Max Weber'in " Doğu Despotizmi" tezlerinden beslenen bu yaklaşıma göre, İslam, insanların bu dünyada varoluşlarını anlamlandıran ontolojik bir kurgudur. Devleti ele geçiren asker-sivil elitin kendine ait olan ajanda'da dinin devlet işlerinden ayrı yürütülmesi öngörüldüğünden, popüler dinin Cumhuriyet döneminde askeri araçlarla baskı altında tutulmakta olduğu ileri sürülür. Yani Türkiye Cumhuriyet kurulduğundan beri, bir nevi "oryantal despotizmle" yönetilmektedir.
Fikirlerin belirleyiciliği ve post-modernizm
Bu yaklaşım fikirlerin belirleyiciliği üzerinde yoğunlaşmaktadır. Genç Türkler dahil, Cumhuriyet'i kuran kadronun, İslam, Cumhuriyet, medeniyet, batılılaşma üzerine yaptığı tartışmalar, ancak ekonomik altyapı ve politik konjonktür izin verdiği ölçüde, bu fikirlerin 1923'de hayata geçtiğini göz ardı etmektedir.
Modern Türkiye'nin kuruluşunda rol oynayan fikirler, belli bir maddi gelişkinlik temeliyle buluştuğu için başarılı olmuştur. Milliyetçilik üzerine çalışmalarıyla tanınan ve 1950'lerde bir süre Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde (SBF) ders veren, Ernest Gellner'in, Londra'da post-modernizm üzerine yapılan bir toplantıda söylediklerini aktarmak aydınlatıcı olabilir.
Gellner, SBF' de geçirdiği sürenin onun entelektüel yaşamını çok etkilediğini ve Türk meslektaşlarının "Müslüman bir toplumda, cumhuriyet rejimi içinde, demokratik bir milli devlet yaşatmak gibi bir sorunu tartıştıklarını" bunun da "diğer İslami toplumlardan ayrı olarak Türkiye'ye has bir özellik olduğunu" söylemişti.
İçinde yaşadığımız konjonktürde Bosna-Hersek ve Azerbaycan da bu kategori içinde düşünülebilir.
Pamuk'un The Guardian'daki yazısı
Oryantal despotizm türü bir bakış açısının, Orhan Pamuk'un, 29 Eylül Cumartesi günü The Guardian'da yayınlanan yazısında yankılandığını görmek mümkündür.
Pamuk, yazısında iki noktaya dikkat çekmektedir. İlk olarak, Amerika'da Dünya Ticaret Merkezi ile Pentagon'a yapılan saldırının, İstanbul'da da "bazı kesimler arasında ilk başta sevinçle karşılandığını" belirttikten sonra, genel olarak "Üçüncü Dünyada bu tür tepkilerin, İslamın ve ezilenlerin seslerini duyuramamaktan kaynakladığını" ileri sürmektedir.
Bir anlamda şayet ezilenlerin sesleri duyulursa problem ortadan kalkacakmış gibi bir izlenim vermektedir. Ezilmişlerin sesini kim, hangi araçlarla duyacaktır? Batı'nın, bu sesleri duymasını gerektiren önemli bir hiyerarşik mevkide oturduğu öncelikle kabul edilmiştir ancak, neden bu sesleri duymasının önemli olduğu anlatılmamaktadır.
Her nedense, pek çok nüans kaba bir genelleme içinde es geçilmiştir. "Vur vur inlesin, Avrupa dinlesin" değil, "Duy sesimizi Avrupa" demektedir, Pamuk.
Dünyanın Türkiye'ye dönmesinden korkmak?
İkincisi, bu tespite bağlı olarak ABD'nin ve Avrupa'nın, savaş yanlısı tepkisi eleştirilmektedir. Ama daha önemlisi, ezilenlerin sesini duyması gereken, ama herhalde pek de duymayan, o yüzden bu tür saldırılara uğrayan Batı'nın, bir hata yaparak anti-terörizm adı altında demokratik, anayasal hakları kaldırmak için harekete geçmesi ürkütmektedir Pamuk'u...
Bu tür bir kaygıyı, olayları takip eden, düşünen, hümanist, demokrat insanların paylaştığı, ABD saldırganlaştıkça ezilen ulusların daha fazla acı çekeceği, yaşam şartlarının daha da kötüleşeceği, sömürünün daha da artacağı, bilinen şeyler.
Tam da bu noktada Pamuk, "dünyanın Türkiye'ye döneceğinden (benzeyeceğinden) korktuğunu" patlatıyor, yazıda.
Acaba bu işe Türkiye'yi karıştırmasa olmaz mıydı? Dünyanın, Türkiye'deki "militarizme" benzer bir noktaya sürüklendiği tespit ediyor, 12 Eylül'ün romancısı...
Neden böyle bir tesbit?
Böyle bir tespiti, ya Guardian'a çöreklenmiş ve Türkiye toplumuna (evet sadece devletine değil, toplumuna da) yaklaşımı son derece ırkçı olan (ve diğer birçok konuda da ırkçılıkla suçlanan), bir grup, "İngiliz kurulu düzen" bekçisine yaranmak için yapıyor Pamuk ya da gerçekten bizim toplumumuzu hoplatıp yerinden kıpırdatacak bazı "şeytanlıkların" yapılması gerektiğini bilerek hareket ediyor.
Şerif Mardin örneğinde olduğu gibi, analitik geçerliliği ancak ve ancak Weberyen "oryantal despotizm" tarzı düşünce yöntemi içinde bulunabilecek olan bu yazı, pek çok tartışmalı konuyu atlıyor.
Türkiye'deki sekülerizmin kaynağının Doğu Bizans'tan devralınan geleneğe dayandığı gerçeği bir yana, mevcut politik sistemi "askeri diktatörlük" olarak açıklamanın korkunç bir entelektüel tembellik olduğu da açık.
Askeri dikta ne anlama gelir?
12 Eylül günlerinde roman yazan Pamuk, askeri diktatörlüğün ne anlama geldiğini gözden kaçırmış olmalı. Öte yandan, Batılı demokratik kapitalizmin aslında "baskıcı tolerans" rejimi olduğu konusundaki literatürü de görmemiş olmalı.
Pamuk tarzı tutumlar, Batılıların gözünde de o ülkenin entelektüel geleneğine bakışını olumlu etkilemiyor. Tersine, Batılıların ezilen ülke halklarının sesini duymasını, ciddiye almasını engelliyor bu tür tutumlar...
Evet, Pamuk aslında "sesimizi duyun" diye haykırıyor ama, o sesi duyurabilecek saygın bir entelektüel gelenekten gelmediğini açıklıyor. Bindiği dalı kesiyor. Üçüncü Dünya entelektüelleri üzerine araştırma yapan Batılı bir dostumuz bu tür tavırları "geri kalmış entelektüellik olarak" adlandırıyor.
Görünen o ki, Türk aydını kendi toplumuna bazı kişisel dürtüler uğruna hala "yaban". (NU)