"Küçük Asya Rum dünyasını" araştıran Voyacoğlu, bu öykülerle birlikte Alanya'yı, coğrafi özelliklerini, evlerini, günlük yaşamı, eğlence, giyim ve süslenme kültürünü, dini ve kültürel yaşamını da inceliyor...
"İnsanların yarattıkları büyük işlerden bahsedeceğim"
"Bir kent biyografisi" niteliğindeki kitabının girişinde Voyacoğlu, kitabını ve çalışmalarını şöyle özetliyor:
"Aynı özden gelme, bölünmez Baba, Oğul ve Kutsal Ruh adına ben Pisidya'nın Sparta'sından gelme Vasos İlia Voyacoğlu, Tanrı dünya üzerindeki ışığı görmeme izin verdiği günden beri Küçük Asya'nın Alanya'sı ve Alanyalılar hakkında gördüklerimi ve duyduklarımı anlatacağım...
Köklerimizin nereden geldiğini ve bu küçük halkın gelenekleri ve görenekleriyle yüzyıllardır nasıl yaşadığını ve fikirlerini nasıl berrak bir biçimde koruduğunu, alınyazısına bir annenin bebeğine sarıldığı gibi sıkı sıkıya bağlı olduğunu ve kaderinin ona çizdiği yolu sevgiyle, sabırla özenle, umutla izlediğini anlatacağım..."
Lacivert Akdeniz'in karşısında, portakal kokulu şehir
Ve sonra, sıra Alanya'nın öyküsüne geliyor; milattan önce 7. yüzyılda başlayan bu öykü, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunun ilk yıllarında sona eriyor...
"Orada, Pamfilya'nın o ezeli ve kutlu topraklarında, o dingin kıyılarda, görkemli Torosların güney yamaçlarının altındaki kıyıların sırtlarına tırmanan düzgün sokakları, kendi halindeki evleri ve sessiz kiliseleriyle, Cebel Reis Dağlarının batısındaki tepelerden aşağı iner ve denizin koyu gölgeli sularına kavuşurdu bizim küçük şehrimiz Alanya. Limon, kavun ve portakal ağaçlarının dokuduğu, iç içe geçmiş tarifsiz kokularla sarhoş ederdi bizi. O lacivert Akdeniz'in tam karşısına kurulmuştu şehrimiz, küçük bir yarımadanın üstünde, ağaçlara gömülüydü....
... Alanya'nın alınyazısı, hesap edilemeyecek kadar uzun bir süre boyunca Anadolu'nun korsanları, eşkıyaları ve yağmacıları; Roma'nın zırhlı lejyonları; dağınık Frenk toplulukları; milyonlarca Pers; Osmanlı ve Selçukluların düzensiz orduları ile Hunların, Gotların ve Arapların askeri birlikleri arasında ilerledi ve neredeyse günümüze kadar aynı sakin ve el değmemiş, aynı Helen ve sevglii Alanya olarak geldi...
Ve işte Alanyalılar, 1922 yılında sürüldükleri o kara güne kadar burada yaşadılar. O zamanlar toplam 350 aile ya vardı ya yoktu. 1700-1800 Hıristiyan, 12 bin Türk ve az sayıda Ermeni vardı. Birbirleriyle kardeşçe yaşıyorlardı ve her iki soyun yani Türklerle Rumların arasında hiç kötü şey olmazdı. Hem Türkler hem de Rumlar, Tanrı'nın kendilerine verdiği alınyazısına göre yaşıyorlardı, ta ki o lanetli zamanlar gelene kadar. Ordularımız birbirlerini vahşice katlettiler ve daha haberimiz olmadan bizi ezelden beri yaşadığımız ana yurdumuzdan, bu kutsal topraklardan sonsuza dek ayırdılar. Ve işte her şey böyle bitti ve hepsi buydu..."
Alanya'da yaşam
Kitap, bu başlangıç ve bitiş arasında, mahalleleri, Rumların ve Müslümanların yaşamlarını, kiliseleri, merdivenleri ve limanı, hamamları, sarayları ve çeşmeleri ile "sarnıçlar şehri" Alanya'yı yeniden canlandırıyor.
Balıkçıları, ayakkabıcıları, terzileri, demircileri, fırıncıları, nalbantları, kalaycıları ve berberleri ile yaşayan bir Alanya çıkıyor karşımıza.
Ve sonra, sıra Alanya'nın evlerine geliyor... Voyacoğlu, Alanya'daki evlerin mimarisini anlatırken, Alanya'da bir evde günlük yaşama dair ipuçlarını da veriyor...
Yalnızlıklar, eğlenceler, hüzünler...
Yemekler, tatlılar, düğünler, eğlenceler, doğumlar, ölümler, giyim, kuşam ve süslenme alışkanlıkları, kiliseler, evlerin bir köşesine kurulmuş ikonalar, bayramlarda ve arife günlerinde okunan Rumca ve Türkçe dualar, eğlenceler Alanyalıları tanımamıza yardımcı oluyor ve bu tanışıklık sırasında, onların yalnızlıklarına da tanıklık ediyoruz:
"Akşamları evlerde sık sık bir araya gelir ve bu saatler bizim ulusal yalnızlığımızdan bir kaçış olurdu. Ailelerimiz içinde gizli bir mutluluk vardı, öyle konuşur, küçük, basit, gündelik işlerimizi öyle anlatır, geleceğimizi öyle düşlerdik ki, bu her zaman karanlıktaydı. Ya kışın ocağın önünde ya da yazın avlularda yine öyle sigara ya da nargile içerek hatırlardık gelip geçen şeyleri...
Arkadaşlarla uzo içer, birbirimize eğlenceli hikayeler anlatır, şakalar yapardık. Evde her zaman meze bulunurdu. Bazen bir ud bulunurdu, içimizden biri nostaljik bir şarkı ve ağır bir yol çalsın diye. Biz de düşüncelerimizi bir kenara iterek gevşer, kendi Doğu masalımıza şarkılar söyleyerekten kaybolur giderdik..."
Son günler
Alanya'daki yaşam döngüsünü, gelenekleri; kutsal günleri ve bayramları anlatırken, "O kadar az şey isterdik ki, acıya, umutsuzluğa yer yoktu" diyen Voyacoğlu'nun kitabı, Kurtuluş Savaşı yılları ve mübadele ile son buluyor... Alanya'da kapanan bir dönemle birlikte...
Voyacoğlu, mübadele ile sonuçlanan dönemi, "Son günler" başlığıyla anlatıyor:
"Bu kutsal topraklar, sanki hiçbir zaman sona ermeyecek bir masal gibiydi. İşte Varvara teyzem böyle söylerdi ve ben de nedenini anlamazdım. O ise bana, abartılardan ve gözyaşlarından oluşan bir ırmak içinde, ne varsa her şeyi anlatmak için mücadele ederdi. Acılar ilk sözcükle başlayan ve hiç bitmez, dipsiz bir uçurumu andırırdı...
O güne sık sık lanet okunurdu. Yunan ordusunun İzmir'e ayak bastığı güne... 1919'un Mayıs'ında Aydın düştü ve Varvara teyzemin anlattığına göre, o zamanlar gizliden gizliye sevinmiştik, bizi nelerin beklediğini nereden bilebilirdik ki...
Varvara teyzem, Alanyalı Türklerin yüzlerindeki acıyı anımsıyordu. Yüzyıllardır birlikte yaşıyorlardı ve birbirleriyle dosttular. İşler düzelene kadar bu konu hiç konuşulmadı ve gizli tutuldu. 1920'lerde zor günler geçirildi. 9 Eylül'de de karar çıktı. Biz Hıristiyanlar evlerimizde kalacaktık. Hava yeni kararmıştı. Sabah olduğunda ise, işler tamamen tersine döndü. Türklerle aramıza karlar yağdı. Türk arkadaşlarımız bize yolda selam vermez oldu ve akşam vakti geldiğinde sanki üstümüze gizli ve aşılmaz bir korku çökmüştü.
Ve sonra sürgün geldi. Türkler Hıristiyan erkeklerini topladılar. Önce 16 kişiydiler, sonra 60 oldular ve sonra çok daha fazla. Onları ülkenin diğer ucuna Malatya'ya, Kars'a, Küçük Ermenistan'a sürgün ettiler. 1921'in Mayıs'ıydı, ayın 14'ü sanıyorum. Kadınlar Alanya'da tek başlarına kaldılar. Yanlarında sadece çocuklar ve yaşlı hastalar vardı. Bizi daha nelerin beklediğini bilmiyorduk, paramız azalmaya başlamıştı. Ayrıca Hıristiyanların işleri durmuş ve Türkler de bize yolda dönüp bakmaz olmuşlardı...
...Aradan biraz zaman geçince bu olan bitenleri iyice görebildik. Alanya'yı bir daha hiç dönmemek üzere terk edeceğimiz zamanlar uzak değildi.
Büyük gün gecikmedi. Varvara teyzemin anlattığına göre, 1922 yılının 8 Ekim'iydi. Emir gelmişti. Biz Türkiye'den gidecektik... Trajik bir gündü, kalbimizde küçük ve yalancı bir umut sızlandığı sürece nasıl hazmedebilirdik böyle bir şeyi? ... Atalarımızın binlerce yıldır kutsadığı bu topraklar bizimdi. Korakesion atalarımızındı. Burası binlerce yıldan beri babalarımızın şanlı Alanya'sıydı. Bizim yaşamımızı bırakın, babalarımızın kemikleri ve daha ne söyleyeyim ki, evlerimiz, bahçelerimiz, hayvanlarımız, kiliselerimiz, mezarlarımız...
Kim anlatsın o ağlamaları, bitmez tükenmez acıları... Ayrıca, o kadar kısa süre içinde nasıl gidebilirdik ki? Üçlü yönetimin yani Talat, Enver ve Cemal'in emri 9 gün diyordu. 9 güne ne sığdırabilirdik ki? Sadece bir miktar elbise ve ikonalarımız, adam başı topu topu 9 kiloydu, sonsuza dek arkamızda bıraktığımız hayata son bir kere baktık, Teyfik Azakoğlu dedikleri, Alanyalı gemici bir Türk'ün üstünü örten bu topraklar mübarek olsun. Ve Azakoğlu'nun Rumlara kiraladığı teknelerle Yunanistan'a geldik.
Azakoğlu çok zengindi. Ayrıca Rumları sever ve bunu da hiç saklamazdı. Kim bilir onun soyu opu neredendi? Kalbi herkese açıktı ve bize çok yardım etti... İdarecilerden bizim için ek gün aldı ve yanımızda kalıp gemilere güvenli bir biçimde binmemizi sağladı. Alanyalılar yaşadıkları yerlerden çeşitli yerlere dağıldılar, kimisi oraya, kimisi buraya... Çoğu Kıbrıs'a gitti, çünkü Kıbrıs yanı başımızdı, uçsuz bucaksız uzanan ki toprak. Diğerleri de Yunanistan'a geldi, Rodos'a, Speçes'e, Pire'ye...
Ve olaylar işte böyle gelişti. Burada bizim için yeni ve büyük bir serüven başladı. İnsanlar bize burada kötü gözle bakar, küfreder, dalga geçerlerdi. Bize "Türk tohumu", "yoğurtla vaftiz olmuş" derlerdi ve biz de bu söylenenleri tam olarak anlamazdık, çünkü dili bilmiyorduk.
Ve burada kaldık. Ispartalı, İzmirli Pontoslu kardeşlerimiz ve Antalya'dan, Konya'dan, Kayseri'den gelen diğerleri ile birlikte kök saldık... Biz Alanyalılar Yunancayı yani dilimizi burada baştan öğrendik. İşlerimizi yeniden kurduk. Çocuklarımız oldu, okullara gittiler...(BB/NK)
* Aktav Yayımcılık tarafından Alanya'da basılan kitap aynı zamanda 1995 yılında Atina'da Filipotti Yayınevi tarafından da yayınlandı.
* Kitabı 0242 513 49 00 numaralı telefondan edinebilirsiniz.