Hatta Türkiye'nin tanınmış ve en yaşlı "Türkçü" tarihçilerinden biri, bana bir keresinde "Arnavutların Sami'yi elimizden almalarına izin vermemeliyiz!" demiştir.
Bu tepkinin psikolojik çözümlemesi beni aşar...
Ancak, Şemsettin Sami'nin ya da Arnavutluk'ta ve genelde Batıda bilinen adıyla "Sami Fraşeri"nin Arnavut mu yoksa Türk mü olduğu tartışması, ölümünün 100. yıldönümü olan 2004 yılında değişik akademik çevrelerde sürdürülecektir.
Bana kalırsa, mesele sadece bir mitin yeniden sorgulanması değil, bu tartışmalarda hakim olan "bireyin ancak tek bir etnik kimliği olabilir!" şeklindeki sakat anlayıştır, ama bunu tartışmanın yeri burası değildir.
Sabiha Gökçen mitosu ve umut verici tartışma ortamı
Nitekim bu yazının konusu, Türkiye'de neredeyse tüm köşe yazarlarının (Sabiha Gökçen'in "aslen" Ermeni mi, yoksa Türk mü olduğu sorusu bağlamında) son günlerde fikir beyan ettiği "Türklük'ten ne anlaşılması gerektiği" tartışmasıdır.
Bu tartışmada bugüne kadarki saflaşmaları gözden geçirtecek yeni saflaşmalar oluşması ve (bazen seviye oldukça düşse ve genelde bir "magazinleştirme" eğilimi mevcut olsa bile) bu konuda (bazıları özgün) düşünceler öne sürülmesi, Türkiye'de adeta bir tabu olarak kabul edilen konuların tartışılmasının ne kadar yararlı olduğunu göstermektedir.
Sevindirici olan, "bir dahaki emre kadar bu konuyu tartışmak yasaklanmıştır!" türünden askeri emirler ve düşünce zaptiyesi bazı köşe yazarlarının "vatana ihanettir!" türünden tehditlerine rağmen, giderek daha çok insanın katıldığı oldukça canlı bir tartışmanın yaşanıyor olmasıdır.
Dileğim, buradan yola çıkarak, genelde kolektif hafızamızdaki imajların ve daha genelde tarihi nasıl algıladığımız meselesinin tartışılması ve bu konudaki tüm sansür mekanizmalarının giderek saf dışı kalmasıdır.
Ancak benim bu yazıyı kaleme almamın asıl nedeni, bir tarihçi olarak Sabiha Gökçen'in etnik kimliği tartışmalarına katılmak değil, bu konuda dikkatimi çeken önemli bir olguyu dile getirme isteğidir.
Bir özeleştiri: Tarihçiler ve sosyal bilimciler nerde(ydi)?
Oluşumunu büyük oranda tarihçilere borçlu olan bu mitleştirilmiş imajla ilgili mevcut tartışmada, tarihçiler ve hatta genelde Türkiye'deki "akedemiya" ortalıkta görünmemektedir!
Mevcut popüler ve medyatik tartışma düzleminden bağımsız olarak ve ondan çok daha önce kendine ait düzlemlerde çoktan başlaması gereken "bu modern mitlerin yapı-çözüm süreci" henüz başlamamış olduğu gibi, konuyla ilgili herkesin fikir beyan ettiği bir dönemde bile bu konuda sessiz kalınması düşündürücüdür.
Elbette tozun toprağa karıştığı böyle bir günde bu tartışmaya dahil olmak zordur, ama bu konuda hazırlıksız olunmasının ve akdemi dışında insanların bu konuda bir şeyler öğrenmek istediklerinde başvurabilecekleri alternatif kaynaklar yaratılmamış olmasının sorumluluğu yine bize aittir.
Hafifletici unsur
Bu sorumluluğu akademisyenlerin üstüne atıp, onları bu sorumluluğun gereğini yerine getirmemekle suçlamak kolaydır. Ancak "tabu konular"da Türkiye'de araştırma ve/ya yayın yapmanın ve hele bazı mitleri sorgulamanın bedelinin ağır olabileceğini, ilk anda akla gelen İsmail Beşikçi, Fikret Başkaya ve Taner Akçam örneklerinden bildiğimiz gibi; birer akademisyen olarak farklı olmanın ya da faklı düşünmenin nelere mal olacağını çevremizdeki sayısız örneklerden de bilmekteyiz.
Eğer "onurlu akademisyen olmak, içeri girmeyi ve bazı çevrelerin linç kampanyasına maruz kalmayı göze almaktır!" diye düşünüyorsak, biz zaten Türkiye'de (en azından "normal") bir akademik tartışma ortamının olmadığını kabul ediyoruz demektir.
Ayrıca, tarih(imiz)le ilgili mevcut algılamaları akademisyenlerin sorgulamalarını engelleyen "oto-sansür" ve "seçici algı" gibi zihniyetle ilgili sorunlar ve hatta bazılarının bu konuda yasakçı tavır sergilemesine neden olan "ideolojik yasakçılık" da hesaba katılınca, aslında böyle seviyeli akademik tartışmaların Türkiye'de yapılıp yapılamayacağı iyice tartışma konusu olur.
Buradan yola çıkarak, "kader utansın!" ya da "susmak meşrudur!" demek istemiyorum - sadece bir durum tespitidir benimki. Bu olumsuz durumu aşmak için mücadele etmek hepimizin görevi olabilir, ama Türkiye'de böyle sayısız "hassas" konuda farklı yaklaşımların sergilenebileceği seviyeli tartışma ortamı olmaması ve mesleki ilişkiler ve cezai işlemler bağlamında yasal çerçevenin de buna uygun olmaması, bu konularda bu güne kadar sessiz kalanların sessizliklerinin anlamlı nedenleridir.
Elbette bu konuda bugüne kadar sessiz kalmayanlar ve bunun bedelini (devlete, işverenlerine, "dostlar"ına, medyaya, örgütlerine, "linççi kamuoyu"na vs.) ödemeyi göze alarak öne çıkanlar olmuştur ve onlar kendilerini "onurlu akademisyen" olarak adlandırmanın tadını sonuna kadar çıkarabilirler.
Ancak asıl sorun, farklı olmak ve farklı düşünceleri dile getirmek için böyle kahramanca tavırların zorunlu olmasıdır ve buna ihtiyaç duyuran ortam (söylem/ paradigma/ düzen/ sistem) değişmedikçe sorun çözülmüş sayılmayacaktır.
Mitlerimizi sorgulama kampanyasına çağrı
Avrupa Birliği üyeliği umudunun yarattığı heyecana güvenerek ve bundan sonra bu ortamın oluşabileceği umuduyla, Tarih Vakfı'na ve üniversitelere bu konuda çağrıda bulunmak istiyorum: Gelin geçmişi, Avrupa ülkelerinde bugüne kadar kolektif hafızadaki imajların sorgulanması örneklerini de inceleyerek, magazinleştirilmekten uzak akademik ortamlarda ve tüm yasaklamalardan bağımsız bir şekilde tartışma kampanyası başlatalım...
Üstelik, mevcut cevaplar yerine yeni cevaplar bulmak, mevcut mitler yerine yeni mitler yaratmak için değil; öncelikle, herhangi bir cevabı veya miti savunmak yerine, bunları araştırmanın ve tartışmanın kendisi bizim işimiz olduğu için...
Herkesin gerçeği bir başkasının miti olabileceğinden ve başkalarının mitlerini tartışma konusunda insanlar çok hevesli olduğundan, kendi mitlerini düşünmeden hemen bu önerimi kabul edenler çıkabilir. Ancak tek koşul, cevaplar ve mitler arasında ayrım olmamasıdır!
Yani, resmi tarihçilerin yakın tarihle ilgili tüm mitlerinden, Türkiye'de yaygın olan "dinsel homojenlik" mitine; atı ilk evcilleştirenlerin Kürtler olduğu mitinden, Alevilerde kadın-erkek eşitliği mitine kadar tüm modern mitlerin tartışıldığı, bu konuda dile getirilecek her düşüncenin bir zenginlik olarak görüldüğü ve düşüncelerin sadece "doğru" olup olmadığıyla değil, bazı akademik kriterlere uyup uymadıklarıyla da değerlendirildiği, "tarihe bakışımızı yeniden değerlendirme kampanyası"...
Bir öneri
Nihayet, spesifik olarak Sabiha Gökçen tartışmalarına katkı bağlamında, İstanbul'da bir havaalanına adı verilecek kadar yüceltilen "Gökçen imajı"nın gerçekten her yönüyle tartışılması için, Gökçen'in "aslen ne olduğu" (!) kadar, her fırsatta övülen "savaş pilotluğu"nu nerede hayata geçirdiğinin ve hangi "düşman"la savaştığının da tartışılmasını öneriyorum. Yani Gökçen imajının en önemli parçası olan "ilk kadın savaşçı pilot" imajı da tüm yönleriyle tartışılmalıdır.
Çünkü insanların "aslen" ne oldukları tartışması, gerçekten şaşırtıcı sonuçlara gebedir: Bakarsınız "aslen" küçük Sabiha'nın, Zazaca konuşan Dersim'in Alevi yetimlerinden olduğu ve bugün bile birçoklarının gururla dile getirdiği "amazon"laşma sürecini tamamladıktan sonra, "modern Türk kadını" olarak 1935'ten itibaren binmeye başladığı savaş uçağıyla, 1937'de kendi şehrinin "vahşi" insanlarının üstüne bombalar yağdırdığı ortaya çıkıverir...
Gökçen imajını inşa edenlerde ve buna sahip çıkanlardaki bu "yaralı bilinç" ve söylemlerindeki bu sembolizm, yapı-çözümcülere ve şimdilerde pek rağbet gören "imajologlar"a zaten çok iyi malzeme oluşturuyor, ama eğer Gökçen'in "aslen" Dersimli olduğu ortaya çıkarılırsa, işte o zaman medyamıza dört başı mamur bir magazin hikayesi ve hatta belki de Hollywood'a bir film konusu çıkar...
Araştırılmasında fayda var! (BB/NM)
* Bülent Bilmez, Yard. Doç., Dr., Yeditepe Üniversitesi