Seyir Derneği ve Ayvalık Belediyesi işbirliğiyle düzenlenen Ayvalık Uluslararası Film Festivali, üçüncü gününde devam ediyor.
Festivalde dün (18 Eylül) beş farklı mekânda 16 film gösterildi. İzleyicilerin yoğun ilgisiyle geçen günün ilk filmleri İranlı yönetmen Ali Abbasi’nin yönettiği "Çırak" (The Apprentice) ve Christophe Honoré imzalı "Marcello Mio" oldu.
Genç Sinema öğrencileri ise Stockholm Film Okulu’ndan Anders Rune ve kurgucu Ali Aga’nın atölyeleriyle güne başladı.
Ayvalık için büyük anlamı olan mübadelenin etkilerinin yıllar sonra bile devam ettiğini Türkiye’de başka bir bölgede yaşayan kendi ailesi üzerinden anlattığı belgeseli "Rodakis’i Ararken" gösterimi sonrası yönetmen Kerem Soyyılmaz da izleyiciyle buluştu.
Kerem Soyyılmaz, belgeseliyle ilgili "Tam 100 yıl önce, bu zamanda olan büyük bir acıdan bahsediyoruz. İlk başta merak ile başlayan bir serüvendi ama orada daha fazla zaman geçirdikçe hem eve hem de kendimize yeni bir gözle bakmaya başladık. Sonra bunu hissetmeye, düşünmeye başladım," dedi.
Festivalin ikinci gününde izleyicilerle buluşan filmler arasında, ortak yönetmenleri Filistinli Basel Adra ve İsrailli Yuval Abraham’ın yaptıkları konuşmayla 74. Uluslararası Berlin Film Festivali'nin kapanış törenine damgasını vuran “Gidecek Yer Yok” (No Other Land) ve yine bu yılki Cannes Film Festivali’nde “En İyi Senaryo” ödülünü kazanan “Cevher” (The Substance) filmleri de vardı.
Berlinale'de 'en iyi belgesel' ödülünü alan İsrailli yönetmene ölüm tehdidi
Masafer Yatta direnişi
"Gidecek Yer Yok" filminin odağında Batı Şeria’daki yerleşim bölgesi Masafer Yatta’da 1967’den beri süregelen İsrail işgali var. Masafer Yatta, Batı Şeria’nın El Halil kenti yakınlarında bir bölge. Masafer Yattalıların tüm ruhsat ve hakları olan yerleşim izni talepleri, yıllardır işgal devleti tarafından reddediliyor. İsrail ordusu ve mahkemeleri 8 köyden oluşan ve çöl ikliminin hakim olduğu bu bölgeyi nihayetinde "918 No'lu Atış Alanı" adı altında askeri bölge ilân ederek 2 binden fazla Masafer Yattalı’yı zorla ve yıkımlarla yurtlarından çıkarmaya çalışıyor.
Kamerasıyla yıllardır işgali anbean kaydeden Adra, atalarının 1800’lü yılların sonlarından beri burada olduğunu söylese de İsrail askerleri Masafer Yatta’daki evleri ve okulları bir bir yıkmaya devam ediyor.
2010’lara gelindiğinde yerleşimcilerin İsrail ordusunun da yardımıyla Filistinli ailelerin yaşam alanlarını “modern” yöntemlerle yok ettiği bir tabloya gözlerimizi açıyoruz. Bu yıkımın büyük bir parçası da, Masafer Yattalıların maruz kaldığı psikolojik şiddet. İnsandışılaştırılmaya çalışılan Masafer Yattalıların hikâyesi, İsrailli Yuval Abraham’ın yıkım sürecine dahil olmasıyla yeni bir boyut kazanıyor. Abraham, Masafer Yatta’da doğup büyüyen ve buradaki işgali kendine duyurmayı görev edinen hak savunucusu ve gazeteci Basel Adra ile tanışıyor ve işgal tüm detaylarıyla izleyiciye anlatılmaya başlanıyor.
İşgal
Kamera, bize önce Adra’nın çocukluğunu gösteriyor. Babası ve annesi de hak savunucusu olan ve yıllardır İsrail’in işgal politikalarına direnen Adra, hak savunucularının ziyaretiyle nam salan bir evde büyüyor. Babasının ilk tutuklanma anını anımsayan Adra “O zaman babamın aktivist olduğunu anlamıştım,” diyor. Sürekli evleri basılan, anne ve babası işgal devleti askerlerinin hedefi haline gelen Adra’nın kendisi de bir süre sonra hedef oluyor.
Zaman içerisinde Filistinlilerin barındığı onlarca ev, yapı ve tarım tesisini yerle bir eden İsrail, imkânların son derece kısıtlı olduğu bu bölgeye elektrik ve su gibi en temel hizmetlerin ulaştırılmasına dahi engel oluyor. Filistinlilere ait evler, tavuk kümesleri ve koyun ağılları İsrail güçleri tarafından bir bir yıkılıyor ve su kuyuları kapatılıyor. Masafer Yattalılar ise bölgedeki mevcut mağaralarda yaşamlarını sürdürmeye çalışıyor ya da zorunlu olarak kent merkezine göç ediyorlar. Adra, çekimler esnasında pek çok saldırıya maruz kalıyor.
İşgal devleti askerlerinin, akrabalarından Harun Abu Aram’ın elektrik malzemelerini gasbetmeye çalışırken onu vurduğu anı çeken Adra, Harun için düzenlenen protestoları da örgütlüyor. Aram, vurulduktan sonra felçle yaşamaya başlıyor ve yaşamını yine bölgedeki bir mağarada sürdürüyor. Masafer Yattalıların mağaralarda yaşamak zorunda kalmaları, haber bültenlerine dahi çıksa da uluslararası herhangi bir çabaya tanıklık etmek mümkün değil.
7 Ekim
Adra’nın köylerindeki okulun hikâyesini anlattığı sahne hariç. Köyde bir okul yapmaya karar veren ve Adra’nın ailesinin başını çektiği köylüler, İsrail askerlerinin engeliyle karşılaşsa da buna yaratıcı bir çözüm buluyorlar. Adra’nın annesinden şu fikir çıkıyor: Kadınlar ve çocuklar, gündüzleri; erkekler ise gece gizlice okulun inşaatında çalışacaklar. Bu fikir hayata geçiriliyor ve okul tamamlandığında “barışçıl bir eylem olarak” eski Birleşik Krallık Başbakanı Tony Blair’in ilgisine mazhar oluyor. Adra’nın deyimiyle Blair, köyde sadece yedi dakika kalarak köylülerin canı pahasına inşa ettiği okulu kutluyor.
Belgesel, Hamas’ın silahlı kanadı İzzeddin el-Kassam Tugayları öncülüğündeki Filistinli direniş gruplarının 7 Ekim’de işgal devletine karşı başlattığı “Aksa Tufanı Operasyonu”yla son buluyor. Operasyondan sonra başlayan İsrail saldırılarını, Adra yerleşimcilerin şiddeti üzerinden çekmeye devam ediyor. Silahlı İsrailli yerleşimciler, şimdi, Masafer Yattalıların evlerine ve doğrudan kendilerine ateş etmeye başlıyor. 7 Ekim’e dek görece düşük yoğunluklu, sıradan bir şiddetin parçası olarak süren işgal ve soykırım pratikleri, artık tamamen kontrolden çıkıyor.
Belgesel, Masafer Yatta’daki direnişi ve işgalin sistematik doğasını çarpıcı bir şekilde gözler önüne sererek, 7 Ekim’e giden sürecin arka planını kavramak açısından kritik bir belge niteliği taşıyor. Adra’nın babasının direnişin gücüne yaptığı vurgu ile son bulan film, Filistinlilerin işgal karşısındaki mücadele azmini ve dayanışmasını derinlemesine işliyor: “Onlardan korkmayın, bizim özel güçlerimiz var”. Ancak film tüm belgeleriyle yine işgalin uluslararası toplumu nasıl harekete geçiremediğini de gözler önüne seriyor.
Cevher
Fransız yönetmen Coralie Fargeat’nın ikinci uzun metraj filmi “The Substance” (Cevher), 77. Cannes Film Festivali'nde “En İyi Senaryo” ödülü kazanırken, body horror (beden korku) türüne yaptığı katkıların yanı sıra, kadın bedenine dair toplumsal baskılarla ilgili de izleyiciye ikircikli bir tartışma sunuyor. Film, bedenin yaşlanma sürecini ve bundan duyulan korkuyu Elisabeth Sparkle (Demi Moore) adlı bir kadın üzerinden ele alıyor. Bu korku sadece biyolojik bir gerçekliğe değil, toplumsal ve kültürel olarak inşa edilen bir "yaşlanma ideolojisi"ne dayansa da filmde bunun altyapısını görmek pek mümkün değil.
Sparkle, bir zamanların şöhretli bir film yıldızı iken artık gündüz kuşağındaki aerobik programlarının sunucusu olarak kariyerinin son demlerini yaşıyor. Toplum, ona ekseriyetle artık eski ışıltısını kaybettiğini ve "son kullanım tarihine" yaklaştığını hatırlatıyor. Yapımcısı Harvey’in (Dennis Quaid) onu daha genç bir sunucuyla “değiştirme” planı, Sparkle’ın bedenini ve varoluşunu değersizleştiren kültürel mesajların bir dışavurumu olarak karşımıza çıkıyor. Bu noktada Sara Ahmed’in, toplumların belirli bedenlere verdiği duygusal tepkileri nasıl şekillendirdiğine dair eleştirileri akla geliyor. Sparkle, yaşlandıkça toplumsal olarak daha az “değerli” görülüyor ve bu da onun kendi bedeniyle ilgili algısını etkileyen bir utanç kaynağı haline geliyor.
Sparkle, toplumsal baskıların etkisi altında, gençlik ve güzellik ideallerine yeniden ulaşmak için bir çıkış yolu arıyor. Bu süreçte karşısına çıkan "The Substance" adlı ürün, ona "daha iyi" bir versiyonu olma vaadi sunuyor. Film, Sparkle’ın bedeniyle olan yabancılaşma sürecini bedensel sıvılar, deformasyon ve grotesk imgeler üzerinden görselleştiriyor. Ahmed’in "iğrenme" üzerine yaptığı analizler bu noktada da devreye giriyor: Bedensel sıvıların yoğun kullanımı, sadece fiziksel bir bozulma ya da şiddet değil, aynı zamanda kadın bedenine yönelik toplumsal iğrenme duygusunun da bir temsili. Sparkle’ın kendi bedeni üzerindeki kontrolünü kaybetmesi, bedensel sıvıların grotesk bir biçimde filmde öne çıkması bir nevi iğrenme politikasına dönüşüyor.
Dönüşüm
Filmde Sparkle, bir hafta kendi bedeninde, diğer hafta ise daha genç bir kadının bedeninde (Sue - Margaret Qualley) yaşayarak bu dönüşüm sürecini deneyimliyor. Her iki bedenin birbirine bağımlı olması ve yedi günde bir değişmesi zorunluluğu, esasen kadının yaşlanma sürecinde toplumsal beklentilere karşı verdiği sürekli mücadeleyi de simgeliyor.
Coralie Fargeat, film sayesinde Demi Moore’a parlak bir geri dönüş fırsatı sunsa da filmin hikâyesi, yine toplumun çizdiği sınırlara hapsoluyor. Sparkle’ın yaşlanmaktan duyduğu korku, yalnızlığıyla iç içe geçiyor. Sparkle’ın neden bu kadar yalnız hissettiğine veya yaşlı sayılamayacak bir yaşta olmasına rağmen geliştirdiği fiksasyonun arka planına dair bir anlatı görmek –bir zamanlarki şöhreti dışında– mümkün olmuyor.
Fargeat, filmdeki tüm imgelerle hikâyeyi eğip bükeceğini ima etse de film nihayetinde yaşlanmayı bir eksiklik ya da trajedi olarak gösteriyor. Kadının toplumsal baskılarla baş etme biçimine odaklanılan anlar, yok denecek kadar az. Oysa ki Sparkle’ın esas derdi, yeryüzündeki çoğu kadın gibi, yaşlanmanın kendisi değil, yaşlanmayı bir kusur gibi gösteren toplumun dayattığı güzellik standartları.
Forgeat, feminist perspektifin sınırlarında olduğunu düşündüğü; ancak çoktan dışına çıktığı bu hikâyede, belli ki izleyiciye odada saklı duran bir pencerenin yerini gösteremiyor.
Ayvalık Uluslararası Film Festivali başladı
Gösterimler
Ayvalık Uluslararası Film Festivali’nin gösterimleri, Ayvalık Belediyesi Vural Sineması Nejat Uygur Sahnesi, Fabrika Ayvalık, İsmet İnönü Kültür Merkezi, ASKEV Sera ve Kırlangıç Ayvalık’ta gerçekleştiriliyor.
Biletler tam 150 TL, indirimli 100 TL olarak satılırken, ASKEV Sera ve Kırlangıç Ayvalık’taki gösterimler ücretsiz olacak.
Programla ilgili detaylı bilgi için tıklayın. (TY)