akımlara karşı muhafazakar bir tepkiyi simgelemesi ve kadın cinselliğine karşı duyulan korkuların tezahürü olarak ortaya çıkması bir yana, bir cinsel kimliği, lezbiyenliği, canavarlıkla özdeşleştirmesi altı çizilmesi gereken bir durumdur. Ana akım sinema da uzunca bir dönem lezbiyenlik vampirliğin dışında algılanmamış ve perdeye yansıtılmamıştır. (6)
Bununla birlikte lezbiyen vampir filmleri arasında aykırı örneklere de rastlamak da mümkündür. Avrupa'da, özellikle İtalya'da ve Fransa'da çekilen lezbiyen Vampir filmlerinde yukarıda açıkladığımız temel izleğe sadık olmayan örneklere rastlamak olasıdır.
La Rouge aux Levres (1970) ve La Novia Ensangretada (Kanlı Gelin, 1972) bu filmler arasında gösterilebilir. Bu filmlerde temel de diğerleri ile aynı izleğe sahip olsalar da izleyiciyi ataerkil düzenin değil, bu düzene yönelik tehdidin yanında saf tutmaya özendiren anlatı yapılarına sahiptir.(7)
İlginçtir, bu tür filmlerden biri de İstanbul'da çekilmiştir. İtalyan yönetmen Jesus Franco'nun 1970 tarihli filmi Vampyros Lesbos (Lezbiyen Vampirler) filmi İstanbul'da geçmektedir. Filmi çeken ekibin tümü İtalyan olsa da mekanlar ve birçok yan karakterin ismi Türkçe'dir. Film kısaca, İstanbul'da Simpsons & Simpsons adlı bir firmada çalışan Lisa'nın günün birinde Kont Dracula'nın varisi olan Kontes Nadine Carody ile tanışır ve onun çekiciliğine kapılır. Başından geçen bir çok trajik ve komik maceradan sonra Lisa, Kontes tarafından ısırılır ve vampirleşir. Film klasik Dracula hikayesinden uyarlanmıştır. Bununla birlikte filmin merkezinde Dracula'nın (Kontes'in) yakalanıp öldürülmesi değil, Lisa ile Kontes arasındaki ateşli aşk yer almaktadır. (8) (ÖK/BB)
(1) 1Hart, L., (1994), "The Pradox of Prohibition", Fatal Women: Lesbian Sexuality and the Mark of Aggression, Princeton University Press, Princeton, New Jersey, sf: 3
(2) Wood, R., (1997), "Amerikan Korku Filmine Devrimsel Açıdan Bir Bakış", 25. Kare, Çev: Nihal Yeğinboyalı, sayı: 19, sf: 76.
(3) 31871-1872 yıllarında üç bölüm halinde yayınlanan bu uzun öyküde vampir, kurbanlarını genç ve güzel kızlardan seçen, yine genç bir kızdır. Öykünün kahramanı olan Laura, Orat Avrupa'nın ıssız bir bölgesinde bir şatoda yaşar. Çocukluğunda bir gece yatağında esrarengiz bir kız tarafından ısırılmıştır. Yıllar sonra bir gün aynı kız şatoya konuk olarak gelir. İsmi Carmilla'dır. Carmilla Lauraya karşı onu hem utandıran hem de cezbeden garip bir tutku beslemektedir. Ancak bu tutku Laura'yı güçten düşürür. Gittikçe zayıflayan kız sonunda yatağa düşer. Bu arada Carmilla'nın yıllar önce ölen Kontes Mircalla Karnestein'in vampirleşmiş hâli olduğu anlaşılır ve göğsüne kazık saplanarak yok edilir. Özkaracalar, K., (2000), Kanlı Gelin, Geceyarısı Sineması, Sayı: 9, sf: 21.
(4) Aktaran, Topçu, G., (1998), Karanlığın Kızları: Lezbiyen Vampirler Ataerkilliği Tehdit Ediyor, 25. Kare, Sayı: 24, sf: 10.
(5) Aktaran, Topçu, G., (1998), Karanlığın Kızları: Lezbiyen Vampirler Ataerkilliği Tehdit Ediyor, 25. Kare, Sayı: 24, sf: 11.
(6) Bu dönemden sonra gerek Holywood gerekse dünya sinemasında, güçlü ve kötü kadın karakterler 'vamp' olarak adlandırılmaya başlanmış, hatta bazı kadın oyuncular bu karakterlerle özdeşleşerek, 'vamp' kadın oyuncu olarak anılagelmişlerdir. Vampirlik ve kadınlık ve kötülük arasındaki bu doğrudan ilinti lezbiyenliği içinde barındırır.
(7) Özkaracalar, K., (2000), a.g.e., sf: 18
(8) Ertan, E. (2001), İstanbul'da Lezbiyen Bir Vampir, Sinema, Sayı: 71, Sf: 94.
* Arabaşlık ve vurgular bianete aittir.