Yılın tebriklerin peş peşe dizlidiği o zamanı geldi, bilimin en parlak beyinlerinden kimileri Nobel ödülüne layık görülüyor. Kazananların birkaç ortak noktası var: Şüphesiz hepsinin etkileyici çalışmaları var, hepsi erkek, yüksek gelirli ülkelerde yaşıyorlar ve hiçbiri siyah değil.
Gary Ruvkun ve Victor Ambros, mikroRNA'ları ve kanser tedavisine yardımcı olabilecek genleri kontrol etmede oynadıkları rolü keşfettikleri için fizyoloji veya tıp ödülünü kazandılar. Bu keşfe yol açan bir dizi makalenin çoğunda yazar listesinde Ambros'un eşi Rosalind Lee var. Nobel fizyoloji veya tıp komitesi Lee'yi sosyal medyada tanıttı ama bir madalya verecek kadar ileri gitmedi. Kimbilir belki de her eve bir madalyanın yetttiğini düşünmüş olabilier.
Lee'nin ihmal edilişi tanıdık gelebilir. 1962'de James Watson, Francis Crick ve Maurice Wilkins, Nature'ın aynı sayısında yayınlanan üç makaleyle DNA'nın moleküler yapısını keşfettikleri için aynı ödülü almışlardı. Birinin ortak yazarı Wilkins, birinin yazarı Watson ve Crick ve DNA'nın iki zincire sahip olduğu bir görüntüyü yakalayan da Rosalind Franklin'di. Watson ve Crick, DNA görüntüsünü yayımlanmadan önce ele geçirmiş ve çift sarmaldan oluşan DNA modellerinden dünyayı haberdar etmişlerdi. Franklin ise, Nobel ödülünden yoksun bırakılmıştı.
Kimbilir komite Rosalind adından hoşlanmıyor da olabilirdi. Ancak 1901'de ihdas edilmesinden bu yana Nobel ödülü kazanan 972 kişiden sadece 64'ü kadın. Bu yıl makine öğrenimiyle ilgili keşifleri dolayısıyla John Hopfield ve Geoffrey Hinton'a verilen fizik ödülünün kadınlara isabet oranıysa özellikle kötü. Bu ödülü şimdiye kadar sadece beş kadın kazandı.
Kadınlar bilimde hiç değilse biraz olsun takdir gördüler ama hiçbir siyah Nobel kazanmadı ve barış, edebiyat ve ekonomi alanında da toplamda yalnıca 17 siyah ödül kazandı. Birçok kişi, kan plazmasının uzun vadede nasıl saklanacağını keşfeden bir Afro-Amerikalı Charles Drew'un tıp ödülünü almış olması gerektiğini, bitkilerden tıbbi bileşiklerin nasıl sentezleneceğini bulan Percy Julian'ın da kimya dalında ödülden mahrum bırakıldığını savunuyor.
Kazananları belirlemede coğrafyanın da önemli bir rolü var gibi görünüyor. Ödüllerin yarısından fazlası Kuzey Amerikalılara gitti ve düşük gelirli ülkelerden gelen bir avuç Nobel Ödülü sahibinin de çoğu, ödülü aldıklarında Kuzey Amerika ya da Avrupa'ya taşınmışlardı.
Bilim alanındaki Nobel ödüllerinin yarısı sadece beş araştırma alanına gidiyor
Tüm bunların yalnızca bilimin demografisini yansıttığını söyleyenler olabilir. Örneğin araştırmacıların yüzde 30'undan azı kadınlardan oluşuyor. Ancak hak edene hakkını vermemek olmaz, hele özellikle fizyoloji veya tıp Nobel komitesi Lee'nin öncülüğünü yaptığı bir makaleyi Ruvkun ve Ambros'un başarılarının gerisindeki temel yayın olarak işaretlemişse hiç olmaz.
Fizik ve kimya ödüllerini yöneten İsveç Kraliyet Bilimler Akademisi, hiç değilse bu çeşitlilik eksikliğinin bir sorun olduğunu kabul ediyor. 2019'dan beri aday gösterenlerden adayları seçerken cinsiyet, etnik köken ve coğrafyayı göz önünde tutmaları isteniyor ve adaylar kendilerini aday gösteremiyorlar. Kağıt üzerinde kulağa hoş geliyor, ne var ki, o zamandan beri bilim kategorilerinde yalnızca altı kadın ödül aldı ve hiçbir siyahın payına ödül düşmedi.
Bunun neden önemli olduğunu merak edenler için, ödüller güzel bir mükafat olsa da bilim insanlarını yönlendirmemeleri gerekir. Yine de Nobel ödüllü olmak araştırmacılara kapılar açar ve çalışmalarını kamuoyunun zihnine yerleştirir. Birçok kişi açısından Nobel Ödülleri, yılın bir bilim insanının adını manşetlerde gördükleri tek zaman olabilir ve ödüller bilim algımızı şekillendirmede büyük bir rol oynar.
DNA'nın öncüsü Rosalind Franklin gerçekten bilimsel hırsızlığın kurbanı mıydı?
Sorunun bir kısmı, Alfred Nobel'in iradesiyle dikte edilen ödüllerin yapısının, modern araştırmanın gerçekliğini yansıtmayan bir "tarihteki büyük adamlar" yaklaşımını dayatma eğiliminde olmasıdır. Kurallar, bir ödülü en fazla üç kişinin paylaşmasına izin verdiğine göre, Lee'nin ödül kazanan Ruvkun-Ambros ikilisinden neden dışlandığı bir türlü açıklanamıyor. Ayrıca, ödüller kişiye ölümünden sonra da verilemiyor, değilse 1958'de 37 yaşındayken rahim kanserinden ölen Franklin'e hak ettiği ödül çoktan verilmiş olabilirdi.
Elbette bu tür sorunlar yeni değil ve Nobel komitelerinin patronlarının isteklerinden sapması pek olası görünmüyor, ancak bu, bölünmeyi görmezden gelmek için bir neden değil.
Komitelerin sadece adalet uğruna değil, ödüllerin ciddiye alınmaya devam etmesini istiyorlarsa seçimlerini çok daha geniş bir alana yaymaları gerekiyor.
(AT/AEK)