Fotoğraf: Mahmut Serdar Alakuş / AA
Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın ilk Covid-19 vakasını duyurduğu 11 Mart 2020'nin üzerinden tam bir yıl geçti.
Tüm dünyada toplumsal yaşama darbe vuran virüs, sağlığın yanında en çok ekonomiyi etkiledi. Dünyada olduğu gibi Türkiye ekonomisi de bu virüsten derin bir şekilde etkilendi. İlk olarak dış ticaret, turizm ve iç talep kanallarında yavaşlamalar oldu. Etkiler Nisan itibarıyla derinleşerek tüm ekonomik faaliyetlere yansıdı. İlerleyen süreçte de binlerce işletme iflas etti, kapandı, yoksulluk ve işsizlik arttı. Her ne kadar iktidar bir ekonomik kriz olduğunu kabul etmese de emekçi kesim her geçen gün ağırlaşan yaşam koşulları altında eziliyor.
Koronavirüsün birinci yılında Prof. Dr. Mustafa Durmuş’la pandemi döneminde Türkiye ekonomisi üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.
"Salgın ve kötü bir ekonomi yönetimi birleşti"
Türkiye’de ilk Covid-19 virüsü vakasının açıklanmasının üzerinden (11 Mart 2020) tam bir yıl geçti. Salgın dünya ve Türkiye ekonomisini hangi boyutta ve ne şekilde etkiledi?
Öncelikle, Covid-19 salgınının tüm dünyada 1929 Büyük Depresyonu sonrasında görülen en büyük ekonomik daralmaya neden olduğunun altını çizelim. Hem arz yönlü hem de talep yönlü olarak dünya ekonomisi bu salgından etkilendi. Ülkelerin yüzde 93’ünde ciddi oranlarda ekonomik küçülme, beraberinde işsizliğin daha da artması gibi sorunlar ortaya çıktı. Yoksulluk artarken, açların sayısı da arttı. Ekonomilerin çok büyük bir kısmında kişi başı gelir kazanımları 10 yılı geriye gitti. İşin kötüsü, ortaya çıkan bu ekonomik kriz klasik maliye ve para politikaları ile üstesinden gelinemeyecek bir sistemik krize dönüşmüş durumda.
Küresel kapitalizme özellikle de son 18 yılda tam anlamda entegre olmuş Türkiye ekonomisinin de böyle bir salgından etkilenmemesi mümkün değildi. Ekonominin uluslararası sermayeye bağımlılığı anlamında kırılganlığı artarken, turizm gibi, ihracat gibi döviz getiren sektörlerinde yaşanan ciddi daralma, Türkiye ekonomisini ciddi olarak döviz krizi ya da ödemeler dengesi kriziyle karşı karşıya bıraktı. Buna bir de kötü bir salgın ve kötü bir ekonomi yönetimi eklenince durum iyice kötüleşti. Sonuçta işsizlik oranı yüzde 30,2’ye yükselirken, ülkedeki eğreti istihdam adı da verilen güvencesiz istihdam oranı inanılmaz boyutlara erişti. Öyle ki ülkede her 1000 işçiden 738’i eğreti ya da güvencesiz bir biçimde çalışıyor.
"Ülke ekonomisi çoklu krizler içinde"
Peki Covid-19 salgını olmasaydı şimdi nasıl bir durumda olurduk? Ya da ekonomideki kötüye gidişi Covid-19’a yüklemek ne kadar doğru?
Türkiye ekonomisinin sorunları Covid-19 ile başlamadı. 2019’da da, 2018’de de ekonomi ciddi bir krizdeydi. Krize ilişkin hem parasal, hem de reel göstergeler buna işaret ettiği gibi, bunu yaşamlarımızda da hissediyorduk. Döviz kurundan borç stoklarına, işsizlikten düşük istihdama, enflasyondan bütçe açıklarına kadar ülke ekonomisi çoklu krizler içindeydi. Üstelik bu krizleri tetikleyen, Partili Cumhurbaşkanlığı sisteminin getirdiği bir politik kriz, hız kesmeden yürütülen savaş politikaları ve ekolojik tahribatla sonuçlanan iklim yıkımı söz konusuydu.
Son 4 yılda, örneğin, ekonomi sadece 2017’de hormonlu bir biçimde, yani artan cari açık ve adeta patlama yapan Kredi Garanti Fonu kredileri aracılığıyla yüzde 7,5 oranında büyütüldü. Ardından resmi verilere göre, bu oran 2018’de bu yüzde 3’e ve 2019’da da binde 9’a kadar düştü. Yani Covid-19 salgını öncesinde hızla aşağıya doğru bir gidiş vardı. Covid-19 salgını sadece bu süreci hızlandırdı, daha da kötüleştirdi. Bu yüzden de ekonomideki olup bitenden bütünüyle salgını sorumlu tutmak yanlış olur.
İşin gerçeği ülke 2013’ten bu yana tam bir kriz sarmalı içinde. Kürt sorunun çözümüne yönelik çatışmasızlık müzakerelerinden vazgeçilmesi, sürecin özellikle de 2015’ten itibaren tam bir savaş konsepti altında yürütülmesi, ardından gelen 15 Temmuz Başarısız Darbe Girişimi ve beraberindeki OHAL uygulamaları da, güven duygusunu yıpratarak ekonomiyi yukarıdan aşağıya krize sokan çok önemli dinamikler oldu. Yani krizin sorumlusu ne sadece Covid-19 salgını ne de ekonomide olup bitenler. Bu sorumlular arasına yürütülen kutuplaştırıcı, ayrıştırıcı siyaset biçimini, otoriterleşmeyi ve savaş politikalarını da katmamız gerekiyor.
"Ekonomik büyüme bir yanılsamadan ibaret"
Mart başında açıklanan veriler, Türkiye ekonomisinin Covid-19 salgını koşullarında 2020’de yüzde 1,8 oranında büyüdüğünü ama aynı zamanda kişi başına düşen milli gelirin 9 bin 127 dolardan 8 bin 599 dolara gerilediğini gösteriyor. Devletin bize açıkladığı veriler birer illüzyon mu?
Aslında bu süreçte kişi başı gelir 2008 krizinin etkilerini taşıyan 2009’daki 9,039 doların dahi altına düştü. Dahası kişi başı gelir 2013’te 12,519 dolardı. Yani, eşit dağılmasa da, kişi başı gelir ölçütü ile açıklanan ortalama insanımızın yaşam standardı 2013’ten bu yana istikrarlı bir biçimde azaldı ve geçen yıl dip yaptı. Bundan daha kötüsü sadece 2006’da yaşanmış ve kişi başı gelir o yıl 7,906 dolarda kalmıştı.
Burada iki yanılsama söz konusu. Biri sözü edilen gelir her ne kadar “kişi başına düşen gelir” olarak açıklansa da bunun kişi başına düşmediği gerçeği. Zira milli gelir eşit dağıtılmıyor. Örneğin ortalama 8,599 dolardan söz ediliyor. Ama bazılarının başına yılda 80 dolar, diğer bazılarının başına ise 80 bin dolar düşüyor. Keza bu bölgelere göre de çok farklılaşıyor. Örnek olarak İstanbul’da kişi başı gelir ile Hakkâri ya da Ağrı’daki kişi başı gelir arasında en az iki kat fark söz konusu.
İkincisi döviz kuru yükseldiği için TL olarak ortalama 60 bin TL olarak hesaplanan kişi başı gelir 8,599 dolar olabiliyor. Kurun yükselişi ise TL’nin satın alma gücünün düşmesi anlamına geliyor. Böyle ele alındığında ekonominiz büyüse de, eşitsiz bölüşümün yanı sıra döviz kuru da yükseliyorsa, siz daha da fakirleşiyorsunuz demektir.
Ayrıca her ne kadar yüzde 1,8’lik bir büyüme önemli sayılamayacak bir büyüme olsa da, ekonomi bu süreçte yüzde 8 büyümüş olsaydı dahi sıradan, halktan insanımızın refahı artmayacaktı. Bunun bir nedeni bu nemanın eşit dağıtılmaması. Diğeri yüksek enflasyon, hayat pahalılığı. Bir diğeri ise yüksek işsizlik. Bu anlamda yüksek ekonomik büyümenin yüksek refah sağlaması bir yanılsamadan ibaret.
Kaldı ki bunun bir diğer bedeli ekolojik tahribattır. Bu yüzden de bizim ekonominin, insanların, halkın, emekçilerin iyi olma halini gösterecek yeni göstergelere ihtiyacımız var. Mevcut ekonomik büyüme kavramı sadece her türlü kirin, pisliğin altına süpürüldüğü bir halı işlevi görüyor, o kadar.
"TÜİK'in verileri son derece tartışmalı"
Büyüme oranlarındaki benzer bir durumu enflasyon ve işsizlik verilerinde de görüyoruz. TÜİK işsizliğin düştüğünü ya da stabil kaldığını açıklıyor her ay. Ama bununla birlikte istihdamın geçen seneye oranla 1.1 milyon kişi azaldığını da biliyoruz. İstihdam azalırken ekonominin büyümesi nasıl açıklanabilir?
Ekonomi büyürken, işsizliğin stabil kalması, buna karşılık istihdamın azalması açıklanma gerektiren bir durum. Ama bunu açıklayabilecek bir teori mevcut değil. İstihdam artmadan ekonomi büyüyorsa bunun bir tek izahı vardır, emek gücü verimliliğinin çok ciddi düzeyde artması. Bu ise daha çok teknolojik gelişme ile ilgili bir şey. Ülkenin teknolojik gelişme karşısındaki durumu çok açık. Bu yüzden ekonomi büyüyorsa bu istihdam artışı ile olmak durumunda. İstihdam artmıyorsa sizin ekonomik büyüme hesaplarınızda bir yanlışlık var demektir. TÜİK’in bu konudaki verileri son derece tartışmalı kısaca.
Kaldı ki birkaç gün önce TÜİK yeni işsizlik verilerini açıkladı. Nihayet biraz gerçeğe doğru yaklaştı. Çünkü adını “atıl işgücü” olarak koysa da, yıllardır DİSK gibi emek örgütlerinin kullandığı bir “geniş işsizlik” tanımıyla Ocak ayında işsizlik oranının yüzde 30,2 olduğunu açıklamak durumunda kaldı.
"Türkiye en eşitsiz gelir dağılımına sahip üçüncü ülke"
Dünyanın en zenginlerinin servetlerine servet kattığını okuyoruz her gün gazetelerde. Türkiye’nin zenginleri için de geçerli mi bu durum?
Kapitalizm eşitsizliklere dayalı bir düzen. Eşitsizlikler; emek - sermaye, farklı etnisiteler, kimlikler, toplumsal cinsiyet eşitsizlikleri biçiminde kendini gösteriyor. Kendini en çok dışa vuran biçimi de gelir ve servet eşitsizlikleri. Bu dünyada da, kapitalizmin en gelişkin örneği olan ABD’de, Çin’de de, Türkiye’de de böyle. Üstelik bu eşitsizlikler kendini sürekli olarak büyütüyor. Salgın sırasında dahi dünyanın en zengin 500 dolar milyarderinin servetlerini yüzde 5 oranında artırması bunun bir kanıtı.
Türkiye’ye gelince ülke, OECD ülkeleri arasında en eşitsiz gelir dağılımına sahip üçüncü ülke konumunda, yoksulluk açısından da en yoksul ülkelerin başında geliyor. Salgın ise bu eşitsizlikleri daha da artırdı. Öyle ki salgın sonrasında yapılan bir akademik çalışmada; iki değişik senaryo altında Covid-19’un etkileri tahmin ediliyor. Milli gelirden yüzde 6,5 oranında pay alan en alttaki (en yoksul) yüzde 20’lik grubun gelir kaybı her iki senaryoya göre yüzde -13,8’i buluyor.
Buna karşılık milli gelirden yüzde 47,5 pay alan en üstteki (en zengin) yüzde 20’nin payı ilk senaryoya göre yüzde 1,1 ve ikincisine göre yüzde 1,5 artıyor. Bunun sonucunda da en üst yüzde 20 ile en alt yüzde 20 arasındaki gelir farkı (her iki senaryo altında da) 7,3 kattan 8,6 kata çıkıyor (yüzde 17,8’lik bir artış). Böylece Gini Katsayısı her iki senaryo altında da 0.40’tan 0.42’ye yükseliyor.
Servet eşitsizlikler ise çok daha fazla. Credit Suisse adlı bir uluslararası kurum her yıl dünyadaki servet dağılımını gösteren bir araştırma raporu yayınlıyor. Kurumun salgın öncesini içeren 2019 raporunda, aynı yıl itibarıyla Türkiye’deki servetin büyüklüğü ve bunun dağılımına ilişkin çarpıcı veriler yer alıyor. Bu rapordan da görülebileceği gibi, yetişkin nüfusun en zengin yüzde 1’i toplam finansal servetin yüzde 42,5’ine; en zengin yüzde 5’i yüzde 60,6’sına ve en zengin yüzde 10’u yüzde 70,3’üne sahip.
Bunun sonucunda ülkede şöyle bir tablo ile karşılaşıyoruz: Ülkede 1-5 milyon dolarlık serveti olan 80 bin 944 zengin, 5-10 milyon dolarlık serveti olan 7 bin 453 zengin, 10-50 milyon dolarlık serveti olan 4 bin 779 zengin, 50-100 milyon dolarlık serveti olan 440 zengin, 100-500 milyon dolarlık serveti olan 282 süper zengin ve 500 milyon dolar ve üzerinde serveti olan 45 ultra süper zengin var.
"Emeğin payı azaldı, sermayenin payı arttı"
Peki halk ve işçiler. Zenginlerin daha zengin olduğu, devletin ekonominin büyüdüğünü açıkladığı bir dönemde artan para arzından halkın payına düşen ne?
Buna ait verileri TÜİK’in son GSYH büyümesine ait bülteninden görebilmek mümkün. Buna göre; işçilerin ücret biçiminde milli gelirden aldıkları pay 2019’da yüzde 34,8 iken, bu pay 2020’de yüzde 33’e geriledi. Buna karşılık kârların payı yüzde 47,5’ten yüzde 49,4’e yükseldi. Kısaca ekonomi büyürken emeğin payı azaldı, sermayenin payı arttı.
Böylesi bir kriz sürecinde devletin yaptığı doğru ve yanlışlar neler?
Daha önce de vurgulandığı gibi, siyasal iktidar ne salgını, ne de ekonomik krizi doğru yönetebildi. Öyle ki sürü bağışıklığı stratejisi altında erken normalleşme ikinci kez uygulanıyor. Bu piyasaları memnun etmek, boşalan Hazine’ye daha fazla yüklenmemek için yapılıyor belki ama toplum sağlığını tehlikeye atıyor.
Bu arada ekonomiye verilen doğrudan desteğin de milli gelirin sadece yüzde 1’i civarında olduğunu (52,6 milyar TL) biliyoruz. Yani G-20 ülkelerinde ortalama yüzde 6-9 olan bu oran bizde son derece düşük. Bu da ekonominin toparlanmasına yetmiyor. Üstelik bu desteğin yüzde 80’inden fazlası işçilerden kesilen fonlardan oluşan İşsizlik Sigortası Fonu’ndan veriliyor. Yani hem yetersiz bir destek, hem de adaletsiz olarak dağıtılan bir destekten söz ediyoruz. Bu şekilde ekonominin toparlanabilmesi çok güç görünüyor.
Son olarak Türkiye bu ekonomik krizden ne yaparsa çıkar?
Söyleşinin başlarında da söylediğimiz gibi, her ne kadar ekonomik kriz salgın ile derinleşmiş olsa da, ülkedeki kriz salgın öncesinden vardı. Bu kriz 2013’ten bu yana gelen bir politik, jeopolitik ve ekonomik yıkım sürecinin bir sonucu. Bu faktörler ortadan kalkmadan ekonominin krizden çıkabilmesi mümkün değil.
Kaldı ki kapitalist sistemde, ekonomi krizden çıksa da onun tekrar krize girmesini önleyecek bir mekanizma da mevcut değil. Öyle olsaydı 2001, 2008 ve nihayet 2018 ve 2020 krizleri ortaya çıkmazdı. Yani ekonomik krizler kapitalist sisteme içkin krizler. Özcesi sistem değişmeden kriz riski ortadan kalkmayacak.
Mustafa Durmuş hakkındaAkademisyen, yazar. 1981'de Ankara İktisadi ve Ticari Bilimler Akademisine Bağlı Bankacılık ve Sigortacılık ve Yüksek Okulunda Asistan olarak göreve başladı. Aynı yıl Akademiye bağlı Maliye Fakültesinde Doktora Programına kabul edilerek bu programdan mezun oldu. 1989'de Gazi Üniversitesine bağlı Sosyal Bilimler Enstitüsünde "İhracata Yönelik Sanayileşme ve Güney Kore Modeli" isimli tezini savunarak Maliye Doktoru unvanını aldı. 1981-1991 arasında İngiltere'de York Üniversitesinde İktisat ve İlgili Bilimler Bölümünde Araştırmacı Misafir Öğretim Görevlisi olarak bulundu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde ve Gazi Üniversitesi İktisadi Ve İdari Bilimler Fakültesi'nde dersler verdi. Akademik yaşamının dışında kalan süre içinde ise yurt içi ve yurt dışında özel sektörde üst düzey yönetici olarak çalıştı ve dış ticaret, turizm, uluslararası nakliye ve uluslararası proje finansmanı gibi alanlarda profesyonel danışmanlık hizmeti verdi. |
(HA)