Erdal Aykaç’ın 1980’li yılları anlattığı kitabı Olmazsa Yeniden Dene; 1978 Eylül ayında Adana’da, arkadaşlarının “Yaralı var, yol açın” bağırışları arasında, kornasız bir taksiyle hastaneye gidişiyle başlıyor; Adana, Antep ve Kırşehir cezaevlerinde yaşananlarla sürüyor; 1988 Eylül ayında Kırşehir cezaevinde 18 siyasi mahkumun kazdıkları tünelden firar etmeleri ve çoğunun yurtdışına çıkmaları ile bitiyor.
Erdal Aykaç’la; 12 Eylül öncesi ve sonrasında cezaevi hücreleri, mahkemeler, Adana ve Kırşehir cezaevlerinde kazılan tüneller ve Almanya’da mülteci olmak üzerine söyleştik.
Hücreler
Maraş katliamı sonrası 26 Aralık 1978’de sıkıyönetim ilan edilen on üç kentten birisi de Adana idi. O dönem ve sonrasında Adana cezaevi ve hücrelerinde neler yaşandı?
Sıkıyönetim ilanı sonrasında diğer illerde olduğu gibi Adana’da da yoğun gözaltı ve tutuklanmalar yaşandı. Sıkıyönetim ilanıyla Askeri Cezaevi’nin kapasitesinde de artırıma gidildi. Buna rağmen Askeri Cezaevi’nin kapasitesi yetmediğinden tutukluların önemli bir bölümü Adana Kapalı Cezaevi’ne gönderildi. Bu durum cezaevi kapasitesinin çok çok üzerinde insan yığınağına yol açtı. Ranzalar yetmediğinden insanlar koğuşlarda ve koridorlarda yatmak ya da ranzalarda nöbetleşe uyumak durumunda kaldılar. Devrimci tutsaklar komünler şeklinde yaşadıkları için kendi aralarında düzenlemeler yaparak koşulların daha bir yaşanılabilir duruma gelmesini sağlayabiliyorlardı.
Sulu hücreler bodrumda bulunması ve birçok kapıdan geçilerek ulaşılan bir yer olması nedeniyle oldukça havasızdı. Hücreler havalandırılmadığından nefes alınıp verildikçe nem oranı artıyor ve zaman geçtikçe duvarlar ve yerler ıslanıyordu. Birkaç gün geçince yerlerde sular birikmeye başlıyordu. Bırakalım ranza ya da karyola gibi yatılacak yeri, üzerine oturacak bir karton parçası bile verilmiyordu. Ayrıca sesinin duyulması mümkün olmadığı için işkencenin rahatlıkla uygulanabildiği yerlerdi.
Aynı bölümde ayrıca sinekli hücreler bulunmakta idi. Sulu hücrelere karşın biraz daha hava bulunan bu hücrelerde kanalizasyonun bir kısmı açık bırakılmıştı ve her türden sineğin yaşayabilme olanağı vardı. Bu hücrelerde birkaç saat kalmak bile insanın çıldıracak duruma getirebilirdi. Cezaevi yaşamım boyunca atılmadığım tek yer olarak kaldı.
Konuşmak da yasak türkü de
Müşadiye hücreleri ise, 2X3 metre boyutunda, üç tarafı duvar ve ön tarafı çelik levha ve parmaklıkla kaplı bir yerdi. Tuvalet bölümü yarı açık ve dışarıdan kısmen görünebilir durumda idi. Ranza ya da karyola olmadığı için yatağı betona sermek durumunda idik. Bu nedenle evden yeni getirttiğimiz bir yatağın altı, oluşan nem nedeniyle kısa sürede küfleniyordu. Hücreler arası alışveriş ve konuşmak yasaktı. Ancak bu yasağa uymadığımız için sıklıkla askerlerin saldırısına uğruyorduk.
Yasaklar sadece konuşmak ile sınırlı tutulmuyordu. Buna şarkı söylemek de ekleniyordu. Bir gün ‘’Dağlar seni delik delik delerim’’ adlı türküyü söylerken askerlerin saldırılarıyla karşı karşıya kaldım. Türküde bölücülük propagandası yaptığım gerekçesiyle 15 günlük hücre cezası aldım. Cezayı bulunduğum hücrede değil, sulu hücrelerde geçirmem sağlandı. Sulu hücrelerdeki fareler müşadiye hücresinde bulunanlara göre daha bir iriceydi. Korkup kaçmaları bir yana karşıda meydan okurcasına dikilip duruyor ve uyumamı bekliyorlardı. Belki de uyuyunca neremi kemireceklerinin hesaplarını yapıyorlardı.
Doğumgününde idama gitti |
Müşadiyenin bizim kaldığımız bölümünde her hücrede bir kişi olmak üzere idam cezası almış olanlar kalıyorlardı. Serdar Soyergin, Mustafa Özenç ve Ali Aktaş bu hücrelerde kaldılar. Ali Aktaş idama götürüldüğünde (23 Ocak 1983) ben de aynı bölümde kalıyordum. Ben bir numaralı, Ali dokuz numaralı hücrede bulunuyordu. Almaya geldiklerinde Ali ile sohbet ediyorduk. Bir yandan benimle konuşurken diğer yandan boncuktan bir kuş örüyordu. O gün doğum günüydü... |
Formalite yargılama
Adana Devrimci Yol toplu davalarında yargılandın. Duruşmalarda neler yaşanıyordu? Avukatların savunma koşulları nasıldı?
Yargılanmalarımız askeri mahkemelerde görülüyordu. Yargılananların çok fazla olması nedeniyle çok sayıda mahkeme oluşturulduğundan, yeterli askeri hakim bulunamayınca, sivil hakimler ve savcılar da askeri mahkemelere atanmışlardı. Büyük toplu davalar haftalık denecek sıklıkta görülmekte idi. Mahkemeye gidip gelirken zaman zaman çıplak arama uygulamasıyla karşı karşıya kalınıyordu. Bizler bu uygulamayı kabul etmediğimizden askerler giysilerimizi zorla çıkarmaya çalışıyorlardı. Giysilerimizin yırtılması bir yana üstüne üstlük bir de dayak yiyorduk.
Mahkemelerde çok sayıda asker bulunuyordu; zaman zaman onların saldırısına maruz kalıyorduk. Özellikle toplu davalarda yargılananlar açısından bu baskıların bir etkisinin olduğunu söyleyemem. Ayrıca duruşmalar sırasında tutuksuz yargılanan arkadaşların ve ailelerimizin orada bulunmaları bizler için sevinç ve mutluluk kaynağı oluyordu. Büyük çoğunluğumuz formalite bir yargılamayla karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorduk. Bu nedenle yargılamaları çok da ciddiye almıyorduk. Her şeye rağmen yapılması gerekenleri yapmaktan da geri durmuyorduk.
Yargılananların durumunu ciddiyetle ele alan ne yazık ki çok az sayıda avukat vardı. Bu az sayıda avukatların başında Halil Aklar vardı. Hiç bir maddi fayda kaygısında olmadan, parası olanın da olmayanın da davasıyla ilgileniyor idi. Cuntanın güçleri tarafında sürekli baskı ve tehdit altında tutulmaya çalışıyordu. Buna rağmen mahkeme sırasında duruşma salonuna gelen 6. Kolordu Sıkıyönetim Komutanı Nevzat Bölügiray’ın duruşma salonundan çıkmasını istemekten çekinmedi. Bu davranışı nedeniyle Adana’dan sürgüne gönderildi. Mahkemede yapmış olduğumuz direniş sonrasında en azından mahkemelerin yapıldığı günlerde Adana’ya gelmesini sağlayabildik.
Maraş Katliamı davasında müdahil olarak bulunan avukatlar; Halil Sıtkı Güllüoğlu, Ahmet Albay ve Ceyhun Can öldürülmemiş olsalardı, eminim ki onlar da bizleri savunan avukatlar arasında yer alacaklardı. Bazı avukatlar yargılananlarla doğru dürüst ilgilenmiyor, ezberledikleri kendilerince süslü püslü laflarla müvekkillerinin tahliyelerini istiyorlardı. Saydıkları isimlerin çok önceleri tahliye olduklarından bile haberleri olmadığından yargıçların alay konusu bile oluyorlardı.
Kadınlar direndi |
12 Eylül'ün açık baskı döneminde bu baskılara karşı kimler direndi diye bir soru sorulsa hiç bir tereddüt göstermeden kadınlar, derim. Polis işkencesinde sadece kendileri direnmekle kalmayıp erkek arkadaşlarına da cesaret vermeye çalıştılar. Bunun en tipik örneği Hatice Sarıkaya'dır. Eşi Hasan işkenceye götürülürken arkasından ''Haasaannn eğer bir şey kabul edersen seni boşarım'' diye haykırıyordu. Bu haykırış sadece Hasan için değil herkes için büyük bir moral kaynağıydı. Cezaevindeki baskılar karşısında da nerede ise hiç bir dayatmayı kabul etmediler. Dışarısı da çok farklı değildi. Bütün engellemelere rağmen kadınlar ana, bacı, sevgili olarak cezaevlerinin, işkencehanelerin önünden eksik olmadılar. 12 Eylül'ün en baskıcı döneminde içeridekilerden haber almak için her şeyi göze alarak valiliğe baskın yaptılar. Burada ilkokul mezunu bile değilken mücadelede en önde giden annem Mevlüde Aykaç, hepimizin anası Kifayet Keçeci ve Didar Şensoy ablamız nezdinde direnç kadınlarını saygıyla anmadan geçemeyeceğim. |
Tünel
Adana Kapalı Cezaevi ve Kırşehir Cezaevindeki tünel süreçlerini anlatır mısın?
Her iki tünelde de tünelin içinde sağlık nedeniyle görev almadım. Çünkü 1978’in Ekim ayında faşistlerin saldırısı sonrasında ağır yaralandım ve akciğerim bu saldırıdan fazlasıyla etkilendi. Tünelde çalışmak güçlü ciğerler ve fizik gerektiriyor. Kaldı ki bu özelliklere sahip arkadaşlar bile bu konuda zorlanıyordu. Örneğin, Mustafa Özenç tünelden çıktıktan aylar sonrasında bile kesik kesik öksürükten kurtulamadı. Doktora gitme olanakları olmadığından bunun nedenini öğrenemedik.
Bu nedenle bana daha çok organize işlerinde görev düştü. Konumum gereği tünel ile ilgili bütün gelişmelerden bilgileniyordum.
Adana Kapalı Cezaevi tünelini gazeteler 90-100 metre olarak yazsa da yaklaşık 50-60 metre civarında oldu. Cezaevinin arka tarafında bulunan hamam uzun süre öncesinden kullanılmayan bir yer olarak duruyor idi. Küçük pencereleri demir parmaklıklarla kaplı ve kapısı kilitlemekle bırakılmamış, ayrıca kaynak yapılarak içeriye giriş olanaksız hale getirilmişti. Giriş çıkışta hamamın pencerelerinden birini kullandık. Parmaklıklarını zarar vermeden kestiğimiz için giriş-çıkış sonrasında parmaklıkları yerine taktığımızdan kesilmiş olduğu fark edilemiyordu.
Kaçış beşer kişilik gruplar şeklinde planlandı. İlk grupta bulunan Mustafa Özenç ve Adem Kütük en önde olup tünelin çıkış deliğini açtılar. Çıkış deliği cezaevi tel örgüsünün hemen dibinden geçmekte olan yolun ortasına denk geldi. Çok sayıda nöbetçi asker ile aramızda hiç bir engel yoktu. Bu durumda askerlerin hareketlerinin iyi gözlenerek hareket edilmesi gerekiyordu. Bu nedenle ilk çıkan arkadaşın yapacağı hareket çok önem taşıyordu. O ne yapar ise sonradan gidenler aynısını yapmak durumundaydı. Bunu en iyi şekilde yerine getirecek olan Mustafa Özenç’ti. Her an askerler tarafında fark edilip vurulma tehlikesiyle karşı karşıya idik. Mustafa Özenç çıktı, kısa bir süre sonra Adem Kütük onu takip etti. Mahmut Hızlı henüz birkaç metre ilerlemişken askerler ateş etmeye başladı. Benim kafam dışarıda, olanı gözlüyorum. Ya kafamı içeriye sokup geri döneceğim ya da önceden konuştuğumuz gibi çıkıp alçak sürünerek ilerlemeyi. Saniyeden daha kısa sürede karar verdim ve çıktım. Onlarca asker ateş ettiği için ortalık tam anlamıyla savaş alanına döndü.
Biz kaçtıktan sonra cezaevinin arka bölümünde bulunan sol siyasi koğuşa giren askerler koğuşta bulunan devrimci tutsakları tarayarak birçoğunu yaralıyorlar. Yaralananlardan Mehmet Özmete, Ahmet Savaş ve henüz 14 yaşındaki Erdem Turan yaşamlarını yitiriyorlar. Tünelde elektrik çarpması sonucu yaşamını yitiren İsmail Şahin’le birlikte dört arkadaşımızı yitirdik. Benden sonra tünelden çıkan olmadığından kaçanlar dört kişiyle sınırlı kaldı.
Altın Köstebek Ödülü
Kırşehir cezaevi tüneli Adana’ya oranla çok daha uzundu. 118 metre ileriye doğru 12 metre de aksi yöne doğru toplam 130 metreyi buldu. Gerek uzunluk gerekse de 5,5 ay gibi uzun bir sürede kazılması nedeniyle bildiğim kadarıyla dünya rekoruna sahip.
Kırşehir Cezaevi Tünelinde ekipler halinde çalışılıyordu. Çalışmanın biraz da eğlenceli olması için ödüllü yarışmalar düzenliyorduk. Örneğin: En uzun tünel kazanlara ‘’Altın Köstebek’’ ödülü veriliyordu. Nihat İşbulan, Adem Kütük, Salman Altınöz, Veyis Sami Türkmen ve Kenan Doğan’ın içinde yer aldığı ekip bu ödülü üç kez kazandılar. Ayrıca çıkış deliğini bulan da bu ekip oldu. Sabah arkadaşları tünelden çıkarırken Nihat İşbulan müjdeyi verdi.
Sıra çıkmaya gelmişti ve içimizde iki kalp hastası arkadaşımız bulunuyordu. Bunlarda Abdurahman Kırklar’ın sol kolu felçli idi. Ergun Bay ise heyecanlanması durumunda baygınlık geçirebiliyor idi. Tünelde bu arkadaşların başlarına bir şey gelmesi durumunda, geride kalanların ileriye geçme olanağı ortadan kalkıyordu. Yani en arkadan gelmelerinden başka seçenek yoktu. Ancak her şeye rağmen deneyimli birinin en arkada kalarak bu arkadaşlara yardımcı olması gerekiyordu. Ali Uçak tereddütsüz bu görevi üstlendi. Kaçış işlemi bittiğinde geride tek bir arkadaşımız bile kalmadı, koğuşta bulunan 18 kişinin tümü firar etmeyi başardı.
Kaçış gecesi hazırlıklarımızı yaparken televizyonda, o sıralar popüler olan ‘’Mavi Ay’’ dizisi gösteriliyordu ve başrol oyuncusu cezaevinden tünel kazıp kaçmaktaydı. Tesadüfün de böylesi. Daha sonra gazeteler kaçmak için diziden esinlenmiş olduğumuzu bile yazdılar.
Bu sırada Ali Uçak gizlendiği dolaptan çıkıp dışarıdan koğuşun kapısını açmıştı. Kapı tabii ki anahtarla açılmıştı. Tanıdığım en mütevazı, en sakin ve genç yaşına karşın en babacan arkadaşlarımızdan olan Said Keleş büyük bir ustalıkla yemek kaşığından anahtar yapmayı başarmıştı. Devrimcilikte olduğu gibi zanaatta da ustalığını göstermişti.
“Köstebek” Adem Kütük
Adana’dan birlikte kaçtığımız Adem Kütük’ün de ikinci tüneli idi. Adem Kırşehir’den kaçtıktan sonra tekrar cezaevine girdi. Bu kez tünel çalışmasına Malatya cezaevinde başladı. Ancak ne yazık ki içeride yapılan bir ihbar sonucunda tamamlanmasına az kalan tünel yakalandı. Adem iflah olmaz bir tünelci, usta bir köstebek ve yiğit bir direnişçi olma özelliğini hep sürdürdü. Birçoğunun sessiz kaldığı dönemlerde bile Adana cezaevinde birey olarak da olsa başkaldırdı, boyun eğmedi.
Toprağın içinde sürünerek metrelerce ilerlemek nasıl bir duyguydu?
İçeride çalışan arkadaşlar sürekli girip çıktıklarından tünelde bulunmak sıradan bir iş haline gelmişti. Bütün gelişmeleri bilmeme rağmen benim gibi arada sırada tünele giren birisi içinse tünelde bulunmak olağanüstü bir durumdu. İçeride acayip bir akustik var. Kendi kalp atışının sesini davul sesi gibi duyuyorsun. Nefes alış verişini sanki rüzgar eser gibi duyuyorsun.
Kaçış sırasında sanırım diğer arkadaşlara göre daha bir heyecanlandım. Hele ki Kırşehir cezaevi tüneli çok uzun olması nedeniyle heyecanım daha da arttı. Tünelin dar bir yerinde sıkışınca heyecanımın yerini telaş aldı ve çok korktum.
İçeride bulunan birisi için dışarıya ilişkin kurulan hayal bile çok heyecan verici bir şey. Tünelde hayaline değil de gerçeğine doğru ilerlemek müthiş bir şey. Özgürlükten daha güçlü bir tutku var mıdır? Öyle ki bir aksilik durumunda tünel dışında kolluk kuvvetlerinin kuracağı bir pusu sonrasında kafanıza bir kurşun sıkılması olasılığı küçük bir ayrıntı halini alıyor.
Köklerinden koparılan ağaç
Sonrasında yurtdışına çıktın. Neler hissettin başka bir ülkeye giderken?
26 Haziran 1980 tarihinde Adana cezaevinden kaçtıktan sonra ülke dışına çıkmak için fazlasıyla olanaklarımız vardı. Ne ben ne de benimle birlikte kaçan Adem Kütük, Mustafa Özenç ve Mahmut Hızlı yurtdışına çıkmayı bir kez bile söz konusu etmedik. Bizler ülkemize gönül vermiş insanlarız. Bu güzel ülkenin (tabii ki herkesin yaşadığı ülke güzeldir) insanlar için yaşanılmaz kılınmasına itiraz ediyoruz, eşitlik, özgürlük ve dayanışmanın hakim olduğu bir ülke haline gelmesinin mümkün olduğunu savunuyoruz. Herkesin yaşadığı yerde bunun çabasını vermesi durumunda başka bir dünyanın mümkün olduğunu düşünüyoruz.
Kırşehir Cezaevi’nden kaçtıktan sonra ülkede kalma olanaklarımızın olmadığının farkında idik. Bu nedenle henüz içerideyken yurtdışına çıkmak planımız dahilindeydi. Bizler için çok zor olmasına rağmen bunu kabullenmekte başka seçeneğimiz yoktu.
Her şeyimi geride bırakıp uzaklara gitmek! Kendimi köklerinden koparılan bir ağaç gibi hissettim. Ayrıca her şeyini geride bırakıp her şeye sıfırdan başlamak durumunda kalacaktım.
20’li yaşlar insanların koşar adım ilerledikleri yaşlar iken bizler bu yaşları içeride emekleyerek geçirdik. Bunun öyle olduğuna özellikle Haziran direnişi sonrasında daha bir görünür duruma gelen gençlerin yaratıcılıkları en büyük kanıt.
“Gözüm kulağım memlekette”
Mülteci olmak nasıl bir durum?
Mültecilik hiç kimseye önermeyeceğim bir statü. Ben Almanya’ya geldikten sonra görüştüğüm bazı arkadaşlar yurtdışına çıkmak istediklerini söylediler. Eğer az da olsa memlekette yaşama olanakları var ise kalmaları konusunda ikna etmeye çalıştım. Başka mültecilere göre daha çok olanaklara sahip olduğumu söyleyebilirim. Her şeyden önemlisi benim gibi düşünen arkadaşlarımla birlikte birçok sorunun üstesinden gelebildik. Ama her şeye rağmen memleketine ve oradaki sevdiklerine uzak olmak katlanılması zor bir durum.
Memleketinden uzak olan insanlar memlekete karşı daha duyarlı hale geliyor. Sıla sözcüğü daha derin anlamlar yükleniyor. Türkiye’den sürgün edilen Rumlar Yunanistan’da kıyıda oturup rakılarını içerken Türkçe müzik dinleyip gözyaşlarını tutamazlar. İster Yunanistan isterse de başka ülkelerde bulunsunlar mültecilerin yaşadıkları da farklı değil.
Burada iken memlekette bulunan birçok yakınımı yitirdim. Kız kardeşimin yaşamını yitirdiğini iki yıl sonra öğrendim. Üzülmeyeyim diye gizlemişler…
Burada kurumsal ve toplumsal ırkçılık oldukça güçlü, devletin sosyal alanlardan çekilmesiyle daha da güçlendi. Karınca kararınca buradaki sorunlara ilişkin mücadelenin içinde yer almaya çalışıyorum. Yanı sıra gözüm kulağım memlekette… (Gİ/AS)
* Olmazsa Yeniden Dene kitabının internet sitesine buradan ulaşabilirsiniz.