Evinin önünden gözaltına alınan, cesedi işkence edilmiş halde bulunan Halil Alpsoy'un eşi Fikriye Alpsoy, 16 yıl sonra "faili malum" olayı gözyaşları içinde anlattı. Alpsoy'un "Dava açmayı, devletin başka kurumlarından yardım almaya çalıştınız mı" sorusuna yanıtı şöyle oldu: "Her yerde her zaman devletin kapısı çıktı önüme, kime dava açacaktım ki, devlete mi. Zaten devlet öldürdü bizi. Bir de bize kapı mı açacaktı."
Alpsoy'la emekli Koramiral Atilla Kıyat'ın sözleri üzerine kayıp yakınlarının suç duyurusundan sonra konuştuk.
1994 yılıydı. Bir tanıdığımızın çocuğu askere gidecekti. Oradan dönüyorduk. Döndüğümüzde evin önünde beyaz bir Şahin bizi bekliyordu. Arabadan inen üç kişi, silahlarını gösterip eşimi arabaya bindirdiler. Halil de "Benim ne suçum var, beni nereye götürüyorsunuz" dedi. Kucağımda 40 günlük bebeğim vardı. "Halil'i nereye götürüyorsunuz" diye bağırdım. Bana "Karakola kadar götürüyoruz, sonra gelir" dediler. Halil de o sırada herhalde beni ve çocukları da öldüreceklerinden korktu diye "Korkma hanım gidip geleceğim" dedi.
Gece olunca karakolu aradım, telefona çıkan kişiye Halil'i sordum. Bana "Biz öyle birini almadık" dedi. Öyle deyince duramadım, oğlumu yanıma alıp karakola gittim. Karakolun önünde "Ne işin var, defol git buradan" diyerek beni kovdular. Ben de "Önce beyimin suçunu söyleyin, ben ondan sonra eve giderim" dedim. Söylemediler. Ben de eve gittim. Kime gittiysem "Biz bu adamı görmedik" dediler. Bir karakol 18 gün sonra bana "Gayrettepe'de işkenceye götürülmüştür" dedi.
"Giysilerini çekmecede bulamadım"
Gayrettepe'ye gittim. Oradakilere "Kocamın suçu nedir ki işkence yapıyorsunuz, benim 6 tane çocuğum var" dedim. Bana oradaki bir polis "İşkencedeymiş, sağ kalırsa görürsün, kalmazsa artık şansına" dediler. Ne yapacağımı bilemedim. Eve geri döndüm. Artık kendimi parçalıyordum, çaresiz kalmıştım, ağlaya ağlaya Gayrettepe'ye bir daha gittim. Beni bir odaya aldılar. Odanın her yeri çekmeceydi. Bana "Çekmecelere bak bakalım kocanın eşyaları orada mı diye" dediler. Ben de bütün çekmeceleri tek tek açtım, baktım ama kocamın giysilerini bulamadım. Bana "Kocan buraya gelememiş demek ki... Sen artık onu sağ bulursan iyidir" dediler.
"Öldürüleceğini biliyormuş ki evin telefonunu cebine yazmış"
Bir gün eve bir telefon geldi. Telefondaki adam bana Kırıkkale'den aradığını, komutan olduğunu ve bir ceset bulduğunu söyledi. Kayınlarıma haber verdim, karakola gittim, "Kocamı ölüsünü Kırıkkale'de bulmuşlar. Burası neresi orası neresi" dedim. Beni yine kovdular. Kaynımlar gitti Kırıkkale'ye, beni götürmediler 'Belki seni de öldürürler, belki tuzaktır' dediler. Gittiklerinde Halil'i tanınmayacak halde bulmuşlar. Elinde küçüklükten kalmış bir yanık izi vardı. Oradan tanımışlar. Oradaki memurlar sekiz gün işkencede kaldığını söylemişler. İşkence yapılmış, bütün bıyıklarını çekmişler, ellerini çamaşır ipiyle arkadan bağlamışlar, çok işkence etmişler sonra da ensesinden ateş edip öldürmüşler... Bir tek pantolonunu ve cebinin astarına işyerinin ve evin telefonunu yazmış, zaten oradan bulmuşlar bizi. Demek ki "Bunlar beni öldürecek, cesedim kaybolacak bari kim olduğum bulunsun" diye düşündü.
Halil'i sırf Kürt diye öldürdüler. Ben ölene kadar kocamı alıp götüren polislerin yüzünü unutmayacağım. En çok da çocuklarımın birini bile okutamamak içime büyük dert oldu. Ben ne kadar çektiysem çocuklarım da o kadar çekti. Çocuklarım kapının ardına yastıklar koyuyorlardı. Dedim 'Niye böyle yapıyorsunuz, kaldırın onları'. Bana 'Seni de alıp götüremesinler diye' dediler... (BT/TK)