PKK'nin hapisteki lideri Abdullah Öcalan, anayasa değişikliği referandumunun gerçekleşeceği 12 Eylül'le PKK'nin eylemsizliği için verdiği son tarih olan 20 Eylül arasının "çok önemli" olduğunu, bu tarihe kadar bir gelişme olmazsa sorumluluk almayacağını, devletin kendisiyle görüşmeleri sürdürmesi halinde rol alabileceğini söyledi.
Öcalan, referandum için de Barış ve Demokrasi Partisi'nin (BDP) aldığı boykot kararının "derinleştirilmesi, aktifleştirilmesi" gerektiğini ifade etti.
Fırat Haber Ajansı'nın avukatlarının Öcalan'la bu haftaki görüşme notlarına dayandırdığı haberine göre, Öcalan'ın sözlerinden bazıları şöyle.
İki taraf da bana yükleniyor: Sağlığımla ilgili bilinen şeyler devam ediyor, değişen bir şey yok, durum aynı. Yukarıdan, yüksek olan pencereden gelen hava akımı aşağıya doğru basınç uyguluyor, nefessiz bırakıyor, baskı var, boğuyor. Nefes almakta zorlanıyorum, ancak dayanıyoruz. Ne kadar dayanabilirim bilmiyorum. Bu nefessizlik durumundan öteye, üzerime yüklenen siyasi sorumluluk, baskı beni daha çok zorluyor. İki taraf da hem PKK hem devlet burada bana yükleniyor. Ben iki hafta daha bu sorumluluğu taşıyabilirim, tabi gelişmelere bağlı. Gelişme olursa rolümü oynarım ama Başbakan Erdoğan'ın son dönemdeki çıkışlarına baktığımda hayrete düşüyorum, Kılıçdaroğlu'ndan bile geri konuşuyor. Bir taraftan görüşüyorlar, diğer taraftan niye böyle yapıyorlar, milliyetçi söylemler geliştiriyorlar, milliyetçiliği körüklüyorlar? Tamam milliyetçi oyları hedeflediğinden yapıyor olabilir ancak böyle yapmamaları gerekiyor, bu yaklaşım herkese kaybettiriyor. Böyle kısa vadeli hesaplarla sorunu nasıl çözecek! Bu son konulara ilişkin açıklamalarına bakıyorum, oldukça hayrete düşüyorum. Böyle ucuz yaklaşımlarla çözüm gelişmez, milliyetçi söylemlerle olmaz.
Boykot derinleştirilmeli: Boykot fikrini sadece benimsemek ve buna destek yetmez, boykot daha aktifleştirilmeli ve derinleştirilmelidir.
BDP sadece boykotla yetinmemeli: Urfa'da birçok yerde boykotun kırılması için paralar dağıtılıyor. Urfa'da bunun için 8 trilyon para harcandığı söyleniyor. Bazı kesimleri de kendilerine bağlayarak Kürtlerin boykot tavrını yumuşatmaya çalışıyorlar. İşte o esnaf-tüccarlar da açıklama yaptılar. Buradan onlara sesleniyorum, kendilerini kullandırtmamaları gerekir. Yine Kürtler adına, alakası olmayan isimleri kullanarak, gazetelerde, tv'lerde konuşturarak bu birliği bozmaya çalışıyorlar. Kürtlerin siyasal tavrını parçalamaya çalışıyorlar. İşte 2003, 2004'lerde de PKK'yi ikiye böldüler. Kürtler içindeki islami duyguları kullanarak, AKP'ye taban yaratılmaya çalışılıyor. Yine imamları kendi yanlarına çekmek istiyorlar. İmamlar da kendi üzerlerinde oynanan bu tehlikeli oyunların farkında olmalılar, kendilerini korumalılar. Hakkari'de bir imam öldürüldü. Bunu PKK'nin üzerine yıkmaya çalışıyorlar. Bu tür oyunlara karşı uyanık olunmalıdır. BDP sadece boykotla yetinmemelidir, bu tür oyunları teşhir etmek için de mücadele edebilir, bunlar teşhir edilmelidir. Bursa'da mevsimlik işçiler ahırlarda yaşatılıyormuş. Yerleşim yerlerinin dışında yaşıyorlar ve sırf Kürt oldukları için minübüslere alınmıyormuş. BDP bu sorunlara el atmalıdır, gidip yerinde incelemelidir. Halkımızın yaşadığı bu sıkıntılara duyarlı olmalı ve onlara sahip çıkmalıdır. Öyle sadece boykotla yetinmemeli, Kürtlerin tüm sorunlarıyla ilgilenmeli, örgütlemeli, birbirinden haberdar olmalıdır.
Adım atılırsa rol alabilirim: Önümüzdeki bu son iki hafta oldukça önemli. 15-20 Eylül'de birçok şey netleşir. Referandum sonrası 12-20 Eylül arası bazı şeyler daha çok netleşir. Ben de halkımıza bu tarihe kadar bekleyin diyeceğim. Eğer bu tarihe kadar bir gelişme olmazsa ben sorumluluk almayacağım. Ve KCK alacağı kararlara göre kendi sorumluluğunu üstlenmelidir. Eğer belirli adımlar Hükümet tarafından atılırsa o zaman rolümü oynamaya çalışacağım. Benimle yapılan görüşmeleri, biraz da ilk buraya getirildiğim dönemdeki gelişmelere benzetiyorum. Buraya ilk getirildiğim dönemler askeri heyet, bir süre benimle diyaloğa geçti, bir süre görüştüler ardından görüşmeler aniden kesildi. Ve bir daha uzun süre görüşme olmadı, buna bir anlam veremedim. Şimdi de benzer bir durum yaşanabilir. Ve bunun ardından topyekün bir saldırı olabilir, bunlar ihtimal dahilinde olabilecek şeylerdir. Son genelkurmay başkanının 17 Ekim süresinin uzatılmasını istemesi de bunun işareti olabilir. Diyalog ve görüşme olmazsa kapsamlı bir yönelim olursa benim burada yapabilecek bir şeyim kalmaz. Görüşmeler devam ederse ben burada aklımı, mantığımı kullanarak rol alabilirim. Kamuoyuyla da yaptığım bu görüşmeleri açıkça paylaşırım, bütün gelişmelerden de kamuoyunu bilgilendiririm.
Cumhurbaşkanı inisiyatifini kullansın: Bütün bunların yanında siyasi partilerin polemiklerine, ağız dalaşlarına baktığımda oldukça ucuz, dar, çıkarcı yaklaşımlar görüyorum. Türkiye'deki bu partiler devleti içinden çürütmüşler, yozlaştırmışlardır. Belki devlet değiller ancak devlete zararları büyüktür. Burada ilan ediyorum, bu partiler devletin içini oymuşlar, devletin devletliği de kalmamış. Ben bunlara "politik parti oligarşisi" diyorum. Türkiye'deki bu siyasi partiler ülkeyi bir kaosa sürüklüyorlar. İktidar olamazsa bile oligarşik egemenlikleri her zaman mevcuttur. Bu siyasi parti oligarşisi gerçeğini iyi görmek gerekir. AKP de bu oligarşinin bir parçası durumundadır. AKP öyle dile getirildiği gibi, söylendiği gibi çetelerin, statükoculuğun üzerine gitmiyor. Tam tersi AKP, Ergenekon gibi oluşumlarla pazarlık yaparak, tavizler koparıp, tavizler vererek kendi varlığını sürdürüyor. Teslim olmuşlardır. Varlığını bu teslimiyete dayandırarak sorunların köklü çözümünü gerçekleştirme şansını yitiriyor. Erdoğan'ın kullandığı dile bakıyorsunuz, çok ucuz. Ancak Kürt sorunun çözümü için Sayın Başbakan'ın, Sayın Cumhurbaşkanı'nın daha aktif rol almaları gerekiyor. Bu konuda bütün tarafları üzerlerine düşen sorumluluğu gerçekleştirmeye çağırıyorum. Devlet de Hükümet de Başbakan da kendi sorumluluklarını yerine getirmek zorundadır. Son olarak tekrar ediyorum. Cumhurbaşkanı "insiyatifimi kullanacağım" diyor. Cumhurbaşkanı'na buradan sesleniyorum. İnisiyatifini kullansın. Sorumluluk alabilir, devreye girebilir.
Tercihim yasal, anayasal zeminde çözüm: Bu son iki hafta çok önemli. İki hafta daha bekleyeceğim. Buradaki çabalarım; yasal, anayasal bir zemin yaratıp bu zeminde sorunun çözülmesi yönündedir. Tercih ettiğim yol, yasal-anayasal yoldur. Önümüzdeki günlerde olumlu gelişmeler olmazsa benim burada yapabileceğim bir şey kalmayacak. Eğer bazı gelişmeler olursa ben de rolümü oynamaya çalışırım. Süreç tıkanırsa o zaman devlet de KCK de kendi yaptıklarının sorumluluğunu almak zorundadırlar. AKP'nin önünde tarihi fırsatlar var, bunları değerlendirebilir. KCK de bundan sonra attığı adımların sorumluluğunu almalıdır. Çözümün gelişmemesi durumunda Kürdistan'da ikili iktidar durumu ortaya çıkar. Bir taraftan KCK iktidarı diğer taraftan devlet iktidarı olur, bu şekliyle yürür. İşte Kosova, Kuzey Kıbrıs örnekleri var, devletten bir beklenti içine girmezler. Gelişmeler gösteriyor ki yeni bir çatışma süreci ihtimal dahilindedir. KCK de bundan sonra bir karar alırsa bu devrimci bir karar olmalıdır. Geçmişteki gibi kontra, jitemvari eylemlere bulaşılmamalıdır. Ben yine buradan belirtiyorum, böylesi bir durumda da sorumluluk kendilerinindir. Ben böyle yapın demiyorum. Benim geliştirmek istediğim tarz, yasal-anayasal düzlemde sorunu çözmektir.
Halkı zor duruma sokacak eylemlerden kaçınmalı: Halkı zor duruma sokacak eylemlerden kaçınmalıdırlar. Ben geçmişte de bahsettim, bizim gerillacılık, savaş anlayışımızı kendi içimizden çıkan çeteler yıprattı. Ben doğru-devrimci savaş tarzında eğitip gönderdiğim bazı tipler benden ayrılır ayrılmaz benim adımı da kullanarak söylediklerimin tam tersini yaptılar. Bir köydeki korucuları cezalandıracağım diye içimizde türeyen çeteler yapıyordu bunları. Hogir, Kör Cemal, Şahin Baliç, Şemdin Sakık... Bunlardan daha önce bahsetmiştim. Bunların Jitemle kol kola bu tarz kontravari eylemleri yaptıkları daha sonra açığa çıktı. Bazıları da iktidar hırsıyla yaptı. PKK Ana Karargahı olarak bunlara hakim olamıyorduk. Biz böylesi eylem emirleri vermiyorduk, bize rağmen böylesi eylemler yapıldı ve savaş yozlaştı.
Tarihten bir örnek verecek olursam, Şeyh Sait daha Diyarbakır'a girmeden Diyarbakır şehir merkezinde bugünkü jitemvari tarzda hırsızlık ve talan yaparak onlara malettiler. Şimdiki KCK de kendi içindeki sızmaları, jitemvari kontra oluşumları önleyebilmelidir. Üzerinde hiçbir şaibe bırakmamalıdır. Salih Özdemirlerin olayları gibi olaylar yaşanmamalıdır. Batman'daki bu olayda iki yönden araştırılmalıdır. Birincisi şudur: Evet eylemi PKK yapmış olabilir, eylemi yapanlar bilmeyerek de yapmış olabilirler. Ancak içlerinde sızma olabilir ya da yönlendirilmiş olabilirler, bu araştırılmalıdır. İkinci araştırılması gereken husus ise Salih Özdemirleri akşam vakti öyle apar topar eylem yerine gönderten etkenler, sebepler açığa çıkarılmalıdır. Akşam vakti öyle apar topar onları oraya kim gönderdi? Ne oldu da hemen eylem yerine koştular. Bunlar araştırılmalı, açığa kavuşturulmalıdır.
KCK 20 Eylül'den sonra demokratik özerkliği ilan edebilir: KCK'nin bu ateşkes sürecinden sonra demokratik özerkliği ilan etme olasılığı var. İlan edilecek demokratik özerklik Türkiye'nin cumhuriyet tarihine de bir eleştiri olacaktır. Demokratik özerklik ilanı 1919-1922'nin güncellenmesi olacaktır. Biliniyor ki o yıllarda Erzurum'daki Kongre'ye, delegeliği düşen düşen Bitlis delegesinin yerine Mustafa Kemal, Bitlis delegesi olarak yani Kürt delegesi olarak Erzurum Kongresi'ne katılıyor. İşte biz bu tarihin güncellenmesini istiyoruz. Niye güncellenmesi gerektiğini söylüyorum, bu yıllar arasında demokratik özerkliğin tarihsel kökleri var. Bir de 1925'teki kırılmanın-provokasyonun-komplonun, ilişkilerdeki bozulmanın iyi anlaşılması gerekir. Demokratik özerklikte devlet karşıtlığı yoktur. Kürtler, güvenliğinden spora kadar tüm alanlarında devlete ihtiyaç duymadan kendi toplumsal örgütlülüklerini geliştirmeliler. Sosyal, ekonomik, kültürel örgütlenmelerini gerçekleştirmelidirler. Kendi iç güvenliklerini sağlamalılar. Bunun için devletin bunları kabul etmesini beklememelidirler. BDP de siyasi mücadelesini geliştirebilir. Burada demokratik siyasi seferberlikten bahsediyorum. Demokratik özerklik ile birlikte Kürtler ulus olma hakkını, tarihsel haklarını, diğer kimlikler de kendi demokratik haklarını, azınlık haklarını elde ederler. Kürtler sosyal, siyasal, kültürel konumları gereği demokratik özerkliğe en yatkın toplumsal kesimdir. Kürtler bu özelliğiyle demokratik özerkliğin ve Türkiye demokrasisinin öncülüğünü yapabilirler. Kürtlerin demokratik özerkliği, kademe kademe Türkiye'nin her tarafına yayılabilir. Sadece Kürtlere ait bir proje değil. Aslında İlker Başbuğ'un korktuğu, tehlike olarak gördüğü husus budur.
Roj TV Afganistan'la ilgili: Roj TV hakkında açılan davaya ilişkin de şunu belirtebilirim. Afganistan'la ilgilidir. Afganistan'da Türkiye'nin askerine ihtiyaçları var. Rasmussen de oradan sorumlu. Bu gelişmeler onunla alakalıdır. Çok tarihi günlerden geçiyoruz. Kürtler kararlarını kendileri vermelidirler, kendilerini bekleyen tehlikeleri görmek zorundadırlar. Dörtyol, İnegöl benzeri olaylarla amaçlanan, Kürtleri erken isyana teşvik edip, erkenden isyan ettirip, boğuntuya getirmektir. Dörtyol ve İnegöl'de üçyüz-dörtyüz kişinin öldürülmesi planlanmıştı. Biz de burada kendimize göre aldığımız bazı önlemlerle bunları engellemeye çalıştık. KCK, BDP bunları yeterince anlayamıyor. Bunlarla Kürtlerin katliamı hesaplanıyor. Katliam dışında kalan Kürtleri de Güney'deki Federe devlete sürerek oraya hapsetme planları var. Kürtlere de bu şekilde Ermeniler gibi yapmak istiyorlar. Böylesi tehlikeler vardır.
Demokratik özerklik: Demokratik özerklik tartışılırken Batıdaki Kürtleri de elbette hesaba katıyoruz. Biz zaten Türkiye'nin batısındaki Kürtleri düşünüyoruz, onları da hesaba katıyoruz. Tabi bu demokratik özerklik tartışmaları yanlış tartışılıyor. Çok yanlış boyutlarda ele alınıyor. Bizim ortaya koyduğumuz demokratik özerklik projesi, etnisiteye ve coğrafi sınırlara dayanmıyor. Bizim demokratik özerklik anlayışımızda tek etnisite anlayışı, tek coğrafya anlayışı yok. Bu konulara Özgürlük Sosyolojisi adlı savunmamda oldukça ayrıntılı olarak değinmiştim. Alıp okunabilir, incelenebilir. Bizim anlayışımız Kürtlük anlayışı değildir, bizde tek başına Kürtlük anlayışı yoktur. Sadece bu anlayışla hareket etmiyoruz. Bizim ortaya koyduğumuz demokratik özerklik modeli tek başına Kürtlüğe, Türklüğe, Araplığa dayanmıyor. Demokrasiye dayanıyor. Örneğin Hatay'da da, Adana'da da bir demokratik özerklik kurulabilir. Orada Araplar kendilerini ağırlıklı ifade ederler. Bizim demokratik özerklik anlayışımız tek bir inanca da dayanmıyor. Halklara dayanıyor hatta tek başına halklar diye ifade etmem de eksik kalır, değişik toplumsal tabakalara, toplumsal sınıflara, toplumsal kesimlere dayanır. Bahsettiğimiz demokratik özerklik sadece Kürdistan'a ilişkin değil, Ege, Karadeniz, Orta Anadolu'ya da ilişkindir. Burada önemli olan kapitalist moderniteyle ortaya çıkan ulus-devlet anlayışının sorgulanması ve aşılmasıdır. Tartışmalar bunun üzerinden gelişmelidir.
Demokratik özerkliği kendimizle sınırlandırmıyoruz: Biz kapitalist moderniteyle ortaya çıkan dört yüz yıllık ulus-devlet deneyimini sorguluyoruz. Ulus-devlet modelinin halklara, toplumsal sınıflara, toplumsal tabakalara, toplumsal kesimlere dar geldiğini, yetmediğini görmek zorundayız. Nitekim Avrupa bile bu konuları tartışmaya ve aşmaya başladı. Ulus-devlet merkezli kapitalist anlayış aşılmak zorundadır. Sosyolog Weber'in benim de katıldığım "Demir Kafes Teorisi" var. Bu teoriye göre ulus-devlet, toplumu boynundan demir kafese alıyor ve kendine tutsak ediyor. Toplum bu demir kafesin içinde esir ediliyor. Ulus-devletin toplum üzerindeki tahribatı bu teoriyle izah edilebilir. Ulus-devletin kurduğu bu kafes topluma dar geliyor. Bizim de yapmaya çalıştığımız ulus-devletin bu tahribatlarını gidermektir. Türkiye'de de mevcut ulus-devlet anlayışı sorunları çözmekten ziyade sorunun kaynağını teşkil etmektedir. Bu sistem Ortadoğu ve Türkiye toplum gerçekliğine aykırıdır, aşılmak zorundadır. Türkiye mevcut haliyle hiçbir kesime cevap olamamaktadır, Hiçbir kesimi tatmin edememektedir. Türkiye'de varolan bu ulus-devlet anlayışı, her taraftan yontulmaya başlanmıştır. Böyle bir süreç başladı Türkiye'de. Her kesim bir köşeden bu ulus-devleti yontmaya çalışıyor. Burada biz Kürtlere düşen görev belki de bu konularda öncülük etmektir. Biz demokratik özerklik projesini kendimizle sınırlandırmıyoruz. Salt Kürtlük etnisitesine dayandırmıyoruz. Kürtler bugün bunun öncülüğünü yapabilir ancak bu demokratik özerklik anlayışı bütün Türkiye'yi kapsayan bir projedir. Burada görülmesi gereken ulus-devlet anlayışıyla Türkiye'nin yönetilemeyeceğidir. Demokratik özerklik, ulus-devlet karşısında en doğru, uygulanabilir bir seçenektir. Sadece Kürtler için değil her yerde, Türkiye'de, Ortadoğu'da uygulanabilir bir seçenektir.
Toplum kendini yönetecek: Demokratik özerklik yönetiminde önemli olan toplumun yönetim iradesidir. Toplum devletin belli yetkilerini ele geçirip kendi yönetim anlayışını geliştirir. Devletin elinde kalan yetkiler sınırlı bazı yetkiler olacaktır. Toplum, merkezi devleti sınırlayarak kendi yetkileriyle kendini yönetecektir. Önemli olan devletin sınırlandırılmasıdır. Ben buna merkezin yetkilerini topluma devretmek diyorum. Burada sadece halk da demiyorum, toplum diyorum. Bahsettiğim gibi Kürtler sadece Türkiye'de bunun öncülüğünü yapıyorlar. Bu proje Türkiye ile de sınırlı değildir. Irak için de Ortadoğu için de geçerlidir. Burada da uygulanır, gelişir. Bu gelişmeler birbirlerini besler, birbirlerinden haberdar bir şekilde gelişir. Ben ulus-devleti hemen ortadan kaldıracağız demiyorum fakat ulus-devleti olduğu gibi de kabul edemeyiz. Ulus-devlet belki hemen aşılamaz, bunun farkındayız ancak ulus-devletle yetinmeyeceğiz. Ulus-devleti idare etmeye de niyetimiz yok. Türkiye'de de yaratılmaya çalışılan "tek ulus inşaası"dır. Cumhuriyet tarihinde yaratılmak istenen ulus kimliği Türklük kimliğidir. Hatta ben buna daha önce 'Türk olmayan Türkçü ideoloji' demiştim, böyle tanımlamıştım. Burada yanlış anlaşılmasın daha önce de dile getirmiştim, Yahudi düşmanlığı, anti-semitistlik yapmıyorum ancak tarihsel bir gerçeklik olarak 'Türk olmayan Türkçü ideoloji'de Yahudilerin rol aldığını söylemek zorundayım. Ben daha önceleri buna "Anadolu Siyonizmi" de demiştim. Yahudiler bu Türkçü ideolojiyi geliştirerek Türkiye'de ulus-devleti inşa ettiler. Türkiye'deki ulus-devletin temelinde bu ideoloji vardır. Bu faşist-Türkçü anlayış biliniyor, İttihat ve Terakki'de de ifadesini bulur. Bir ulus inşa etme adına bütün farklı dil ve kültürler, kimlikler ve inançlar tek tipleştirilmeye çalışılmıştır. Bu İttihat ve Terakki faşizmi Hitler faşizmine bile fikir babalığı yapmış, Hitler faşizmini cesaretlendirmiştir. Biz demokratik özerklik derken bu tarihsel haksızlığa vurgu yapıyoruz: 'Cumhuriyetin kuruluşunda varsınız ama içinde yoksunuz' haksızlığıdır bu.
AKP diktatörlüğe gidiyor: Bütün bu gelişmeler gösteriyor ki AKP, diktatörlüğe doğru gidiyor. Türkiye'de İttihat ve Terakki'den bu yana yüz yıllık bir çete kültürü var. İktidarda olmasalar da iktidar adına cinayetler, katliamlar işliyorlar. Ben bunlara "örtülü-gizli soykırım çeteleri" diyorum. İttihat ve Terakki'den bugüne kadar gelen gelenek "örtülü-gizli soykırım rejimi"dir. Gelirken de emin olmak için tekrar bir göz attım. Enver Paşa'nın amcası Halil Paşa anlatır; "İttihat Terakki adı geçmesin, ittihat terakki adına olmasın diye biz yöntem olarak şunu geliştirmiştik", "Yunanlı askerlerin kılığına girip cinayetler işlerdik. Bu cinayetleri Yunanlılara mal ederek, Yunanlılar adına işlenmiş gibi gösterirdik, üzerlerine Yunan isimleri yazılı mektuplar bırakırdık" demektedir. Günümüzde de bu tür örtülü-gizli cinayetler işlenmektedir: Siirt-Pervari'deki tecavüzler, Şırnak'taki tecavüzler, yine hatırlanırsa Maraş'ta dört kızkardeşin el ele tutuşarak suya atladığı -bu intihar olarak basına yansıtılmıştı ancak intihar değil- söylenen olay, yine bu son Konya-Kulu'daki dört kardeşin ölümü. Bu son olayda dört çocuğun oyun amacıyla oraya girdiği çok inandırıcı gelmiyor.
Bu tür olaylarla ne amaçlanabilir? Birincisi Batıdaki Kürtleri korkutmak ve göçertmek olabilir. İkincisi Örtülü soykırım çetelerinin faşist, tekçi Türkçü zihniyetinden kaynaklı olabilir. Bu katiamları KCK de BDP de anlayamıyor, anlamaya da çalışmıyor. Bu konular üzerinde kafa yorulmalıdır. İşte bütün bu olayların hepsi planlı, programlı bir soykırımdır, cinayetlerdir. Devletin direkt içinde olmasalar bile Türkiye toplumunda yaratılan Kürtlere karşı "soykırım çeteleri"nin işidir. Bu olayların çok yönlü araştırılarak ortaya çıkarılması gerekir. Bu olaylar öyle kendiliğinden gelişen olaylar değildir. Cumhuriyet tarihinde bu tarz cinayetler, soykırım uygulamaları sadece Kürtlere karşı uygulanmadı. İşte Maraş'ta, Sivas'ta -insanlar yakıldı-, Çorum katliamları, 1938'de yaşanan Dersim katliamı - Dersim'de çocukların çok vahşice öldürüldükleri anlatılır-, bütün bunlar birer örnektir. Yine Ermenilere yapılan katliamlar, uygulamalar ortadadır. Son olarak Hrant Dink kalmıştı, onu da katlettiler. Hrant Dink, ayakta kalan son Ermeni'ydi. Türkiye'de yaşayan diğer Ermeniler zaten korkularıyla yaşıyorlar. Hrant Dink tek Ermeni'ydi. Bu özelliğinden dolayı hedef alındı, katledildi. Bu da son Ermeni katliamıdır. Sonra ne oldu? Hrant Dink'in katili Ogün Samast emniyette polis tarafından omuzlara alındı, kahraman ilan edildi! Yine Malatya'da Zirve Yayınevi'ne yapılan baskın, vahşice boğaz kesme, işte rahip Santori cinayeti. Bunların hepsi "Türklük" adına yapılan soykırım uygulamalarıdır. Bu çeteler, tarihten bugüne örgütlüdürler ve her dönem Türkiye'yi esir aldılar ya da almaya çalıştılar. İşte "Hizb-i kontra", Türk İntikam Tugayı, TİT deniyordu. İşte Akın Birdal'in vurulması vardı. Bu ölümleri bile anlamıyorlar. AKP'nin bugün temsil ettiği birinci kimlik "Türklük", ikincisi ise "İslam", yani "Türk-İslam"dır. AKP bugün bu iki kimliği yani Türk-İslam kimliğini temsil etmektedir. AKP ile bu çeteler arasındaki savaş da bir iktidar savaşıdır. Yoksa sanıldığı gibi statükoya karşı, yeni, değişimci bir mücadele değildir. Bu bir iktidar savaşıdır, ben buna "çeteler savaşı" diyorum hatta bu tanım da karşılamaz, "iki hegemonik gücün savaşı" diyorum. AKP bu hegemonik savaşı kazanırsa iktidarını sağlamlaştırır, diktatörlüğünü ilan edecektir. Bu hegemonik savaşı kaybederse işte bahsedilen Yüce Divan yolu gözükür, yargılanır. AKP de bütün bunların bilincindedir. AKP diktatörlüğe doğru gidiyor. Bütün gelişmeler bunu gösteriyor.
BDP olayları aydınlatabilir: Kürtler kendilerine yıllardır uygulanan bu soykırım rejimini iyi görmelidir. İşte son olarak Konya'daki dört kardeşin ölümü dikkat çekicidir. BDP bu olayları aydınlatmaya çalışabilir. Toplumun her tarafında, her yerinde ağ ağ örgütlenebilir, hakim olabilir, böylesi olaylar olduğunda hemen müdahale edebilir. Hukukçular da olayların mantığını anlayabilir. Bu tür olayların peşini bırakmamalıdırlar. Bu tür olaylar öyle kolay açıklanamaz! Bunların hepsi planlı, belli güçler tarafından organize edilen cinayetlerdir. Örneğin Şırnak'taki yatılı bölge okulundaki tecavüzler, bunlar tek başına yatılı bölge okulu gerçekliğiyle açıklanamaz. Bu tür olaylarda çok değişik etmenler, etkenler de vardır, cinsel sapıklık, sadistlik, vahşilik gibi nedenler de var. Avukatlar da bu tür olayların üzerine gidebilir. Örneğin akıllı, çalışkan bir avukat tek başına bu olaylardan sadece birinin üzerine gidip, aydınlatsa, açığa çıkartsa İtalya'daki temiz eller operasyonu gibi diğer bütün kirli işlerin hepsi çorap söküğü gibi aydınlatılabilir. Ama doğru düzgün bir ilgilenme bile yok. Bu da örgütlülüğün zayıf olmasıyla alakalıdır. Toplumun içinde ağ gibi örgütlenilirse bütün bu olaylar hemen aydınlatılabilir ve halkımıza sahip çıkılabilir. (TK)