Metis Yayınları'ndan Mayıs 2017'de yayınlanan "Mülksüzleşme - Siyasaldaki Performatif" adlı kitabı Türkçeye çeviren Başak Ertür'ün yazarlar Judith Butler ile Athena Athanasiou ile söyleşisini yayınlıyoruz. Ertür, bu söyleşide Butler ile Athanasiou'nun yeni bir boyut getirdikleri "Mülksüzleşme" kavramına çeviri ile yeni bir boyutun kazandırılıp kazandırılmadığını konuşuyor. Athanasiou'un söyleşide söylediği "Türkçe çeviri yalnızca özgün bir anlamı tam olarak aktarmayıp 'özgün' metni genişleten ve güzergâhını yeniden kuran yeni bir yakınlık mekânını performatif olarak üretiyor" cümlesi çevirinin önemini ve orijinal metne kimi zaman zarar verirken kimi zaman kazanç getirdiğinin altını çizilor.
"Çeviride Mülksüzleşme" başlıklı söyleşiyi Walter Benjamin'in deyimiyle "dillerin birbirine yabancılığıyla geçici olarak hesaplaşan" çevirmenlerin ve okurlanının dikkatine sunuyoruz...
***
Başak Ertür: Size biraz çeviri sürecinden ve karşılaştığımız zorluklardan bahsetmek, böylece tercüme meselesi üzerine, yani diller, kuramsal perspektifler ve siyasal, toplumsal ve kültürel bağlamlar arası tercümenin imkânları üzerine düşüncelerinizi almak isterim. Çeviri işinin hem genel hem de metne özel birtakım zorluklar ve imkânsızlıklarla hemhal olduğu malum; Walter Benjamin’in söylediği gibi çevirmenin görevi hakikaten de “dillerin birbirine yabancılığıyla geçici olarak hesaplaşmak”tır belki de. Fakat Benjamin ayrıca bir de çevirilerde belirginleşen “dillerin akrabalığından bahsediyor.1 Benim için çeviri yapmanın bazen acı verse de hazzı, iki dilin, onları mesken edinmiş tüm “yabancı” unsur ve çağrışımlarıyla birlikte, belirli bir metin üzerinden ve bu metin vesilesiyle nasıl birbirleriyle ilişki kurabileceğini yoklamakta yatıyor, tabii nihayetinde de bu yoklama sürecinin zorunlu eksikliklerini kabullenmek gerekiyor. Bu metnin çevirisi sırasında daha iyi anladığım bir şey ise dillerin “akrabalığı”nı araştırmanın belki de en iyi yolunun, kaynak ve hedef dillerde yabancı olana gözünü ve kulağını açık tutmak, akrabalığın izlerini o yabancılık ve başkalıkta aramak olduğuydu - buna dillerin “kuir akrabalığı” diyebiliriz belki. Basit bir örnek vermek gerekirse, vulnerability sözünü Türkçede tam olarak karşılayan bir söz olmadığından, daha Judith’in Kırılgan Hayat kitabının Metis çevirisinden itibaren, İngilizce kelimenin kökenindeki Latince vulnus (yara) üzerinden ilerleyip bu kelimeyi “yaralanabilirlik” olarak çevirmiştik. Tabii mükemmel bir karşılık değil bu, çünkü anlamı bir açıdan sabitleyerek farklı imkânları yitirmiş oluyor.
Öte yandan çeviri dediğimiz şey kayıptan ibaret olmayabilir. Bu metnin İngilizceden Türkçeye çevirisindeki temel zorluklardan biri kitabın hem başlığı hem de ana teması olan, sizin iki farklı anlamıyla ele aldığınız dispossession sözüydü. Türkçede bunu en iyi “mülksüzleşme” ya da “mülksüzleştirme” sözleri karşılıyor, fakat bunlar mülkünden olma ya da birini mülkünden etme anlamlarıyla sınırlı ve burada “mülk” İngilizce karşılığı olan “property”nin nitelik, vasıf, özellik anlamlarını taşımıyor, sahip olunan dışsal şey anlamına geliyor. Siz bu kitapta dispossession temasını iki anlamıyla tartışıyorsunuz, bunlardan ilki bu daha genel mülksüzleşme ya da mülksüzleştirme anlamında, yani mülkünden, haklarından, geçim kaynaklarından olma ya da edilme anlamında. İkincisi ise nasıl zaten hep bağımlı ve ilişkisel olduğumuz, ya da asla tamamen kendine sahip, kendine yeterli ya da kendine hâkim olmadığımızın yadsınmaksızın kabulü anlamında. Türkçede “mülksüzleşme” sözünü kullanarak dispossession'ın bu ikinci anlamını çağrıştırmak kolay değil. Gelgelelim “mülk” sözüyle Türkçe çeviride kazandığımız önemli bir çağrışım var, o da bu sözün “egemenlik” mefhumuyla olan doğrudan ilişkisi. Çünkü Arapça kökeniyle mülk yalnızca sahip olunan mal anlamına gelmiyor, aynı zamanda üzerinde egemenlik kurulan, “malik” olunan alan, topraklar anlamına da geliyor. Dolayısıyla sahip olan aynı zamanda egemendir ve “mülk kelimesi bu minvalde bir dizi çağrışıma ve anlama açılır, “memleket’le ilişkisi gibi. Egemenlik ile mülk arasındaki bu ilişki İngilizcede ön planda olmasa da bu kitaptaki söyleşinize ve ortak düşüncenize hiç yabancı değil. Çeviride kaybederken kazanmaya bir diğer örnek ise İngilizcede property (mülk) ile proper/propriety (doğruluk, doğru dürüstlük, makbullük) arasındaki, metin boyunca çağrışımlarına değindiğiniz bir ilişki. Proper sözünü Türkçede karşılayabilecek muhtelif kelime var, fakat hiçbiri property, yanı mülk ile bir ilişki çağrıştıran kelimeler değil. Fakat bu metin bağlamında “doğru”, “doğru dürüst” ya da “makbul” gibi en uygun olan çeviriler yine sizin metinde proper'ı kullanış şeklinize çok da yabancı olmayan kendi çağrışım ve titreşimlerini yaratıyor: örneğin “doğru dürüst”te doğruluk, düzlük, diklik çağrışımları var; “makbul” ise kabul edilen, kabul edilebilir, tanınan anlamına geliyor.
Aslında bu gibi kayıp ve kazanmalarla hesaplaşmamı sağlayan şey sizin bu metinde söyleşme ve birlikte düşünme pratiğinizin tarzı, açıklığı ve genişliği oldu. Burada giriştiğiniz birlikte düşünme işinin farklı kuramsal diller ve siyasal bağlamlar arasında zaten yoğun bir çeviri emeğini içerdiğini fark ettim. İkiniz de çeviri ve imkânları üzerine başka vesilelerle yazıp çizmiştiniz, ama özellikle de bu kitaptaki söyleşiniz açısından düşünme (özellikle de siyasalı ve etiği düşünme) emeği ile çeviri emeği arasındaki ilişkiye dair ne düşündüğünüzü duymak isterim.
Athena Athanasiou: Çevirinin gerektirdiği zahmetli emeğe, zorluklarına ve potansiyellerine dair zihin açıcı bir dizi örnek sundun bize. Metinsel karşılaşmamızı çevirirken gösterdiğin titiz özen, çevirinin dünyeviliği meselesini böylesine derinlemesine düşünmemiz için bir vesile oluşturdu. Bunun için teşekkürler! Tercüme edilebilirlik/edilemezlik meselesini çevirinin kurucu bir yönü olarak görmeye içkin çıkışsızlıklar belki de sadece çeviriyi değil yazarlık (authorship) meselesini de ilgilendiriyor, ikisi arasında böyle tekanlamlı ve nihai bir ayrım yapmak mümkünse eğer. “Yabancı” bir dilde veya ötekinin (muhatabımın) dilinde yazdığımdan, benim için Judith ile bu kitapta ortak düşünme ve yazma pratiğimizin merkezinde yatan şey, tercüme edilebilirlik/edilemezlik siyasetiydi bir bakıma. Bununla beraber ikimiz de farklı nedenlerle ve farklı şekillerde bu söyleşiye kendine “ait” dil tarafından “sahiplenilmiş” kişiler olarak gelmedik. Dolayısıyla bu söyleşi projesinde siyasalın eleştirel epistemolojilerini birlikte düşünürken çeşitli sınırlan aşmamız ve “kendimize ait” milli dilsel tertiplerde kendimizi evinde hissetmemenin oluşturduğu bir aralıkta buluşmamız gerekti. Karşılaşmamızı belirleyen şey yalnızca (yanlış) çevirinin sınırları değil, aynı zamanda da karşılıklı etik-politik konumsallığımızla ilişkili olarak “kendi” dillerimizdeki çoklu dillerin yabancılığını paylaştığımız hissiydi. Bence kendi içinde çeviri, böyle bir şey varsa eğer, yapısal sınırlar ile olumlayıcı yaratıcılığın oluşturduğu, yetkilendirilmiş (authorised) konumları sürdürmenin teminatını baltalayan bu gibi tarihsel olarak koşullandırılmış giriftliklerde yatar.
İçerideki/dışarıdaki, üye/yabancı dizgelerini deşifre etmek ve yeni baştan mesken edinmek siyasal olarak angaje bir görevdir, “kendi” milli dilinde, hatta herhangi bir dilde kendini evinde hissetmemenin ne anlama geldiği üzerine düşünmek için de bir zemin sağlar. Bu görev çeviriyi “özgün” yapıtı “zaptetmek” olarak gören yaygın paradigmayı ve bu paradigmanın dayandığı dilsel kapalılığın normalleştirici standartlarını sürekli sorgulamaya çağırıyor bizi. Böylece çeviriyi mümkün kılan koşullarla iştigal etmenin eleştirel bir metodolojisi olarak Benjaminci tercüme edilemezliğin performatif olanaklarına alan açılıyor. Benim anladığım kadarıyla bu eleştirel metodolojide mesele, “sahip” olmadığımız şeylerle bir şeyler yapmanın çıkışsızlıklarından, yani söylemsel sistemlerimizin hesaplanamaz olumsallıklarından geçmeyi olumlamaktır. Sorulması gereken soru şu: Yalnızca dillerin yabancılığı vasıtasıyla değil, aynı zamanda senin çok yerinde bir şekilde dillerin kuir akrabalığı diye adlandırdığın (böylece kuirliği çeviri ve çeviriyi kuirlik olarak düşünme imkânını ima ettiğin) şey vasıtasıyla ne gibi mülksüzleştirici eklenti ve sürçmeler devreye girer? Bence burada “kuir” yalnızca sabit, otantik dil ve akrabalık düzeninde performatif olarak bela çıkaran muğlak ve gayri-normatif bir yeniden bağlamsallaştırmaya değil, çeviride işlemekte olan duygulanımsal şiirsellik ve siyasete de işaret ediyor.
Bu performatif metinlerarasılık Walter Benjamin’in kültürel eleştirisine yakın olabilir. Benjamin (kendi Baudelaire çevirisinin önsözü olarak yayımlanan) “Çevirmenin Görevi” başlıklı denemesinde çevirinin “hem özgün yapıtı hem de çeviriyi daha büyük bir dilin parçalan olarak belirgin kılma ereğine yönelik” olması gerektiğini yazıyor.2 “Daha büyük bir dil” varsayımını paylaşmasam da radikal demokratik bir çeviri siyasetinin, siyasalın çevrilen ve çeviren dillerini belaya bulaşmış diller ve ötekinin dilleri kılması gerektiğini düşünüyorum. Burada aklımda Gayatri Chakravorty Spivak’ın çeviriyi “en mahrem okuma edimi” olarak tanımladığı önemli değerlendirme de var, ki bu canalıcı önem taşıyan bir iş olan feminist faillik ve dayanışma arayışıyla bağlantılıdır. Spivak’ın kültürel çeviri tartışmasının çevirinin fallogosantrik bir kavrayışının ötesine geçmemize yardımcı olacağına inanıyorum. Şöyle yazıyor Spivak: “Kaldı ki dil her şey değildir. Benliğin nerede sınırlarını yitirdiğine dair elzem bir ipucudur sadece.”3
Çeviride kaybederken kazanmaya dair verdiğin “mülksüzleşme” örneği yol gösterici bir örnek. “Mülkünden olma” anlamındaki Türkçe kelimenin, bizim mülkünden, haklarından ve geçim kaynaklarından olmak ile aslında asla kendine sahip ve kendine yeterli olmadığımızı siyasal olarak yadsımaksızın kabul etmek arasındaki bağların izini sürmenin bir yolu olarak “mülksüzleşme”ye dair tefekkürlerimizle nasıl uyum içinde olduğunu görmemizi sağlıyor. Türkçede mülk'ün yalnızca sahip olunan mal değil üzerinde egemen olunan alan olarak çağrışımının etkinleşmesi, sahip olmak ile egemenlik arasındaki bağ üzerinden metni yeni ve öngörülemez bir kodlamaya açıyor, ki İngilizcedeki dispossession’ın dağarcığı bunu doğrudan mümkün kılmasa da kitabın yazınsal merkezinde yer alan bir bağ bu. Dolayısıyla Türkçe çeviri yalnızca özgün bir anlamı tam olarak aktarmayıp “özgün” metni genişleten ve güzergâhını yeniden kuran yeni bir yakınlık mekânını performatif olarak üretiyor.
Dolayısıyla tercüme edilebilirlik/edilemezlik salt kimi terimlerin “deyişselliğini” (böyle bir kelime varsa eğer!) ilgilendiren bir şeyden ziyade, çevirinin indirgenemez bir yönü olabilir. Çeviriye dirençlilik ille de esrarengiz, çevrilemez bir özgün metinle alakalı değildir. Çeviri yalnızca iki dil ya da iki kültür arasındaki dolayımı değil aynı zamanda duygulanımsallık tarzlarını, tarihsel ve felsefi konumları, temaları, mecazları, satır aralarını okuma biçimlerini, dünyayı kavrama ve mesken edinme biçimlerini harekete geçirir. Bir metne “hakkını vermek” için çevirinin “özgün” metni dönüştürmesi ve bir yandan tercüme edilebilirliğin sınırlarını ve geçitlerini yeniden işaretlerken bir yandan da onu zahmetle ve sorumlulukla farka açık kılması gerekir.
Bir bakıma çeviriyi harekete geçiren tercüme edilebilirlik/edilemezliktir. Mutlak surette “sadık” bir çeviri, çeviri olmayı başaramaz. Fakat bunu söylerken de kastım önsel bir tercüme edilemezlik paradigmasına sığınmak değil; çeviri nihilizmi için bir argüman sunmak da değil. Mesele daha ziyade olumsal tekilliği çevirme imkânını açık tutmaktır. Çeviri her zaman koşullu ve geçicidir, belki imkânsızdır ama zorunludur. Çeviri karar verilemezdir, buna rağmen sürekli çeviriye dair kararlar vermek gerekir; çeviri koşulsuz olarak, yeniden ve yeniden sürmelidir ve yabancının gelişini olumlamalıdır. Ama bir yandan da çeviri alanında işleyen ussallaştırılmış ve toplumsal cinsiyetli azınlıklaştırma ve asimilasyonculuk güçlerini sorgulamak, özellikle de küresel pazarlana-bilirlik rejimleri karşısında çevirinin kimin şartlarına göre mümkün kılındığını sormak önemlidir.
Judith Butler: Bu yeni çevirisi için, dünyalar arasında gidip gelme konusundaki müthiş yeteneği için Başak Ertür’e çok müteşekkirim. Ayrıca Athena Athanasiou ile yaptığımız bu söyleşi Türkçede yayımlanacağı için ve şansımız yaver giderse metinlerimiz Türkçe tartışmalarla söyleşmeye başlayabileceği için de şükran duyuyorum. Ele aldığımız tema mülksüzleşmeydi, burada mülksüzleşmeyi soyut bir terim olarak sunsak da yaşanan gerçekliği asla soyut değil. Kimi okurlarımızdan öğrendiğimiz gibi herkesin okumasına getirdiği bir mülksüzleşme imgesi var. Filistinlilerin toprak ve evlerini kaybetmeleri, Suriyeli mültecilerin muazzam ölçekteki yerinden olma deneyimleri ya da doğal kaynaklara erişme peşindeki devlet ve şirketler tarafından yerli halkların topraklarından edilmeleri gibi. Bu açıdan mülksüzleşmeyi ele alışımız çoğu kez fiili mülksüzleşmelerin oluşturduğu yelpazeyi tümüyle kavramayı başaramıyor ve şu soruyla baş başa kalıyoruz: Adlandırdığı tüm koşulları doğrudan aydınlatamayacaksa mülksüzleşme üzerine felsefi tefekkür neye yarar? Bir bakıma burada yürüttüğümüz kuramsal söyleşinin genelleme düzeyinde kalmasının sebebi, bu alanlarda çalışan herhangi birini bu temaları yeniden sahiplenmeye ve özgülleştirmeye davet etmektir. Eğer kuram mümkün olanla deney yapmaksa, düşünmenin yollarını açıyorsa, başarısı veya yenilgisi vuku bulduğu metnin tümüyle dışında yatıyor demektir. Kuramın yaşama şansı varsa eğer, bir dünyaya açılması, okurları tarafından takviye edilmesi ve yeniden yazılması gerekir. Bu metin Türkiye’ye 2017 yılında, pek çok demokratik hakkın ve emelin dehşetengiz bir şekilde yok edildiği, pek çok insanın işinden olduğu, hapiste alıkonduğu, evinden ve toprağından sürgün edildiği bir anda geliyor. Mülksüzleşmeyi kendi içine hapsolmuş, yaşadığı memlekete dair bir fikri kalmamış, demokratik bir geleceğe dair umudunu yitirmiş bir halde, korku içinde yaşayarak, sansürlenerek, tehdit edilerek ve dehşet duyarak deneyimlemek de mümkün.
Kitapta mülksüzleşmenin en az iki anlamı var, şimdiyse üçüncü bir anlama kavuşuyor. Mülkünü, mallarını, toprağını kaybetmeye ve bu yerinden edilme deneyiminin ardından yaşamaya dair, özellikle de yerinden edilme bitmek bilmeyen bir süreç olarak belirdiğinde, en iyi nasıl düşünebileceğimizi sorduk kendimize. Ayrıca benliğin bir mülk biçimi olarak kavranışının, böylece kendine sahip olmanın özerkliğin modeli kılınmasının ötesine geçmenin önemli olduğunu değerlendirdik. Nitekim kimse kendine yeterli değildir ve kimse kendi üzerinde mülkiyet haklarına sahip değildir aslında, çünkü benlik kime ait olduğu ihtilaf konusu olan bir mülk değildir. Kölelik altında ya da hapiste olanların kendi kişiliklerine sahip olduklarını iddia etmeleri elbette çok güçlüdür: Ne devlet ne köle sahibi ne de şirket bir başkasının kişiliğine “sahip” olamaz. Peki bu hepimiz kendimize sahip olduğumuz, ya da hepimiz kendimize sahip olmaya gayret ettiğimiz için mi böyledir? Yoksa tam da toplumsal varlıklar olarak kendimizi ötekilere bağlı bulduğumuz, toplumsal hayatın daha geniş dokusunda ancak sürekli kendimizin dışına çıkmak suretiyle yaşayabildiğimiz ve serpilip gelişebildiğimiz, yani aslında hiçbirimiz kendimize sahip olmadığımız için mi böyledir? Eğer kendi dışında olmamın, ötekilerin dünyasında ötekilerin dünyasıyla yaşamamın hiç imkânı yoksa, hayatta kalmam ve tabii gelişmem de büyük tehlike altındadır. İşte mülk edinici sahiplikten bir arada yaşama ve üretmenin yaşayan biçimlerine geçtiğimizde kendimizi mülk olarak yitiriyoruz. Artık kendimize sahip değilizdir, ama başka herhangi biri de değildir, çünkü bir toplumsallık olarak mülkün ötesine, toplumsal bir varoluşa geçmişizdir ve artık görevimiz adaletsizliği ortadan kaldırmak ve bir arada yaşamanın adil ve neşe dolu bir tarzım bulmaktır.
Dolayısıyla bu terim, yani mülksüzleşme söz konusu olduğunda kişi istisnasız bir kayıp, adaletsizlik yaşamaktadır; fakat mesele mülkün terimleri dahilinde adalet bulmak değil, yeni bir dünya kuracak ait olma tarzları bulmaktır, sansür ve şiddet rejimlerini alaşağı etmek için cesaret ve kuvvet gerekse dahi, hatta tam da gerektiği zaman. Mülksüzleşmenin üçüncü anlamını ise çeviri pratiğinin kendisi ifadelendiriyor. Athena Athanasiou ile benim aramdaki bu söyleşinin şimdi üçüncü bir muhatabı var ve büyük bir neşeyle kendimizi İngilizceden yoksun kalmış, mülksüzleşmiş buluyoruz. Sözlerimize Başak Ertür’ün sözleri eşlik ediyor ve onları dönüştürüyor. Aynı anda hem kendi dilimizden olmak suretiyle mülksüzleşiyoruz, hem de Türkçede yeni bir hayata kavuşuyoruz, bilmediğimiz ve okuyamadığımız sözlerce sahipleniliyoruz. Başak Ertür’e dilimizi yok edip sonra Türkçede kendi sözleri suretinde yeniden ortaya çıkarması için güveniyoruz. O da bir muhatap haline geliyor ve sözlerimiz yeni sözlere geçiyor. Kitabın kendisi bilmediğimiz bir dilde yapılmış bir davete dönüşüyor, Türkiye’de radikal demokratik yenilenmenin bir parçası olacak bir hayat bulma umudunu taşıyor. Mülksüzleşerek, Türkçede ve dayanışma ile iştirak ediyoruz şimdi size.
Ertür: Eminim ki sadece neşenin değil, bilmediğiniz bir dile çevrilmeyle gelen mülksüzleşmenin kaçınılmaz kaygılarının da eşlik ettiği bu duruma getirdiğiniz cömert perspektifler için teşekkür ederim, özellikle de kimi zaman acıtıcı şekillerde yanlış okunmuş ve yanlış duyulmuş yazarlar olarak. Ümit ediyorum ki Türkçe çevirideki muhtemel yanlış okumalar da projeniz ile bir yakınlık ve dayanışma ilişkisini koruyacak okuma imkânları açar. Bu çevirinin, metnin Türkçeye geçişine editoryal zekâ ve duyarlılıklarını bahşeden iki titiz, dikkatli ve yaratıcı okurla, Müge Gürsoy Sökmen ve Demet Şahende Dinler’le ortak çalışmamızın ürünü olduğunu belirtmek isterim. Dolayısıyla metin daha Türkçede yayımlanmadan, hüsranlarıyla bile neşe kaynağı olan bir kolektif düşünme alanı yaratmış bulunuyor.
Judith’in bahsettiği zamanlama meselesine gelince, çevirinin ilginç bir macerası oldu. Kitabın İngilizce aslı Gezi’den önce yayımlanmıştı, dolayısıyla burada Gezi’ye değinmiyorsunuz. Fakat halk ayaklanmaları ve işgaller biçiminde dünyayı gezen ve nihayetinde Gezi direnişinde bir tercüme bulan, Gezi’nin de kendi dilini, imgelerini ve indirgenemez tekilliklerini kattığı o bulaşıcı tahayyül, bu kitaptaki düşüncelerinize kaynak olan önemli unsurlardan biri olarak beliriyor. Metis’te bu kitabı yayımlamaya Gezi’den iki ay kadar önce karar vermiştik, Gezi’nin kendisi tamamen zamansız bir olguydu, hesaplanamaz ve beklenmedikti, ama ardından çevirinin tam zamanında geleceğini düşünmüştük. Zamanındalığa gereğinden fazla değer verildiğini bilsek de bazen insan cazibesine kapılmadan edemiyor! Çeviri planlanandan uzun sürdü ve dört yıl sonrasında kendimizi farklı bir zamanda bulduk, yalnızca Türkiye’de değil, sizin içinde bulunduğunuz siyasal bağlamlarda ve dünyanın başka yerlerinde de. Zahmetli ve canalıcı önemdeki şimdiyi düşünme ve Athena’nın çok yerinde ifade ettiği gibi “siyasalın eleştirel epistemolojilerini” irdeleme görevine kendini adamış düşünürler olarak, metninizin Türkçeye bu ilk geçişini ve içinde yaşadığımız kritik zamanlara bir kez daha geçişini kolaylaştırmak için eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Athanasiou: Evet; iktidar, bilgi ve öznelliğin bir tertibi olarak eleştirelliğin olumsal çıkışsızlıkları bu yayının topoğrafyası ve zamansallığının, ayrıca taşıdığı özne konumlarının rengini değiştirmiş bulunuyor. Bu çiftdeğerli zamansızlık/zamanındalığın bizi eleştirelliğin toplumsal olarak bağlamsallaştırılmış, vücut bulmuş ve hissedilen epistemolojilerini, hem kriz hem eleştiri olarak değerlendirmeye ve geri kazanmaya sevk ettiğini düşünüyorum. Siyasal titreşimlerin, kolektif tahayyül, vizyon ve arzulaınm ulusaşırı bir repertuarını üreten ve ifade eden Gezi’nin ardından, kriz zamanlarında eleştirel olarak düşünmek ve eylemek sorusu geçerliliğini sürdürüyor. Eleştirellik yalnızca halihazırda gelmiş olan olumsallıklara açık olmayı değil, henüz gelecek olanla, siyasalın oluşuyla iştigal etmeyi de içerir. Ayrıca kimi sorgulama biçimlerini gölgeleyerek ya da engelleyerek neyin siyasal düşünce ve pratik sayılacağını normatif olarak tanımlayan egemen eleştirellik tarzlarını sorgulamayı da içerir. Böylece eleştirellik bir çoğul siyasal hitap ve duyarlılık yapısı haline gelir, ayrıca Judith Butler’ın Mülksüzleşme dahil tüm eserlerinde sorma imkânını açtığı soruyla tekrar tekrar uğraşmak için bir vesile oluşturur: Öznenin mülksüzleşmiş yapısının, etik ve siyasal sorumluluk açısından içerimleri nelerdir? Bu kitapta biz siyasalı performatif olarak ele alıyoruz, yani bu soruyu ırkçılıkla, sömürgeci yerinden etmeyle ve neoliberal eşitsizliklerle ilişkili kayıpların ve mücadelelerin oluşturduğu yoğun arşiv içinde yaşanabilir bir hayat talep etmeye yönelik dirençli performatif siyasetin perspektifinden değerlendiriyoruz. Eleştirel toplumsal tahayyülün normatif olarak horgörüldüğü bir zamanda ve muhalefet unsurunu önlemeye yönelik onca itkinin ortasında, Eve Kosofsky Sedgwick’in (sinik değil) onarıcı okuma çağrısına kulak vermek, yani siyasal umutsuzluk, yılgı ve yenilmişliğin zamansallıklarını kullanarak onarıcı amaçlara ve dünya kurmanın dönüştürücü imkânlarına açılmak bize güç kazandırabilir.
Butler: Kendiyle bir olmayan bir öznenin hem kendisi için hem de bağlı olduğu, içinde kendini hem bulduğu hem kaybettiği dünyanın hali için sorumluluk almasının nasıl mümkün olacağı çoğumuzun karşılaştığı bir soru. Fakat şunu düşünün, kendi içine kapanmış benlik, sorumlulukla arasına mesafe koyarak, dünya açısından çok daha büyük bir tehlike teşkil eder. Siyasal sorumluluk bizi kendimizin ötesinde bir dünyaya taşır, kendimizi başkalarının dünyasında buluruz, o dünyadan etkilenir, o dünyaca dönüştürülürüz. Bir dünyaya açılarak zaten her halükârda geçici olan o birleşik olma hissini yitirmişizdir, kendimizi hem orada hem burada konumlanmış halde, kendi başımıza ama yine de mecburi bir karşılıklı bağımlılık içinde buluruz. Kim olursak olalım kendimiz etrafında öyle bir çizgi çizmeyi, o çizgiyi hep yeniden kurup savunmaksızın, daimi bir savunma pratiğine, ömür boyu sürecek bir uğraşa girişmeksizin başaramayız.
Bugün İtalya’da bir bakanlık İtalyan insan hakları çalışanlarını, alabora olacağı kesin olan dayanıksız botlarla Akdeniz’i geçmeye çalışan binlerce göçmene yardakçılık yapmakla suçladı. Göçmenleri o botlarla gönderenler botların Libya’dan İtalya’ya varabilecek kadar dayanıklı olmadığını, yolda alabora olacağını biliyorlar. İnsan hakları çalışanları salt insancıl nedenlerle bu göçmenler için kurtarma botları organize ediyorlar. İnsan hakları çalışanlarını yardakçılıkla suçlayan İtalyan hükümet yetkilileri onların bu işten kâr ettiklerini, bunun bir “ticaret” olduğunu iddia ediyorlar, hatta faaliyetlerini resmen suç saymakla tehdit ediyorlar onları. İnsan hakları çalışanları, milliyeti, menşei ya da koşulları ne olursa olsun tehlikede olan herkese kurtarma ve güvenli geçiş sağlanmasını şart koşan deniz hukukunun gereğini yerine getiriyorlar. Fakat mülteci akınından korkanlar başarılı kurtarma operasyonlarından yakınıyorlar; onlara kalsa kurtarma yükümlülüğünü reddedecekler, böylece Avrupa ulus-devletini Kuzey Afrika ve Orta Doğu’dan gelecek yeni göçmenlerden koruyacaklar. Tabii burada ironik bir durum söz konusu: Tam da uluslararası deniz hukuku sözleşmelerinin imzacısı olan ulus-devletler yükümlülüklerini yerine getirmeyi ve mülksüzleşmişler için sorumluluk almayı reddettikleri için hukukun gereklerini yerine getirmeyi üstlenen insan haklan çalışanlarını İtalyan yasama organının kimi üyeleri kriminalize etmeye çalışıyor. Denizi aşmaya çalışan göçmenler ise pek çok anlamda topraktan yoksun kalmışlardır ve bir yerde toprağa ayak basmaları gerekir, vatandaş olabilecekleri, hareket özgürlüklerini kullanabilecekleri, neoliberal politikaların kıyımından geriye kalan kamu hizmetlerinden yararlanabilecekleri bir toprağa güvenli geçişlerinin sağlanması gerekir.
Sınırlarını, ulusal kimliklerini, beyazlığın getirdiği ayrıcalıklarını korumak için göçmenleri “geri itmeye” çalışanlar, uluslararası hukukun kendilerine dayattığı etik ve yasal yükümlülüklere karşı koyarak kendilerinin ötesine uzanmayı, ulus-devletin kabuğunu çatlatacak bir el uzatmayı, çok farklı bir anlamda mülksüzleşmiş olanlara ulus-devletin sınırlarını açmayı reddediyorlar. Etik olarak savunmacı kendine sahipliğin ötesine geçmek, mülksüzleşmişlerin haklarına karşı yükümlülüğün gereğini yerine getirmenin tek yoludur. Bu eli uzatanlar, insanları tehlikeden kurtarmak, onlara güvenli geçiş ve sosyal hizmetler sağlamak için sınırın ötesine uzanmak gerektiğini söyleyen hukuka uyuyorlar. Denizi aşmaya çalışanlar o hukukun kendileri için geçerli olup olmayacağını, onları denizde ölmeye bırakmayı reddedecek, onlara bir el, bir bot, bir kıyı uzatacak insanların olup olmadığını merak ediyorlar. Mülksüzleşmişler, ulus-devleti ve topraklarını savunmaktan imtina edecek insanlar olduğuna, uluslararası hukuk sözleşmelerinin imzacısı olmanın yükümlülüklerini yerine getirmeyi reddederek fiilen imzasını silen egemen ulus-devlet biçimine karşı ve onun ötesinde eyleyecek insanlar olduğuna dair zar atıyorlar. Irksal saflık fantezisine, kendisini kapatmaya sımsıkı sarılan dikkafalı ulus-devletin vardığı nokta ise kimi zaten ölmüş, kimiyse ölüm tehlikesi altında ve onarılmaz bir çaresizlik içinde olan mülksüzleşmişlere sınırlan açarak ulusaşırı yükümlülükler adına eyleyen insan haklan çalışanlarını potansiyel olarak suçlu kılmaktır. Ötekiye ulaşma şansına ancak kendimizin dışında kavuşuruz ve mülksüzleşmişler ancak ulusaşırı aidiyet alanına doğru uzanarak kendilerine bir yol bulurlar.
Nisan-Mayıs 2017 Londra, Atina ve Berkeley
1. Walter Benjamin, “The Task of the Translator”, Walter Benjamin: Selected Writings 1:1913-1926, haz. Marcus Bullock ve Michael W. Jennings, Cambridge MA: Belknap, 1996, s. 256-57.
2. A.g.y., 260.
3. Gayatri Chakravorty Spivak, “The Politics of Translation”, Outside in the Teaching Machine, New York: Routledge, 1993, s. 202.
Yazarlar ve çevirmen hakkındaJudith Butler1956 ABD doğumlu felsefeci ve kuir teorisyeni. Doktorasını 1984'te Yale Üniversitesi’nde Felsefe alanında tamamladı. Kaliforniya Üniversitesi (Berkeley) Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü’nde ve Eleştirel Teori Programı’nda Maxine Elliot Profesörü. Birçok üniversitede seminerler veriyor. Cinsiyet ve toplumsal cinsiyet politikalarının yanı sıra savaş karşıtı politikalar alanında da aktif; çeşitli insan hakları örgütlerinde faaliyet gösteriyor, New York'taki Center for Constitutional Rights kurulunda ve Jewish Voice for Peace'ln danışma kurulunda yer alıyor. Beşeri Bilimler alanında Andrew Mellon Üstün Akademik Başarı Ödülü (2009-2013), feminist felsefeye ve ahlak felsefesine katkılarından dolayı Adorno Ödülü (2012), Geyve Lezblyen Çalışmaları'nda Yaşam Boyu Başarı dalında Brudner Ödülü (2016) aldı. Butler’ın feminist teorinin en önemli yapıtlarından sayılan Cinsiyet Belası'nı (1990; 2008), ayrıca Çatışan Feminizmler (1995; 2008) ve Kırılgan Hayat (2004; 2005) kitaplarını Metis'ten okuyabilirsiniz. Kitapları yirmiden fazla dile çevrilen yazarın Türkçedeki diğer önemli kitapları ise şunlar: Taklit ve Toplumsal Cinsiyete Karşı Durma (1990; 2007), Bela Bedenleri1994; 2014), İktidarın Psişik Yaşamı (1997; 2005), Yaşam ile Ölümün Akrabalığı (2000; 2007), Olumsallık, Hegemonya, Evrensellik (2000; 2009; Laclau ve Zizek ile beraber). Ayrıca Parting Ways (2012), Senses of the Subject (2015), Notes toward a performative theory of assembly (2015), Frames of War (2016) ve On Anti-Semitism (2017) de Butler’ın önemli son dönem çalışmaları arasında sayılabilir. Athena AthanasiouPanteion Üniversitesi (Atina) Sosyal Antropoloji ve Toplumsal Cinsiyet Teorisi bölümlerinde profesör. Atina ve Selanik üniversitelerinde tarih, arkeoloji ve felsefe alanında eğitim gördü. Doktorasını New School for Social Research'te Sosyal Antropoloji alanında tamamladı. Çalışmaları daha çok toplumsal cinsiyet, feminist ve kuir teori, biyopolitika, beden teknolojileri, antimilitarist hareketler, duygulanım, milliyetçilik ve bellek alanlarında yoğunlaşıyor. Başlıca eserleri arasında şunlar sayılabilir: Sınırlarda Hayat: Toplumsal Cinsiyet, Beden ve Biyo-politik Üstüne Denemeler (Yunanca, 2007), Bir “İstisna Hali" Olarak Kriz: Eleştiriler ve Direnişler (Yunanca, 2007) ve Agonistic Mourning (Agonist Yas, 2017). Athanasiou ayrıca Feminist Teori ve Kültürel Eleştiri (2006), Rewriting Difference (Farkı Yeniden Yazmak, 2010; Elena Tzelepls ile birlikte), Biyososyallikler: Medikal Antropoloji Üstüne Değerlendirmeler (2011), İmparatorluğun Yapıbozumu: Postkolonyal Çalışmaların Teori ve Siyaseti (2016) kitaplarının editörlüğünü yaptı. Başak ErtürLisansını İngiltere'de Durham Üniversitesi’nde, yüksek lisansını ABD'de New School'da tamamladı. Sivil bir girişim olan Irak Dünya Mahkemesi'nin New York ve İstanbul oturumlarının düzenlenmesine katkıda bulundu. Alisa Lebow, Zeynep Dadak ve Enis Köstepen'le birlikte Tarihe Şerh: Irak Dünya Mahkemesi adlı belgesel filmin yapımını üstlendi. Bir süre Metis'te editör ve çevirmen olarak çalıştı. Londra Üniversitesi Birkbeck Koleji'nde eleştirel hukuk araştırmaları alanında doktorasını tamamladı, şu anda aynı üniversitede öğretim üyeliği yapıyor. |
(HK)