Doğası, işlevi ve görevi, okuru doğru, çok boyutlu, inandırıcı, güven verici ve hızlı bir şekilde bilgilendirmek, olay ya da konuyla ilgili farklı kesimlerin görüş ve tutumlarını iletmek olması gereken medya, bu görevlerinden hiç birini yapmadı.
Yapmadığı gibi, gelişmeleri izleyip kavramak isteyen okurlara, hem aynı gazete nüshasında, hem de değişik günlerde farklı, çelişkili, anlamsız, kısaca yanlış, çoğu zaman tek boyutlu, inandırıcılıktan uzak, güvenilmez ve kimi zaman çok erken kimi zaman da çok geç bilgi ve yorumlar verdi.
Bugün mesela beş büyük gazetenin sadece son 15 günlük takımlarını karıştırsanız, neyin ne olduğunu, kimin ne yaptığını anlamak mümkün değil.
Türk egemen medyasının sorumsuz, siyasi perspektiften yoksun ya da rüzgarın estiği yöne doğru değişkenlik arz eden genel yayın politikaları, mesleki ilkelere çoğu zaman riayet etmeyen tutumu nedeniyle etraf toz duman olmuş durumda.
Egemen medyanın verdiği bilgi ve yorumlar temelinde Türkiye'de bugün gerek Devlet içinde gerekse Devletle Toplum arasındaki çelişkilerin özünü, nedenini, gidişatını saptamak, kavramak mümkün değil.
"Medyatik gerçek"le "hakiki gerçek" k
Bu durumla aslında ilk kez karşılaşmıyoruz. Türk medyasının bazı 'kara alanları' var. Aynı zamanda Türk devletinin, organik bağlantıları yüzünden Türk egemen medyasının ve maalesef Türkiye toplumunun bir kesiminin tabuları sayılan, Kürt Sorunu, Ermeni Meselesi, Türk Silahlı Kuvvetlerinin (TSK) Türkiye toplumunda ve siyaset hayatındaki yeri ve işlevi, Mustafa Kemal Atatürk, Kıbrıs gibi konularda Türk egemen medyasının nutku tutulmakta, basireti bağlanıyor.
Bu konular hassas konular olduğu gibi, dogmalarla sınırlanmış daha doğrusu dondurulmuş olduğu için, gerçek hayatta resmi tabuyu zorlayan, sorgulayan hatta tekzip eden gelişmeler cereyan ettiği zaman, medya bu gelişmeyi ya görmezden gelir ya da tahrifat ve gizleme ile bozmaya çalışır.
Bu nedenle de medyayı izleyen yurttaşlar, bu konularda ancak medyatik gerçeğin yeniden ürettikleriyle yetinmek durumunda kalır, meselenin, konunun özünü hatta farklı boyutlarını bile egemen medyadan izleyemez. Medyatik Gerçek, Hakiki Gerçeğin önünde kalın bir duvar örer.
Dört engel
Danıştay'a yönelik saldırının ardından meydana gelen gelişmelere baktığımızda, Türk medyasının kelimenin gerçek anlamıyla çuvallamasının çeşitli nedenleri var:
* İktidarlar arasındaki çatışmalarda medyanın ezberi çabuk bozulur.
Türk egemen medyasının esas görevi iktidarın 'ulaklığı'nı yapmak olduğu için, yekvücut olmayan iktidarın kendi içinde çatlaklar, çatışmalar, anlaşmazlıklar baş gösterdiğinde, bilgi, görüş ve ideolojik beslenme kaynağı olarak tek iktidar kutbuyla mesafesiz bir temas ilişkisinde olan egemen medya, servis kaynaklarının sayısı biri geçince, zaten pek gelişmemiş olan her türlü süzme ve tahlil yeteneğini neredeyse tamamen yitirir.
Bu durum, sürekli olarak ve yıllardır aynı kitabı okuyan birisinin, birden bire farklı 3 kitapla karşılaştığında düştüğü duruma benzer.
Aslında iktidarı savunmak, iktidarın sözcülüğünü yapmak üzere tasarlanmış olan medya mekanizması, iktidar parçalanıp, kendi içinde farklı görüşler hatta zıt tutumlar benimseyip, iç çatışmalara girince, medya ortada kalır. Neyi, kimi, nasıl savunacağını bilemez hale düşer.
* Bağımsız olmayan Türk egemen medyasının bağımsız bir perspektifi/yayın politikası yoktur.
Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) iktidara gelmesinden bu yana Silahlı Kuvvetler ile hükümet arasındaki çelişmelerde, duruma ve konuya göre kah AKP kah Ordu'dan yana tutum takınan egemen medya, aslında bu çelişmede kesin bir tutum almaktan çoğu zaman kaçındı.
İlk başlarda yeni iktidara alışmak, onunla daha sıkı ve yoğun ilişki içine girmek için AKP yanlısı bir politika izleyen egemen medya, son dönemlerde, AKP'nin de güç kaybetmesiyle, laikliği savunmak adına daha çok klasik/geleneksel 'rejim yanlılığı' yani yerleşik düzen taraftarı, bir başka deyişle Silahlı Kuvvetlerin görüşlerine daha çok prim verir oldu.
Ancak "Şemdinli" ve "Danıştay" olaylarında da TSK'nin içine düştüğü zor durum nedeniyle, egemen medya, apoletlerini tam olarak da kuşanamadı. Ne var ki, medya, kendi grup çıkarlarını savunmak için, siyasi-iktisadi ve askeri iktidarın sözcülüğünü benimsemiş olsa da, olay ve gelişmeleri kendi bağımsız gözlükleriyle ayrıntılı bir şekilde kavrayıp tahlil edeceği yerde, etrafta uçuşan söylentiler, kulaklara fısıldanan yorumlar ve hatta Genel Kurmay binasının önünde dağıtılan sarı zarfların içeriğine daha fazla yer verdi.
Bu nedenle Danıstay'a saldıran kişi önce "radikal İslamcı", sonra "Ulusalcı çete" mensubu olarak sunuldu.
* Medya, yasalara ve meslek ahlak kurallarına da saygı göstermedi.
Propaganda bombardımanını süzüp, doğruyu yanlıştan ayırt edemeyen medya, kaynağı belirsiz yönlendirmelere karşı hiçbir önlem almazken, gizli tutulması gereken hazırlık soruşturmasından sızdığı öne sürülen bilgiler dahil, konuyla uzaktan yakından ilişkili olan olmayan her türlü görüşe (Dikkat, bilgi değil, görüş) sayfalarını açtı.
Egemen medya, sanki tüm okurlar tüm gazeteleri okuyormuş ve haberi doğru vermek değil önce vermek gerekliymiş gibi, haberciliğin temel ilkelerini (En basiti bir bilginin en az iki kaynaktan doğrulanması) fütursuzca çiğneyerek, bilgi kirliliği yarattı.
* Radikal İslamcı maskenin altından paramiliter çeteler çıkınca yelkenler suya indirildi.
Gerek Danıştay'a yönelik saldırıyı gerçekleştirenin bağlantıları gerekse daha sonra yakalanan bazı zanlıların Türk Silahlı Kuvvetleriyle ilişkileri, medyanın olayı izlemesini, bağlantıları derinleştirmesini büyük ölçüde engelledi.
Bu duruma "Susurluk Vukuatı"nda da rastladığımız 'Veli Küçük Sendromu' adını verebiliriz.
Medya bu tutumuyla tedbiri elden bıraktığı yetmiyormuş gibi, mebzul 'Komplo Teorileri'nin genel merkezi haline geldi.
Haber cennetinin aylakları
Oysa ki, Türkiye aslında bir haber cenneti. Haberin çağdaş terminolojideki tanımı olan 'İktidardaki birilerinin gizlediği, kamu yararı olduğu için açığa çıkarılması gereken bilgi', tam da Susurluk, Şemdinli ya da Danıştay skandallarında gündeme geldi.
Bu tür durumlarda, Türk egemen medyasının yaptığı gibi, resmi, gayri resmi her türlü kaynaktan gelen (Servis edilen) bilgiler, hiçbir siyasi, mesleki süzgeçten geçirilmeden yayınlamaktansa, dünyada ve Türkiye'deki gazetecilik gelenek ve pratiğinin önerdiği yöntemler var:
* Konu, bir tek muhabirin izleyip aktarabileceği bir konu olmadığı için, olayın patlak vermesiyle birlikte, Yazı İşleri ve Haber merkezinin özel bir örgütlenmeye gidip, bir ekip kurması gerekir. Kolektif çalışmada, uzman iç politika, savunma ve polis-adliye muhabirleri bir "anchorman"ın koordinatörlüğünde ortak araştırmaya girmeli.
* İlginçtir, Danıştay'a yönelik saldırı ve ardından tezahür eden gelişmelerde daha önce Susurluk skandalında adı geçen bir çok şahsiyetin bulunması, önemli bir arşiv çalışmasını gerektirir.(Aslında Susurluk çetesinin kanun önünde hesabı sorulsaydı belki de bu arşiv çalışmasına gerek kalmayacaktı).
* Ekip, meselenin mesleki-teknik gereklerini yerine getirmenin yanı sıra en çok berrak ve mutlaka bağımsız bir siyasi perspektife sahip olmalı. 'Ordumuz laikliği koruyor', 'İyi niyetli genç subayların münferit girişimi' gibi gerekçelerle suçu meşrulaştırmaya çalışan bir perspektifle habercilik yapılamaz.
Watergate'ten İran-Contra olaylarına kadar geniş çaplı tüm 'İnvestigative Reporting' (araştırmacı gazetecilik) çalışmalarında uygulanan yöntem ve kurallar üç aşağı beş yukarı aynıdır.
Bağımsızlık, hukuk devletini ve kamu çıkarını savunmak tayin edici ilkeler. Siyasi uyanıklık, olmazsa olmaz bir şart.
Aslında Türk egemen medyasında halen görevli olan az sayıda da olsa bu işi becerebilecek nitelikli meslektaşlarımız mevcut. Ne var ki, medya mülkiyetinin yarattığı habercilik ortamı, bir başka deyişle siyasi ve mesleki irade olmadığı için bu tür haber tahrifatı -desinformation-, haber gizleme -misinformation- ve kötü habercilik -malinformation- daha uzunca bir süre devam edeceğe benzer.
Olumlu bir örnek
Son olarak, bir örnek çalışma babında 1979 yılında Aydınlık gazetesinin gerçekleştirdiği Kontrgerilla dizisini saygıyla anmak istiyorum. 12 Mart 1971 askeri darbesinin ardından hapse atılan Aydınlıkçılar, henüz cezaevindeyken, işkencecileri ve onların örgüt ve bağlantılarını adım adım izlemeye saptamaya başlamıştı.
Dışarı çıktıktan sonra da, Türkiye çapındaki siyasi partilerinde görevli ya da sempatizanların da katılımı (Binlerce kişi!) ayrıca en az 50 gazetecinin oluşturduğu bir grupla Kontrgerilla'nın ana ve tali şemalarını çıkarabilmiş, bu yarı-yasal ama gayrı meşru örgütün neredeyse tüm elemanlarının nüfus cüzdanlarına bile ulaşmıştı.
Bu derin çalışmada, siyasi konjonktürün de katkısıyla Kontrgerilla'nın içinden de değerli bilgilere ulaşılmıştı. Tüm mesele bu bilgilerin doğru tahlil edilmesiydi ki, Aydınlıkçılar da bunu zamanında başarmışlardı. Esas konu, dizi yayına başlayınca, Kontrgerilla'nın içinden ve dışından gazeteye ihbarlar yağmaya başlaması.
Etekleri tutuşanlar, Kontrgerilla içindeki çatışmadan da yararlanarak, yayını yönlendirmeye çalıştılar. Ama siyasi uyanıklık, özenli ve titiz bir bilgi-belge taraması ve doğrulama -fact checking-faaliyeti sayesinde mızrağın sivri ucu Kontrgerilla'nın yüreğine ve beynine yönlendirilmişti. Ben o dönem gazetenin dış haberler servisinde çalıştığım halde, kampanyanın çok küçük bir bölümünde yer aldığımı hatırlıyorum.
Gazetecilik/habercilik sonuç olarak size gönderilen bilgi ve belgeleri yayınlamak değil. Bağımsız yani kamu çıkarını kollayan bir yayın perspektifiniz, yayın politikanız yok ise, Danıştay ya da benzeri vakalarda ya çok kolay bir şekilde birinin/birilerinin medyadaki hoparlörü olursunuz ya da siz dahil hiçbir okurun kavrayamadığı yüz bir bilgiyi peş peşe yayınlarsınız.
Türk egemen medyası, Danıştay kampanyasında bu iki 'anomalie'yi de başarılı bir şekilde gerçekleştirdi! (RD/BA)