Nil Sakman imzalı "Kendine Ait Bir Kalem: Kadın Yazımı Üzerine" kitabı İthaki Yayınları'ndan çıktı.
Kitabında neredeyse yok sayılan Kuruluş Dönemi kadın yazınını inceleyen Sakman, iktidar ve toplumsal cinsiyet rollerinin edebiyatta nasıl tezahür ettiğini tartışıyor.
Deneyim ile edebi üretim arasındaki çetrefil ilişkinin “yazan kadın” bağlamında ne anlama geldiği ve erk olanın “meşru” ve “nitelikli” alanı işgalini irdeliyor.
Kadın yazınının, bu “meşru” ve “nitelikli” alanın neresinde olduğunu tartışan Salman, “erkek egemen” yazını aşındırma yollarına da değiniyor.
Sakman ile, kitabı ve kadın yazını üzerine konuştuk.
Nil Sakman hakkındaAnkara’da doğdu. Edebiyat, Dramaturji, Cinsiyet Çalışmaları ve Siyaset Bilimi dallarında lisans ve lisansüstü çalışmalarını tamamladı. On dört yıl Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak çalıştıktan sonra İstanbul’a taşındı. Tavanarasındaki Deli Kadın, Giacomo Joyce gibi kuramsal ve edebi yapıtları Türkçeye kazandırdı. Edebiyat ve sanat dergilerinde kuramsal metinleri, öyküleri ve performans metinleri yayımlandı. Halen İstanbul’da eşi ve kedileriyle yaşıyor. |
"Kuruluş Dönemi Kadın Yazını" dendiğinde ne anlamamız gerekiyor? Kim bu kadınlar? Farkları nedir?
Tanzimat’tan Cumhuriyet’in Kuruluş yıllarına edebiyat alanında eser vermiş kadınların verimlerinden söz ediyoruz Kuruluş Dönemi kadın yazını dediğimizde. Osmanlı’da modernleşme çabaları ile birlikte hedef kitlesi kadın toplumsal cinsiyeti olan birçok dergi ve gazete çıkmaya başlıyor.
Bu mecralarda kadınlar geç Osmanlı tarihinde ilk kez ortak bir mecrada hem dünya görüşlerini ortaya koyma fırsatı buluyorlar hem de edebi verimlerini kamusal paylaşıma açma fırsatı elde ediyorlar.
Osmanlı Kadın Hareketi açısından da bu dergi ve gazetelerin büyük bir önemi var. Hem Serpil Çakır hem de Zafer Toprak’ın bu konulara odaklanan son derece kıymetli eserleri mevcut.Özelllikle Osmanlı Kadın Hareketi’ni meydana getiren dinamikleri anlamakta Serpil Çakır’ın Osmanlı Kadın Hareketi ve Zafer Toprak’ın Türkiye’de Kadın Özgürlüğü ve Feminizm (1908-1935) adlı eseri mutlaka okunmalı.
Farkları yerine bu kadın yazarların eserlerini bir dönem içinde değerlendirmemize neden olan nitelikten söz edecek olursak giderek Batı merkezli hale gelen bir edebiyat anlayışı içerisinde erkek yazarlar gibi kadın yazarların da kurucu bir rol üstlenmiş olmalarını referans aldığımızı söyleyebiliriz. Çağdaş Türkiye edebiyatının gelişim sürecini anlamak söz konusu olduğunda ise işe öncelikle bu inşa sürecinden başlamak, orada hakim olan dinamikleri iyi kavramak gerekiyor.
Edebiyatın bu kadınlara bakışı nedir?
Edebiyat çevrelerinin Kuruluş Dönemi kadın yazarlarını nasıl algıladığına birkaç boyutta bakmak lazım geliyor. Ahmet Mithat Efendi’nin Fatma Aliye’yi manevi kızı ilan ettiği ve arka çıktığı biliniyor. Ancak Kendine Ait Bir Kalem’de de ifade ettiğim üzere bu ilişkinin edebi verime etki eden dinamiklerini sorunsallaştırmadan okumak, ‘manevi kız evlat’ olmanın kadınlık deneyiminden hareketle yazan bir insan için hangi kısıtlamaları barındırabileceğini sorgulamamak halihazırda varolan eril dinamikleri yeniden üretmemize neden oluyor.
Eril dünya algısı baskın dünya görüşünü belirlediği ölçüde hem kadınlık deneyimini eril terimler çerçevesinde içselleştirmemize neden oluyor hem de kendi varoluşumuz üzerine düşünürken ve/veya bir dünya kurma telaşına girerken varolan toplum düzeninin referanslarından hareket etmemiz nedeniyle eril ve erkekegemen algıyı yeniden üretiyor.
Şu soruyu da yöneltebiliriz: Erkek bir yazarın ya da edebiyat erkinin ‘manevi kızı’ rolünü üstlenmenin, buradan hareketle bir çıkış yapmanın bedeli nedir? Feminist literatür içinde ürün veren birçok yazar bu konuları derinlemesine tartıştı, tartışıyor. İçselleştirme sorunsalı çokça işlendi, işleniyor. Mesele kendini kadın toplumsal cinsiyeti dahilinde kurmuş, yani kendine kadın diyen topluluğun bu eril algıyı içselleştirme süreçleri ile yüzleşmeyi göze alıp almaması biraz da.
Kadınlık deneyiminden hareketle yazmanın bir kadın için tercih olduğunu da düşünmüyorum. Bunlar, yani bu sızıntılar, yazarın hedeflediği kurmaca dünyasının istese de istemese de içine sızan, orada kendi söz ve eylem alanını oluşturan bir dizi deneyimden meydana geliyor.
Edebiyatın bu kadınlara bakışı ya da onları sözde kanona dahil edip etmemesi ise genellikle iki kriter etrafında biçimlenmiş. Bunlardan birincisi kadın yazarın dönemin ideolojisine uygun düşen içerikte eser verip vermemesi ile ilgili. Baskın ideolojiyi desteklemeyecek nitelikte eser verenler çoğunlukla görmezden gelinmiş. İkinci kriter ise kadın yazarın verimlerinin eril nitelikli edebiyat kriterlerine uygun düşüp düşmemesi olmuş. Bu kriterlerin sanıldığı kadar geçerli olmamasının nedenlerini Kendine Ait Bir Kalem’de tartışmaya açtım.
Özellikle "Nitelikli edebiyatın niteliğini belirleyen akıl erkek egemen ve erildir" cümleniz dikkat çekici. Burada "nitelikli edebiyat" neye karşılık geliyor ve neden erkek egemen?
Dünya kurma ve tarih yazma iddiasında olan kimse herhangi bir üretimin niteliğini belirleyen de o oluyor. Bana göre temel soru kurulan dünyadan/dünyalardan ve yazılan tarihin ‘olduğu haliyle’ yazılmasına neden olan etkinlik ve edimlerden memnun muyuz? Memnun olmadığımız noktada sorgulamaya başlıyor ve alternatif bir varoluşun izini sürme telaşına düşüyoruz. Bu edebiyat için de geçerli.
Kadınlar bu "nitelikli edebiyat" içinde kendine nasıl yer bulabiliyor? Ya da bulabiliyor mu?
Bir kısmı eril tanımlara boyun eğdiği ya da üstü kapalı uzlaşma pratikleri edindiği sürece yer bulabiliyor. Bir diğer kısmı ise uzun soluklu bir üretim süreci içerisinde varolma mücadelesi veriyor diyebiliriz. Şunu da unutmamak gerekiyor. Kimi zaman aktüel tarihi meydana getiren dinamikler hiç fark edilmeyecek bir kalemi okura armağan edebiliyor ya da çok sıradan bir kalemi göklere çıkartabiliyor. Özellikle 21. Yüzyıl koşullarında siyasi iklim edebiyat alanında kendine bir yer bulmada önemli bir unsur olarak beliriyor. Edebiyat ‘ne ‘ yazdığından çok ‘nasıl’ yazdığın ile ilgilidir. Oysa bugün ‘ne’, yani ‘konu’, ‘nasıl’ın önüne geçmiş durumda. Bu da ayrıca tartışılması gereken bir mevzu.
Siz de eril dilin özellikle son dönemde gittikçe daha fazla tartışılır hale geldiğini söylüyorsunuz. Ama bir dikkat çekici olansa kadın deneyiminin sessiz kalması üzerine değerlendirmeniz. Dilin erilliği içinde kadın deneyimi nasıl kendini var ediyor, yoksa sessizliği hala sürüyor mu?
Sessizliğin ya da suskunluğun kendisi de birçok deneyime işaret edebilir. Edebiyat biraz da suskunlukları okuma meselesi. Kadın toplumsal cinsiyetinin eril dili aşındırma pratiklerini ve kullandığı kimi yazınsal stratejileri kitapta tartıştım. Bana göre şuna dikkat etmek gerekiyor: Dili aşındırmak her vakit yeni bir dil üretmek anlamına gelmeyebilir.
Kendi içinde kapalı bir göstergeler sistemine dönüşmeyen bir dili düşünebilir miyiz? Eğer bunu düşünemiyorsak, sürekli kendini yapıp ardından yeniden ve yendien yıkan bir dil anlayışı halihazırda var olan dillin olanakları içinde gerçekleşiyorsa bunu romantize edip sanki yepyeni bir dil kuruluyormuş gibi davranmayı tuhaf bir çaba olarak görüyorum. Elimizdeki olanaklar dili aşındırmak, yeni çağrışım ve deneyim alanları açmak ile sınırlı. Bu hiç de azımsanacak bir imkan alanı değil.
Yaratılan kadın anlatısı, erkek egemenliğin hakimiyetini sürdüğü edebiyat alanında kendine nasıl yer açıyor? Etkileri, özellikle de genel geçere olan etkileri neler?
Kapitalist üretim modu putyıkıcıdır. Sürekli put yıkar ve yeni putlar üretir. Bu dinamik içerisinde marjinde ya da periferde kalanı da işine geldiğinde merkeze çekmeye ve ona tüketim nesnesi niteliğini dayatmaya çalışır. Çoğunlukla da başarılı olur. Bugün periferde kaldığını düşünmek istediğimiz birçok eser merkeze çekilmiş, dahası sözde ayrıksı bir yaşam biçimini estetize eden ikonlar yerine konmuştur. İçi boşaltılmış o kadar önemli isim var ki edebiyatta. Saymakla bitmez. (EA)