Foucault "Doğruyu Söylemek" [1] kitabında söz eder “parrhesia” kavramından. Hakikati söylemek anlamına gelen parrhesia, egemen olana ya da genel bir görüşe rağmen hakikati söylemek şeklinde tanımlanır. Bu “rağmen”lik de hakikati söyleyen için risk ya da tehlike barındırır. Foucault bir kişinin hakikati söylemesinin risk ya da tehlike içerdiğinde ancak parrhesia yaptığını söyler ve bu şekilde parrhesia’nın herkesin kabul ettiği bir hakikati dile getirmekten farkına vurgu yapar.
“Bir filozof bir hükümdara, bir tirana hitap etse ve ona tiranının rahatsız edici ve nahoş olduğunu, zira tiranlığın adaletle bağdaşmadığını söylerse, filozof hakikati söylemiş olur. Hakikati söylediğine inanır, buna ilaveten bir de risk alır. Çünkü tiran ona öfkelenebilir, onu cezalandırabilir, onu sürgüne gönderebilir ya da onu öldürebilir” [2] der Foucault aynı kitapta. Ve hakikati söylemeyi “en uç biçimiyle, yaşam ve ölüm ‘oyunu’nun bir parçası” sayar. Bu oyunu kabul eden kişiyi de “parrhesiastes” olarak tanımlar.
Foucault, bir parrhesiastes’in “Hakikatin söylenmemiş halde kaldığı bir hayatın güvencesi altında olmaktansa, hakikati söylemek uğruna ölümü göze aldığını” belirtir.
Ancak burada da kişinin bu göze alışının parrhesia olması için bazı özellikler arar: “Eğer bir mahkeme esnasında aleyhinde kullanılabilecek bir şey söylersen, dürüst olmana, söylediğin şeyin doğru olduğuna inanmana ve bu şekilde konuşarak kendini tehlikeye attığına inanmana rağmen parrhesia kullanmamış olabilirsin” der Foucault.
Zira “parrhesia’da tehlikenin daima söylenen hakikatin, dinleyiciyi incitebilecek ya da öfkelendirebilecek nitelikte olmasından kaynaklandığını” belirtir.
Ve sözü söyleyenle dinleyici arasında asimetrik bir güç ilişkisinin varlığından söz eder. “Parrhesiastes”ın daima dinleyicisinden daha “güçsüz” bir konumda olduğunu vurgular. Örnek olarak da bir filozof ile bir tiranı, bir vatandaş ile çoğunluğu, bir öğrenci ile öğretmeni verir.
Foucault’un parrhesia’nın gerçekleşmesi için aradığı bir başka özellik ise tercihtir. Hakikati söylemenin bir tercih olmasıdır. Yani kimse bir parrhesiastes’i gerçeği söylemesi için zorlamaz… Kişi bunu bir ödev olarak görür ve söyleyip söylememe özgürlüğüne sahiptir. Yani Foucault, bir kişinin işkence ya da benzeri bir baskı sebebiyle hakikati söylemek zorunda olmasını parrhesia olarak kabul etmez. Bütün bunların yanı sıra Foucault için parrhesia’nın olmazsa olmaz şartı, şüphesiz ki söylenenin hakikat olmasıdır. Foucault zaten bir parrhesiastes’in hakikati bildiğini ve bunu başkalarına aktarmak için gereken ahlâki niteliklere sahip olduğunu varsayar.
Türkiye’de İngilizceden çevirisi Kerem Eksen tarafından yapılan ve Ayrıntı Yayınları tarafından yayımlanan kitapta parrahesia ve parrhesiastes’ler hakkında daha pek çok şey söyler Foucault. Yaşadığımız bu günlerde hakikat ve cesaret üzerine, demokrasi ve konuşma özgürlüğüne dair derinden düşündürür. Tam da bu günlerin kitabıdır belki de ama ben bu yüzden yazmadım bunları.
Üç parrhesiastes
Geçen yıl İstanbul Bianeli’nde küçük bir etkinliğe davet edilmiştim, Pharresia Merkezi tarafından. Çocukların Türkiye’de yaşadıklarını aktarmak üzere bir söyleşi davetiydi. Tema da buydu: Parrheasia. Hrant Dink ile ilişkilenmişti… Bienalin eylül etkinliklerindendi. Yani henüz Tahir Elçi öldürülmemiş, yani henüz 12 yaşında Cizre’de öldürülen Nihat Kazanhan’ın davasında tanıklık yapan 13 yaşındaki D. özel harekat polisleri tarafından karnından vurulmamıştı.
Uzun bir süredir, son KHK ile kapatılan Gündem Çocuk Derneği’nin 10 yıl kutlamasından bir gün önce, yani 17 Aralık 2015’de, D.’nin Cizre’de özel harekat polisleri tarafından karnından vurulduğu günden beri bu kavram hiç çıkmıyor aklımdan… Neyse ki D. yaşamını kaybetmedi…
Bazı kavramları duyarsınız, onun hakkında okursunuz, öğrenirsiniz. Ama bazılarını tam olarak anlamanız belki de öğrendikten sonra birden, aniden olur… Ya da yeniden, bu kez daha derinden anlarsınız… İşte D.’nin karnından vurulduğu günden beri, pharresia kavramını aklımın içinde hep bu üç isimle dolandırıyorum. Hrant Dink, Tahir Elçi ve D. … Foucault’dan öğrendiğimiz pharresia kavramını yakıştıra yakıştıra…
Hrant Dink 2007 yılında öldürülmeden önce; kimse onu zorlamadan, koca bir “resmi tarihe” rağmen, buna inanan büyük bir çoğunluğa rağmen, aldığı onca tehdide rağmen, hiç çekinmedi bilebildiği hakikati cesaretle söylemekten…
Tahir Elçi yıllarca kimse onu zorlamadan faili meçhullerin, yargısız infazların, yerinden edilmelerin sorumlularını gösterdi… 2015 yılında da yine kimse onu zorlamadan, hakikati manipüle edebilen bir güce, medyaya rağmen, büyük çoğunluk tarafından tehdit edileceğini tahmin ederek, hiç çekinmedi bilebildiği hakikati, cesaretle söylemekten…
Ve D… 12 yaşında Cizre’de özel harekat polisleri tarafından öldürülen Nihat Kazanhan’ın arkadaşı. Kimse onu zorlamadan, kimse ondan talep etmeden, üstelik arkadaşı Nihat’ı öldüren polis onu “Sizi de böyle geberteceğim” diye tehdit etmişken, kendisini dinleyen polislerin karşısında, hiç çekinmeden Nihat’ın nasıl öldüğüne dair bildiği hakikati, cesaretle söyledi.
Parrhesia… Foucault yaşasaydı o da yakıştırır mıydı bilmem ama Tahir Elçi’nin ölümün üzerinden geçen korkunç bir yılın ardından yine bu üç isimle dilimde, aklımda…
Hrant Dink, Tahir Elçi ve D. Aynı egemenin, farklı dinleyicilerine hakikati söylemek için hiç çekinmeden ölüm kalım oyununu kabul edenler…
Her üçüne de sonsuz ve derin bir saygıyla… (EK/YY)
Dipnotlar:
1 - Micheal Foucault, Doğruyu Söylemek, Çeviri: Kerem Eksen , Ayrıntı Yayınları, 5.Baskı - 2016
2 - Micheal Foucault, Doğruyu Söylemek, Çeviri: Kerem Eksen, Ayrıntı Yayınları, 5.Baskı – 2016