Suriçi'nde, kafeye çevrilmiş tarihi görkemli evin avlusunda her zaman oturduğu masada çayını yudumlarken karşılaşıyoruz.
Her gittiğimde gözüm arıyor ve her gördüğümde şehri sahipsiz bırakmayan varlığı huzur veriyor. Yaşadığı kente gönül veren, her bir taşın, tabletin, toprağın, sokağın, burcun, evin, mekânın, mabedin, şahsiyetin hikâyesini anlatmayı kendine görev bilip, bu kelamını kalemiyle insanlara adeta bir misyoner gibi yılmadan, bıkmadan aktararak, kentin hafızasını diri tutmaya ömrünü adamış ender insanlardan biri o.
Kente gelen, mürekkebe bir şekilde bulaşıp iflah olmayan, kalem erbabı kişilerin adres belledikleri isim, yazar Şeyhmus Diken'den söz ediyoruz. Masasına buyur ediyor. Bugün doğum günüymüş ve masasında en güzel armağan olan son eseri "Coğrafya Kederdir" adlı kitabı duruyor. İmzalayıp hediye ediyor ve söyleşi yapma isteğimi geri çevirmiyor. Çaylarımızı içerken çok merak ettiğim hem kendi hayatının hem de kitabın hikayesini başlıyor anlatmaya.
Şiirsel metinler
Öncelikle "ben şair değilim" diyerek başlıyor söze.
"Ben bihakkın şairlere haksızlık olsun istemem. O sebeple de kendime şair yakıştırmasını yapmam. Şiirden çok şiirsel metinler demeyi uygun buluyorum."
Kitabın ilk yarısını 2000-2004 yılları arasında kara kaplı Ece Ajandası'na yazdığı, ağırlığı şehrin serencamı üzerine olan şiirsel metinler oluşturuyor.
"Belki bunlar düz yazı olarak da yazılsa arka planında şiirden beslenen, şiirsel bir tat veren metinler demek mümkün. Gözünüzün önünde bir şehrin hikâyeleri, yaşam alanları, mekanları, insan ilişkileri, her bir şeyi darbeleniyor, tahrip oluyor, heba oluyor. Bu kastım kitabın ilk yarısı için. Henüz bu kadar ciddi tahribat yoktu. Çeşitli sebeplerle kente göç eden, kent kimliğiyle örtüşmemiş, dışarıdan gelip eski bir kentin ruhuyla haşır neşir olamayan ve kent kimliğinin farkında olmadan günlük, ekonomik kaygılarla yaşama tutunmaya çalışanların olduğu bir yere dönüşmüştü."
Kenti koruma bilinci
Seçilmiş ya da atanmış kent yöneticilerinin siyasal ve bürokratik kaygılarla hareket etmesinin kente fayda getirmediğine değiniyor.
"Kenti koruma bilincini seçmen kaygılarından ve diğer bütün kaygılardan soyutlamanız gerekir. O kaygılar kentin daha sonraki binlerce yıllık geleceğinden azade olmalı. Orada birileri rahatsız olacaksa eğer, siz bir kentin kendini sürdürebilmesi, yaşayabilmesi için mekanlarıyla, ruhuyla geçmişten gelen ve devam edecek olan hikâyelerini gözetmek ve korumak zorundasınız. Bu koruma maalesef yapılamıyor."
"Kentsel dönüşüm tuz biber ekti"
1990'lı yıllara kadar Türkiye'de tarihi mekanları koruma bilincinin gelişmediğini, sivil toplum hareketlerinin Türkiye gündemine girmesiyle tarihi ve kültürel miras mekânlarının kullanma, sürdürerek koruma farkındalığının oluştuğuna dikkat çekiyor.
"Mekânın tahribatına karşı çıkacaksın ama onu da günün ihtiyaçlarına göre yeniden şekillendireceksin. Bu kadar geçmiş zenginliği olan bir şehirde birçok insan günü kurtarma telaşında. Sur içinde nostalji yaşama derdine düşülünce ve biraz da para kazandırmaya başlayınca mekânlar kıymete bindi. Ben tüm bunları zaman içerisinde görüyordum. Bir şey de yapamıyordum açıkçası. Sonuçta karar verici ya da uygulayıcı alanlarda hiç olamadık. Sadece dilimiz döndüğünce fikir ve düşüncelerimizi karar mercilerine anlatmaya çalıştık ama onların düşüncelerini değiştirip dönüştürmeye kudretimiz yetmedi. Hep o popülist seçmen kaygılarıyla baktılar hayata. O yüzden de maalesef bugünlere kadar geldik. Hendek, barikat akabinde sokağa çıkma yasaklı hallerle süreduran felaketleri de yaşadık. Sonrasında da kentsel dönüşüm işin üzerine tuz biber ekti."
"Mekânın da bir hakkı vardır"
90'lı yılların ikinci yarısında kentsel politikalarda kent kültürü, kent kimliği konusunda ciddi boşluklar olduğunu gören Diken, ilgi alanına giren bu konulara ilişkin yazma sürecinde aldığı tepkileri şöyle anlatıyor.
"Şunu itiraf edeyim ki ilk kentin surundan, taşından, kayasından, toprağından, mekânlarından söz etmeye başladığımda politik kimlikleriyle öne çıkan kimi arkadaşlar, 'O kadar insan hak ihlali, sürgünler, kıyımlar varken sen surun bir taşının, mekânının derdine düşmüşsün' diyerek, amiyane tabirle 'dalga geçme' pozisyonuna girdiler. Ben de, 'çok haklısınız insan hakları temel haktır. Bunlar için haksızlığa karşı mücadele edilmesi doğrudur, ama aslında kent hakkı da doğa hakkı da bu kategoriler içerisinde değerlendirilir. Bir insanın hakkı ihlal ediliyorsa bir anlamda mekânı elden gidiyorsa o mekânın da bütün alanların da bir hakkı vardır. İhlal edilen bütün haklar için tavır konulması lazım' demiştim."
"Bina dikmek çok daha popüler bir iş olabiliyor"
Tarihi ve kültürel değerlere karşı sadece sıradan insanlar nezdinde değil, yönetsel erk nezdinde de farkındalık oluşturulamadığını vurgulayan Diken, bunun öncelik sıralamasına alınması gerektiğini söylüyor.
"Ne seçilmişler ne de atanmışlar bütün işlerini bırakıp buna endekslenme derdini kendilerinde bulmuyorlar. Bir caddenin, yolun asfaltını yapmak, bina dikmek çok daha popüler bir iş olabiliyor. 20 yıllık belediyeler dönemine baktığımızda; Cemilpaşa Konağı'nın bir kent müzesi haline gelmesi, Surp Giragos Ermeni Kilisesi'nin restore edilip yeniden kazandırılması, Ulu Camii, Ongözlü Köprü ve Malabadi'nin restorasyonu çok kıymetliydi elbette. UNESCO kenti bütünüyle tarihi kültürel miras listesine dahil etti. Bunun için de kent yöneticilerine bir rol verdi. Maalesef gereği yapılamadı. Bunun önünde birçok engel var. Maalesef o yaşanan şiddet iklimi en başında gelir ama asıl derdim şu. Seçilmiş ve atanmış yöneticilerin hiçbir zaman öncelik sıralamasında bunu başat mesele olarak görüp ajandalarına kaydetmemeleri. Böyle bakmadıkları için de biz her defasında dönüp dönüp aynı şeyleri tekrar ediyoruz."
Hendek-barikat süreci
2015 sonlarında başlayan hendek-barikat süreci ve onunla birlikte şekillenen sokağa çıkma yasaklarında tarihi mekânların korunması için epeyce ter dökmüş Diken.
"Kent kamuoyu bu sürecin bu kadar ileri boyutlar olmasa bile, bir heyulanın kentin bu mekânlarının üzerine çökeceğini fark ediyordu. Hendek de barikat da bitmeli, sokağa çıkma yasağı da kalkmalı diye çok çaba sarf ettik. Fakat maalesef silahlar, gürültü, patırtı ortaya dökülünce insanların hangi niyetle olursa olsun, iyi niyet ya da başka rant kaygısı öyle diyeyim birtakım şeylere karşı çıkması bir anlam ifade etmiyor. Çünkü siz karar verici değilsiniz.
Böyle bir felaket dönemi yaşadık. Tabii ben o dönemde hiç Suriçi'yle bağımı koparmadım. Kimi dükkanını açan esnaflar oluyordu en azından onlara bir 'merhaba' demek için kıyıdan köşeden bir delik bulup giriyordum içeri. Hâlâ burada olduğumuzu, yaşadığımızı görsünler istiyordum."
"Kedere dönüşmüş kadere bir çentik attım"
Kitabın ilk yarısındaki metinler "Taşlar Şahit" adıyla daha önce kitap olarak yayınlanmış. Udi Yervant Bostancı o kitaptan 13 şiirsel metni besteleyip bir CD'sini çıkarmış. Birkaç yıl önce de kitabın baskısı tükenmiş. Geçen yıl İzmir'de faaliyet yürüten Arketip Yayınları Diken'den dosya isteyince Diken de bu durumdan söz etmiş.
"'Taşlar Şahit' kitabının baskısının tükendiğini ama o kitaptaki şiirler kadar da yeni metinler biriktiğini söyledim. Bunları da birleştirip tek bir kitap haline getirdik. Aslında 'Taşlar Şahit' isminin devamından yanaydım. Sonra baktım İbn'i Haldun'un 'coğrafya kaderdir' mevzuu, alnımıza yazılmış bir kara leke gibi sürekli bizi bir şekilde izliyor ve her yerde karşımıza çıkıyor... Bu coğrafik kaderin tek başına yetmeyeceğini ama bizimle uzun erimli bir kedere dönüştüğünü fark ettim. Hiç eksilmiyor üzerimizden, bizi hırpalıyor, tırmalıyor, zora sokuyor. Dolayısıyla hadi dedim; bu kedere dönüşmüş kadere bir çentik atayım 'Coğrafya Kederdir' olsun."
Taşlar Şahit kitabı için emek veren Udi Yervant'ı da unutmamış Diken. Kitabın sonuna başkalarının da okuyup değerlendirmesi için Yervant'ın ilk kitap için bestelediği ve hazırladığı notaları da eklemiş. Arka kapağa da koydukları bir karekodla da bestelenen şiirlerin ve Yervant'ın sayfasına ulaşılması mümkün. Kapak tasarımı ise 1900'lü yılların ilk çeyreğindeki Diyarbakır görüntülerinden biri.
Kenti kime bırakıp gideyim
Dört yıl öğrencilik ve üç yıl memuriyet dışında Diyarbakır'la bağını hiç koparmayan Diken, başka yerde yaşamayı düşünmüyor.
"Bazen buranın dışına gitmek aklımdan geçmiyor değil ama o tip tercihler insanın yaşamını ilk kurduğu ya da şekillendirdiği döneme ait tercihler. Belli bir yaşa geldikten sonra çok zor. Hele ki kentte hikayeleriniz varsa o hikayeler sizi diri tutuyorsa, bir de eli kalem tutan biriyseniz o hikayeler sizi bir şekilde besliyor ve yazma mevzunuza katkı sunuyorsa daha da zorlaşıyor. O aşamadan sonra size zül geliyor. Bu saatten sonra başka bir şehre gidip yaşamak hakaret gibi geliyor. Nereye gideyim, kenti kime bırakıp gideyim. Burada iki dostla oturup çay içip iki kelam etmek yetiyor bana."
Tozu kaldı yadigâr
Suriçi'ndeki yıkım sırasında çocukluğunun geçtiği Hasırlı Mahallesi nam-ı diğer Gavur Mahallesi'ndeki evini görmek için Yazar Mıgırdiç Margosyan'la birlikte özel izin alarak artık yerinde olmayan mahalleye gitmişler.
"Evlerimiz yerle bir olmuş, tümsek şeklinde toprak yığınları oluşmuştu yerinde. İkimiz de dokunsalar ağlayacak gibiyiz. Konuşmadan, çıkıp yürüdük. Mahalleden çıktık. Ulu Camii civarındaki boyacıların olduğu yerde Mıgırdiç Abi, 'Boyacılar ayakkabılarımızın biraz tozunu toprağını silsinler' dedi. Dönüp bir ona bir de ayakkabılarımıza baktım dedim ki; "Abi, mekân gitti, ev gitti, sokak mahalle de gitti, her şey gitti, bırak bari ayakkabının üzerindeki tozu kalsın.' Tozu kaldı bize. Toz artık bizimle muhatap oluyor. Kitapta da o ruh haliyle yazılmış metinler var. Okur, bazıları çok duygu katılmış diye sevmeyebilir ama bu yaşa gelmiş bir yazarın kendiyle yüzleşmeleri diyerek noktayı koyalım."
(BD/AÖ)