Tartışılan bir başka olaysa, çoğu zaman ört bas edilen ırkçı ve ayrımcı zihniyetin Hrant Dink'in cenaze töreninde toplumsal bir tepki olarak atılan "Hepimiz Ermeniyiz" sloganını milliyetçi refleksle kuvvetlenip kendileri adına panzehir olarak kullanmasıydı.
Bu paslı teorinin pratiği büyük bir bölümü 80 sonrası apolitize ve dogmatik kurallarla büyütülen benlik ve sahiplilik güdülerini bir futbol takımının taraftarı olarak tatmin eden ve "kurtlar vadisi"nin gönüllü figüranları olacak insanlar topluğu Hrant Dink'in katilinin lehine bağırtılarak yapıldı.
Bu tartışma çokça eskitilen "derin devlet" kavramı arkasında tartışılamaz. Bunun adı olsa olsa "derin ırkçılık"tır.
Önce Trabzon şimdi Mersin
Hrant Dink cinayetinin sonrasında kendini aşikar şekil de göstermeye başlayan derin ırkçılığın fotoğrafı dikkatli incelenirse bu zihniyetinin uzantısı olan hemşericilik/memleketçilik düşüncesinin "milliyetçi şehir" söylemiyle su üstüne çıktığı görülür. Şimdilerde Trabzon'da ortaya çıkan bu derin ırkçı zihniyet Mersin'de de kendini göstermeye çalışmıştı. Mersin'in Türk, Kürt ve Araplar'dan oluşan kozmopolit yapısından çıkar sağlamak amacında olan derin ırkçı zihniyetin kendini göstermesine nedense "sözde vatandaş" söylemini Türk siyasi tarihine kazandıran "bayrak krizi"ydi. Örneğin 15 Nisan 2006'da 20 bin kişinin katıldığı yürüyüşte "Mersin Türk'tür Türk kalacak" sloganları atılıyordu.
Yaşanan olayların sonrasında ayrımcı söylemlerini yerel ve İnternet medyasını kullanarak sürdüren ırkçı zihniyet bu psikolojik işkencede yine çocukları dolayısıyla da kadınları hedef tahtasına koydu. Yaşanan bayrak krizinde beş doğu kökenli çocuğun fail olması nedeniyle, aratan hırsızlık, gasp gibi asayiş olaylarını sokakta çalışan doğu kökenli çocuklarla ilişki kurarak, sokakta çalışan her doğu kökenli çocuğu potansiyel suçlu gösterme çabası içinde oldular. Bu durum Radikal gazetesinin 14 Şubat 2007 tarihli "Mersin'e Dikkat" manşetiyle de su üstüne de çıktı. Kuvayı Milliye Derneği Mersin Başkanı yerel bir gazeteye verdiği demeçte, Türkiye'de 13 bin 500 hain belirlediklerini ve bunlardan hesap sorulacağını belirterek sözlerine şöyle devam ediyordu. "Mersin, PKK ve Siyonistlerce işgal edildi. Mersin'de suç işleyenlerin yüzde 90'ı Doğulu ve Güneydoğuludur. Türk çocuğu suç işlemez''.
Ayrımcılıktan engelliler de payını aldı
Türkiye'yi devamlı bir bölünme ve savaş piskozu içinde tutarak, kendini meşru kılmaya çalışan derin ırkçılık zihniyetti toplumda hakim olan ataerkil düzenden beslenmektedir. Çünkü "Türk" kültürel tarihinde izlenebilecek olan en kolay özellik askeri ve savaşçı yapılanmadır. Sonuç itibariyle bu kültürel yapı içerisinde, çocuk (engelli, engelsiz) ve kadın psikolojik şiddetle karşı karşıya gelmektedir.
Haftalık olarak yayın yapan Mersin Tercüman gazetesinin 7 Ağustos 2006 tarihli sayısında bir insan hakları ihlali olan ve toplum tarafından nefretle kınanan terörle ilgili yapılan röportajda Mersin Gazi ve Şehit Aileleri Yardımlaşma Derneği başkanı Suna Ünlüselek, "Gazilere kör, topal, çolak muamelesi yapılıyor'' diyerek gazileri engellilere benzetiyordu.
Bu benzetme özellikle engelli erkek çocuklarına, dolayısıyla engelli annelerine yapılan psikolojik şiddettin örneğidir. En basit söylemle Türkiye'nin sahip olduğu ataerkil yapıdan dolayı sosyal yaşamda erkek çocuğunun toplum içinde kabul görmesi askerliğe bağlıdır. Bu neden göz önüne alınırsa engelli erkek çocuğu olan bir annenin ataerkil yapı içindeki aile bireylerinden gelebilecek tepkilere maruz kalması söz konusudur. Öte yandan ataerkil yapı içinde yetişen engelli olarak yaşamını sürdüren erkek çocuk içinde bir psikolojik travmaya neden olabilir. Suna Ünlüselek'in sözlerinin tartışılması gereken bir diğer yanıysa engellilerin "işe" yarayıp yaramadığı konusudur. Çünkü Ünlüselek gazileri iş bulamamaları açısından engellilere benzetmiştir.
Engelli çocuğun hukuksal hakları düşünülürse Ünselek'in sözleri, Türkiye'nin taraf olduğu "Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi'nin 2. maddesinin 1. fıkrasında yer alan "sakatlık, doğuş ve diğer statüler nedeniyle hiçbir ayrım gözetilmeksizin" ibaresiyle çelişip, ayrıcılık anlamı içermekte dolayısıyla da ilgili kanunlara aykırılık göstermektedir.
Ayrıca 10 Aralık 1984'te yürürlüğe giren "İşkenceye ve Diğer Zalimane, İnsanlık Dışı veya Onur Kırıcı Muamele veya Cezaya Karşı Birleşmiş Milletler Sözleşmesi'nin 1. maddesinde işkence tanımına "manevi ağır acı veya ızdırap veren bir fiil anlamına gelir" ibaresi konularak, psikolojik şiddettin altı önemle çizilmiştir.(UK/EÜ)