Muhabirin bugünkü Türk medyasındaki konum ve işlevini ele alırken, medyanın bugünkü genel yapısını görmezlikten gelemeyiz. Muhabiri, çalıştığı medyadan bağımsız ya da soyutlayarak irdeleyemeyiz. Hele bugünkü Türk egemen medyasındaki gazete, televizyon ve radyoların iç işleyişini biliyorsak, muhabiri çalıştığı medyanın dışında, hiç bir şekilde algılayamayız.
Zaten muhabirin ürünü sonuç olarak çalıştığı medyada yayınlanıyor, ayrıca da o çalışma sürecinde, söz konusu medya organının çalışma kurallarına bağımlı olma zorunluluğu var. Mesele Ahmet'le Ayşe'nin iyi muhabir, Fatma ile Mehmet'in kötü muhabir olmaları değil. Kesinlikle değil. Sorun kişisel düzeyde ele alınamaz ve kavranamaz.
Gazeteci medyacıya karşı
Türk medyasının habercilikten propagandacılığa geçiş süreci içinde, yani kamu çıkarını savunmaktan özel çıkar sözcülüğüne soyunma süreci içinde, kaçınılmaz olarak muhabirin eski, klasik, geleneksel konum ve işlevi de değişim gösterdi.
Gazetecilik, kamu çıkarı adına gerçeği araştırma mesleği iken, muhabir, gazetenin temel direği idi. Gazete, haber yayınlardı, bu nedenle de muhabir, yani haberi yapan kişi, gazetenin en önemli çalışanı idi. Bu dönem gazeteciliğinde, muhabirin, çalışkan, uzman, akıllı ve cesur olması gerekiyordu. Çünkü iktidara, güce, merkezi odaklara karşı kamunun bilgi edinme hakkını sağlamaya çalışıyordu muhabir.
Egemenlerin gizlediklerini, gizlemeye çalıştıklarını ortaya çıkartmak idi o zamanlar gazetecinin işi. Şimdi ise gazeteci egemenlerin söylediklerini ya tekrar ediyor ya da yeniden üretiyor. Gazeteci artık sıradan bir katip haline geldi. Herhangi bir uzmanlığa ihtiyaç kalmadı. Çaycı çocuğu da göndersen, yetkilinin söylediklerini not alabilir, teybe kaydedebilir hatta kamera ile görüntüye de alabilir.
Biraz okuma yazmanız varsa
Akıl, çalışkanlık, cesaret de bugünün gazeteciliği için geçerli ve gerekli akçeler değil. Gazetecilik basit bir aktarma, kopyalama, bazen abartma bazen küçültme, çoğu zaman da tahrif etme ve gizleme mesleği haline geldi. Biraz okumanız yazmanız varsa, hatta sadece yazmanız varsa, pekala gazeteci olabilirsiniz artık.
Bugünkü medya ortamının bu tür muhabirlerle işi pekala götürdüğünü görüyoruz. Hatta tam tersine, itiraz eden, sorgulayan, eleştiren muhabirler, egemenlerin değil toplumun sorunlarına değinmeyi tercih eden muhabirlerin başına gelenleri de biliyoruz. Propaganda kolay, gazetecilik zordur.
Costa Gavras'ın iki muhabiri
Paris'te Ahmet İnsel sayesinde tanışma onuruna ulaştığım Yunan asıllı sinema yönetmeni Costa Gavras'ın yaklaşık 25 yıl arayla yaptığı iki filmde bu iki farklı hatta zıt gazeteci tipini çok iyi gözlemek mümkün.
Gavras'ın ünlü üçlemesi "Z, İtiraf, Sıkıyönetim" filmlerinin sonuncusunda Latin Amerika'da bir ülkede Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Büyükelçisi, gerillalar tarafından kaçırılmıştır. Askeri faşist diktatörlüğün hüküm sürdüğü bu ülkede, orta yaşın üstünde bir muhabir, kaçırılma öyküsünü gazetesi adına izlemekte ve aktarmakta.
Rejim yanlısı basın, bu olayı cılız muhalefeti iyice ezmek için bahane olarak kullanmaya çalışırken, benim ideal gazeteci olarak betimlediğim muhabir, iktidara ve gerillalara eşit uzaklıkta durarak, faşist diktatörlüğün ve ABD'nin uygulamaları konusunda, sadece soru sorarak, işi kurcalayarak, bağlantıları kurmaya çalışarak, ama hep bilgi ve olgu düzeyinde gece gündüz çalışarak müthiş bir bilgilendirme hizmetini yerine getiriyordu.
Basın toplantısında sorduğu sorular, kaçırılan Büyükelçinin eski uygulamalarını araştırması, gerilla çevrelerine yaklaşıp bilgi almaya çalışması, ama tüm bunları hep halkın haber alma özgürlüğü için, hem de faşist diktatörlük altında yapması beni çok etkilemişti. Gazeteciliğe, Galatasaray Lisesi son sınıfında (1973) gördüğüm bu filmle heveslendiğimi itiraf edebilirim.
Müzedeki muhabirlik
Gavras'ın son filmlerinden birinde ise, (Mad City, 1997) bir müzeyi gezmekte olan öğrencileri rehin alan dengesiz bir kişiyle başarısız bir televizyon muhabirinin reyting uğruna girdiği tehlikeli ilişki anlatılıyordu.
Latin Amerikalı orta yaşlı sıkı muhabir gitmiş, yerine Amerikalı "rate" (başarıyı ıskalamış), genç bir zıpçıktı gelmişti. Birinin sorunu gerçeğe yaklaşıp onu kamuya iletmekti, ötekinin derdi ise olaya aktör olarak müdahale edip şan ve şöhret sahibi olmak ve reytingi yükseltmekti.
İkinci gazeteci hem kendi hayatını hem de rehin alınmış öğrencilerin hayatını tehlikeye atıyordu kişisel çıkarları uğruna. Latin Amerikalı gazetecinin tüm öyküsünün hiç bir satırında şahsi çıkar yoktu.
Muhabirlerin profili
Türk egemen medyasında muhabirlik giderek değer, önem ve prestij kaybediyor. Gazeteciler Cemiyeti yayınları arasında yayınlanmış olan Asiye Uysal'ın bir çalışması vardır. İstanbul'daki gazetecilerin, çoğunlukla da muhabirlerin profili hakkında ayrıntılı, kapsamlı bilgiler verir.
Yaklaşık 20 yıl önce yayınlanmıştı. O günden bugüne muhabirlerin, bilgi, eğitim, kültür, gelenek, etik düzeyleri daha da aşağıları inmiştir herhalde. Sadece benim son 10-15 yıl içinde yazı işleri ya da haber merkezlerinde duyduğum şu cümleler bile düzey hakkında yeterli bilgi verir sanırım:
Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) Müsteşarı iken Turgut Özal Brüksel'den dönmüş, Yeşilköy havaalanında muhabirlere Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) yetkilileri ile yaptığı temasları uzun uzun anlatıyor. Bir muhabir soruyor:
- Peki efendim Ortak Pazar yetkilileri ile görüşemediniz mi?
* * *
- Can Yücel diye bir şair varmış!
* * *
Haber Müdürü muhabire sorar:
- Öldürülenin adı neymiş?
-
- Üç isimli bir adam abi?
-
- Neymiş?
-
- Maktül Ahmet Karabey!
-
* * *
- Kararı kim almış?
-
- Avrupa almış?
-
- Avrupa'nın nesi almış? Komisyon mu? Parlamento mu?
-
- Yok abi, Avrupa Konseyi almış!
Trajik örnekleri çoğaltmak mümkün. Ama bu örnekleri sergilemekteki esas amacım muhabirlerin ne kadar cahil ve bihaber olduklarını kanıtlamak değil. 1980 sonrası apolitizasyon, dekültürasyon, eğitim sisteminin çarpıklığı, aydın düşmanlığı, muhafazakarlık, milliyetçilik, dogmatizm gibi yüz bir nedeni, boyutu olsa gerek bu olumsuz durumun.
Bu yaşa gelmiş, köşe yazarı olamamışlar!
Anlamlı bir örnek daha: 1983-87 yılları arasında, bir gün, Paris'te Sabetay Varol ile OECD Genel Kurul toplantısını izleyeceğiz. Ben BBC, Sabetay da Cumhuriyet muhabiri. 2 gün önce gittik akredite olduk. Toplantı günü de OECD Merkezine gittik.
Basın Toplantısı diye oklar var, izledik, bir salonun kapısını açtık, ortada oval bir masa, çevresinde de en genci 60 yaşında bir takım adamlar, kadınlar. "Herhalde yanlış geldik" diyerek tam gidiyorduk, o dönem OECD Genel Sekreteri olan Emile Noel yardımcılarıyla birlikte o salona girdiler, bizim de yakalarımızda "Basın" yazdığı için centilmence bizi içeri davet ettiler.
Meğerse o yaşlı adamlarla kadınlar çeşitli gazete, radyo ve televizyonların OECD uzmanı muhabirleriymiş. Bizde olsa "Bu yaşa geldin hala köşe yazarı olamadın" derler. Sanki genç köşe yazarı ya da orta yaşlı muhabir olamazmış gibi!
Enflasyon ne zaman düşecek?
Toplantı başladı, son derece teknik ve idari meseleler konuşuluyor. Hiç bir şey anlamıyoruz. Tanıdığım en zeki ve en sempatik meslektaşlardan biri olan Sabetay, aklınca beni kışkırtarak "Yahu bu adamlar her şeyi çok iyi biliyor, sor bakalım şu baştaki adama, Türkiye'de enflasyon ne zaman düşecekmiş" dedi.
Babam yaşındaki adamların arasında rezil olmamayı tercih ettiğim için "BBC'nin yayın saati geçti, sen sor, cevabı Cumhuriyet'en manşet olur" dediğimi hatırlıyorum. Neyse...Uzmanlığın önemini kavradığım olay oldu bu OECD toplantısı.
Fransa'da, İngiltere'de, ABD'de gazeteci-muhabir dünyasında tanık olduğum bir başka önemli olay da "meslek içi düzenli eğitim" oldu. Şimdilerde "Yaşam Boyu Eğitim" deniyor. Gazeteci, ister yazı işleri müdürü ister stajyer muhabir olsun, her yıl mutlaka bir mesleki eğitim çalışmasına katılıyor.
Bu çalışmaları da çoğu zaman sendika örgütlüyor ya da denetliyor. Sadece teknolojik alanda değil her düzlemde hızla değişen dünyaya yetişebilmek dahası o dünyayı izleyip kamuoyuna aktarmak için gazetecilerin tüm bilgilerini sürekli olarak yenilemeleri, tazelemeleri gerekiyor.
Emeç: Sen bunları bilmiyor musun?
Bizde, gazeteci doğulur ya, eğitim, staj hak getire. Gazeteye kapağı attın mı dört kolluyla çıkana kadar otağ kurarsın oraya. 1983 yılında, Fransa'da bir yıllık bir gazetecilik eğitim bursu kazanmıştım. Hürriyet'te çalışıyordum. Genel Yayın Yönetmeni rahmetli Çetin Emeç'in huzuruna çıkıp izin isteyeceğim.
"Ne kursuymuş bu?" diye sormuştu. Gazetecileri Yetiştirme ve Mükemmelleştirme Merkezi'nin (CFPJ) broşürünü vermiştim. Şöyle bir göz atıp, "Sen bunları bilmiyor musun, ne lüzum var şimdi Fransa'lara bir yıllığına gitmeye" diye itiraz etmişti. O zamanlar Sendikamız vardı ve Sendika aslında 6 aylık eğitim iznimiz olduğunu söyledi de gidebilmiştim.
Arda Gedik ter ters bakar
Her şeyi bildiğini sandığı halde aslında gazetecilik konusunda hiç bir şey bilmeyen Arda Gedik, Hürriyet'in başına geçtiğinde, kendisiyle görüşmek için Paris'ten Frankfurt'a gitmiştim. Derdim, benim yazmadığım haberlere benim imzamın atılmamasını sağlamaktı.
İtiraz etti, biraz tartıştık. Kızacağını bildiğim için, ayrılırken "Bakın ben Paris'te bir gazetecilik okuluna gidiyorum, orada gazete yöneticileri için de kurslar var, size bu kursun broşürlerini getirdim, belki ilgilenirsiniz" dedim. Normal bir insan, yani öğrenmek isteyen birisi, "A ne kadar ilginç, çok sağ ol" filan der değil mi? Gedik, ters ters yüzüme bakmıştı.
Habersiz manşet, habersiz gazete
Bugünkü Türk egemen medyasında temiz kalabilmek mümkün mü? Ne muhabir, ne de köşe yazarı olarak özel çıkar savunuculuğu yapan medyada, gazetecilik kadar kolektif bir uğraşta, herhangi bir meslektaşın meslek açısından ya da vicdanen rahat olabilmesi mümkün mü?
Bildiği ve savunduğu gerçeğin tam tersi manşetten girerken sen köşende kamu çıkarını nasıl savunacaksın? Başkasında eleştirdiğin bir tutumun, fikrin aynısını çalıştığın medya organının sahibi de benimsemiş durumda. Nereden, kimi, nasıl eleştireceksin?
Haberi doğru bir şekilde almış ve yazmış olsan da ertesi gün gazetende haberini tanımayacak kadar tahrif etmiş bir redaktörle hala nasıl selamlaşıyorsun? Muhabirlik gözden düşeli, bu olumsuz uygulamalara karşı çıkabilecek, direnecek muhabir sayısı da azalıyor. 'Kimi ekmek parası ne yapalım' diyor, kimi "Beni sadece yazdığım köşe ya da haber bağlar" diyerek için içinden sıyrılmaya çalışıyor. Kimi de "Ama bak ben muhaliflere de yer veriyorum" diyerek vicdan rahatlatıyor.
Ne istifa, ne teşhir, ne isyan!
Kimse isyan ederek, teşhir ederek istifa edemiyor. Karşı çıkacak bilgi ve meslek cephanesi ya yok ya çok zayıf. Bir holdingin gazetesine kafa tutup çekip gidiyor ya da atılıyor, iki ay sonra bir başka holdingin medyasında boy gösteriyor.
Muhabirlik, gazeteciliğin beyni yüreği olmaktan çıktıkça, muhabirlerin önemi, değeri, konumu zayıfladıkça, medya, halkın haber alma özgürlüğünü yerine getiremiyor. Ama bu işin tali yanı. Çünkü işin esası bugünkü medya ortamının habere, gerçek anlamda habere ilgi ve ihtiyaç duymaması.
Egemenlerle iyi ilişkileri olan genel yayın yönetmenleri, köşe yazarları telefonu açıp Başbakandan, bakandan, klüp başkanından ya da üçüncü sınıf artizden demeç alıp, bunu haber diye yayınlıyor.
Fal köşesinden manşet
Son 15-20 yılda bakın birinci sayfalara haberden çok, fikir yazıları var gazetelerde. şimdiye kadar köşe yazısı da manşet oldu, spor ya da magazin haberi de. Fal köşesinden bile manşet çıkaran maharetli birinci sayfa sekreterleri var Türk medyasında.
Okur mektubu manşet oldu Türk medyasında.Gazete künyesi çıktı manşete. Olmayacak her şey manşet oldu da, haber bir türlü hak ettiği yeri alamadı Türk medyasında. Haber diye sunulanların çoğu propaganda, reklam ya da halkla ilişkiler metinleri aslında. Bunları da Costa Gavras'ın muhabiri yazmıyor.Ne kadar haber, o kadar muhabir.(RD/NM)