Urfa'dan dört yıl önce gelmişler buraya. Konuşmak, adlarını vermek, fotoğraf çektirmek istemiyorlar önce. Mersin-Tarsus yolu kenarında, sebze yetiştirilen geniş bir tarlanın ortasında kurdukları çadırlarını toplayıp gitmelerini isteyen yerel yöneticilerin kulağına gider diye korkuyorlar. Kadınlarla görüşmem de yakışık almazmış! Kadınların fotoğraflanmasıysa kesinlikle sığmazmış törelere!
Konuştukça rahatlıyorlar, istemedikleri hiçbir şeyi yazmayacağımı; bu yoksulluk yokmuş gibi davranamasın kimse, açlık, evsizlik, adaletsizlik görmezden gelinemesin diye bunların duyurulması gerektiğini anlatıyorum. İkna oluyorlar. Üç çadırın üç kadınından ortancası Ş. cesaret ediyor konuşmaya sonunda. "Beni çek" diyor. "Beş çocuğum var, kocam birkaç yıldır hapiste. Senede iki-üç ay çalışırız biz. Günlük yevmiyemiz 12 milyon TL."
Oturduğumuz büyük çadır, Ş.'nin ablası ve eniştesinin "ev"i. Küçük ekran bir televizyondan ortama tezat bir varsıllığa ait gürültüler ve görüntüler eşlik ediyor sohbete. Hemen çay demliyorlar; "İçmeden bırakmayız."
Ş. anlatmayı sürdürüyor: "Çocuklarımın nüfus cüzdanları bile yok, hiçbiri okula gidemiyor. Bize yardım etsinler." Kendisi de okuma-yazma bilmiyor Ş.'nin. Töreler bu konuda da kesin: Kız çocuklarının okula gönderilmesi yasak! Geldikleri yerde kimse kızını okula göndermezmiş. Mersin'de durumun farklı olduğunu söyleyince yanıtları hazır: "Ama biz Urfalıyız."
Ş., "Şehirde doğsaydım, okumayı isterdim. Param olsa çocuklarımın hepsini de okutmak isterdim. Okursalar bizim gibi ırgat olmazlar, tarlada çalışmazlar" diyor ve yardım beklediklerini tekrarlıyor. "Nerde çıkacağız biz?", "Bizim oralardan kimse okumaz değil mi?", "Televizyona çıkmayız değil mi?", "Bize yardım gelir mi?" Kulaklarımda bu tedirgin sorular, onlara yardım etmek için elimden hiçbir şey gelmeyeceğini bilmenin çaresizliği ve suçluluğuyla kafamdaki soruların yarısını bile soramadan çıktım çadırdan.
Beni uğurlayan çocuklar uzun süre el salladılar, arkamdan. (EZ/BB)