1994'te bir kitap çıktı: Songs My Mother Taught Me - Annemin Öğrettiği Şarkılar.
Brando'nun Robert Lindsey ile birlikte yazdığı kitap bir yıl sonra Brando - Annemin öğrettiği şarkılar adıyla Remzi Kitabevi'nce yayımlandı.
2 Temmuz günü, 80 yaşında veda eden Marlon Brando'yu bu 458 sayfalı, bol resimli kitaptan, yani kendi ağzından cümlelerle uğurluyoruz.
Annemin nefesi
Annem içtiğinde, nefesi sözcük dağarcığımın tanımlamaya yetmeyeceği bir tatlılık kazanırdı. Bu garip birliktelikti: nefesinin hoşluğu ve içmesine duyduğun öfke.
"Menopoz ilacım" dediği Empirin şişesini hep gizli gizli yudumlardı. Şişenin içinde genellilikle cin olurdu. Büyüyüp olgunlaştıkça nefesleri o tanımlaması olanaksız hoş kokusuyla karışmış kadınlarla birlikte olacaktım.
Bu koku beni hep cinsel yönden tahrik etmiştir. Ondan istediğim kadar nefret edeyim beni cezbettiğini inkar edemem.
Benim takma ismim ise Budd'dı.
Babamın damarlarından kan yerine alkol, erkeklik hormonu adrenalin ve öfke bileşimi bir şey akardı. Diğer yandan bulunduğu her ortamı kahkahaya boğabilirdi...
İlk öpücük
Bir öğleden sonra Carol'u ziyarete gitmiştim. Kanepede otururken birden kendimden geçtim, eğilip onu öptüm, ilk öpücüğüm.
Bir dakika sonra, kendine geldiğinde "nasılsın" diye sordum.
Irk sorunuyla ilk tanışma
Lincoln'da sadece iki siyah çocuk vardı, ikisiyle de arkadaştım; özellikle de Asa Lee ile.
Birden omzumda bir el hissettim, Asa'nın annesiydi, eğilip "tatlım," dedi. "Bu kelimeyi bu evde kullanmayız biz ".
Şaşkınlıkla ona baktım, ve "hangi kelimeyi" diye sordum. "Zenci" diye cevapladı.
"Affedersiniz, " dedim. Bu kelimenin ne anlama geldiğini bile bilmiyordum ama Asa'nın yüzündeki ifadeden önemli bir şey olduğunu anlamıştım.
Ağzıma bir şeker koydu, başımı sevgiyle okşadı ve "tatlı şey" dedi Bu ırk sorunuyla ilk tanışmamdı.
Mazlumlar, mizah, spor, bateri
Mazlumların koruyucusu halline gelmiştim, kuşları vurmayı bırakmış, koruyucuları olmuştum.
Sanırım mizah ailemin alameti farikasıydı. Aklımızı korumamızı sağlayan bir şey varsa o da mizah anlayışımızdı.
Lathrop'ta kötü bir sporcu olmadığımı da keşfettim. Okulun dekatlon şampiyonasını kazandım ve hiç durmadan bir sınav çekerek bir rekor kırdım. Beden öğretmenin beni durdursaydı yine devam edecektim.
Durmam gerektiğini yoksa kalbime zarar verebileceğimi söylemişti. Şimdi bile üstünden uzun zaman geçen bu küçük başarıları hatırlamak beni heyecanlandırıyor.
Baterist olmak istiyordum. O andan beri ne zaman trene binsem rayların çıkardığı melodiyi eşlik etmek için ellerimi parmaklarımı bir şeylere vurmaktan kendimi alamam.
Hayvanları sevmenin kolay olduğunu düşünmüşümdür hep; çünkü sevgileri koşulsuzdur, güvenilir ve sadıktırlar, sevgi dışında hiçbir karşılık beklemezler.
On dört on beş yaşlarındayken tahta bira fıçılarından yapılmış davullarda yeteneğimi ilerletip Fıçı Brando ve Fıçıcıları adında bir grup kurunca hayatımı nasıl kazanacağıma karar verdim.
Libertyville lisesinde çektiğim zorluklara babamın bulduğu çözüm beni bir zamanlar kendi gittiği okula Minnesota eyaletinin Fariboult kentindeki Shattuck Asker akademisine göndermek oldu. Disiplinin bana büyük faydası dokunacağına inanıyordu.
Shattuck iç savaştan kısa bir süre sonra kurulmuştu ve o tarihten beri Amerikan ordusu için asker yetiştiriyordu.
İsyan, otoriteden nefret
Burayı mahvetmek istiyordum. Otoriteden nefret ediyor ve karşı koyarak, yıkarak, bozarak, türlü hilelerle başvurarak ve arkasından dolaşarak onu alt etmeye çalışıyordum.
Bana bir hiçmişim gibi davranılmaması için elimden gelen her şeyi yapardım. Zaten sizi askeri üniformanın içine sokup uyum ve disiplin istediklerinden hedefledikleri şey de size bir hiç olduğunuzu kabul ettirmektir.
"Marlon senin gibi biri bu okulda barınamaz," dedi Tuba Nuba olanları öğrendiğinde. "Seni artık burada tutamayız. "
Üzgün bir şekilde oda oda dolaşarak bütün arkadaşlarıma veda ettim.
Dük'e uğradığımda, "takma kafana Marlon, her şey yoluna girer. Bir gün kendini bütün dünyaya kabul ettireceğinden eminim," diyerek beni hayretler içinde bıraktı.
Sportif faaliyetler dışında insanların övgüsünü kazandığım tek şey oyunculuk olduğu için onlara "New York'a gidip tiyatro oyunculuğunu denememe ne dersiniz" diye sordum.
Asansörcülük işi buldum. Oradan ayrıldıktan sonra garsonluk, sonra aşçı yamaklığı, büfecilik ve şimdi aklıma gelmeyen bir sürü işe girdim çıktım...
Siyahlar, Yahudiler
Sevişmemizin ardından ne onun beyaz bir erkekle ne de benim siyah bir kadınla daha önce beraber olmadığımızı fark ettikten sonra farklı renkten iki insanın birbirine duyduğu merakla birbirimizi inceleme koyulduk...
Düşünsel gelişmemde Yahudilerin çok büyük etkisi oldu. Yahudilerden kurulu bir dünyanın içinde yaşıyordum.
Son yüzyıl içinde tarihe damgasını vurmuş kişilerin bir listesini yapmaya kalkıştığınızda ilk üç sırayı Einstein, Freud ve Marx alacaktı. Üçü de Yahudiydi.
Hollywood her zaman Yahudi cemaati olmuştur, Yahudiler tarafından kurulmuştur ve günümüzde büyük ölçüde onlar tarafından işletilmektedir.
Fakat bu durumun aksine Hollwood'da uzun bir süre Yahudi karşıtı katı bir tutum hakim olmuştur. Bu tutum özellikle Yahudi kökenli oyuncuların iş bulabilmek için kimlikler gizlemek zorunda kaldıkları savaş öncesi dönemlerde daha katı bir durum sergilemekteydi.
"Yahudi görünüşü"ne sahipseniz, rol alamaz, dolayısıyla hayatınızı idame ettiremezdiniz... Kirk Douglas, Tony Curtis, Poul Muni ve Paulette Goddard gibi görünmeli ve adınızı değiştirmeliydiniz.
Stella ve Kazan
Bazen Cumartesi sabahları Actor's Studio'ya giderdim. Çünkü o gün Elia Kazan'ın dersi olur ve bir sürü de güzel kız gelirdi. Strazburg oyunculuk konusunda bana hiçbir şey öğretmemiştir. Bu konuda ne öğrendimse hep Stella'dan (Adler) daha sonra da Kazan'dan öğrendim.
I Remember Mama'da (Annemi Hatırlıyorum) profesyonel oyunculuğa ilk adımımı attım. Bir daldan uçmuş, başka bir dala konmuştum.
Daha becerikli olduğum başka bir alan yoktu ve oyunculuk bana zor gelmiyordu. Hele hele biraz da tecrübe kazandıktan sonra fazla bir çaba harcamadan rahatlıkla çalışabiliyordum. Sonraları, oyunculuk eski eğlenceli halini kaybettiğinde bile kısa zamanda çok para kazanmanın tek yolu olmaya devam etti benim için.
The Men filminden midir bilinmez Kore savaşı için orduya çağrıldığımda oralı bile olmadım. İkinci Dünya Savaşı sırasında orduya yazılmaya hazırdım ama 1950'de artık dünyayı daha iyi anlayabiliyordum, ya da öyle olduğunu sanıyordum, hükümetin benim adıma aldığı kararlar konusunda kuşku duyacak kadar okumuştum.
Kore Savaşına davet
Sevk kağıdımda "çürük" yerine "sağlamdır" ibaresini görünce New York'taki asker alma dairesinin merkez binasına gittim. Shattuck'da incittiğim dizimden ameliyat olmuştum. Bana bir form verip doldurmamı istediler.
"Irkı?"
"İnsan" diye yazdım.
"Teni?"
"Mevsimine göre beyaz et tonundan beje kadar değişebiliyor..."
Askeri doktor bana askere alınmam konusunda ne gibi engellerim olduğunu sorduğunda ona ben psikonevrotiğim dedim. (...) İşte, Kore'ye gitmememin nedeni buydu.
Marilyn öldürüldü
Bu kızlardan biri Lee Strasbourg'un sömürdüğü insanların arasına yeni katılan Marilyn Monreo'ydu. Onu savaş bittikten hemen sonra çok kısa bir süre görmüş ve New York'taki bir partide yeniden görünce çarpılmıştım; hem de kelimenin tam anlamıyla.
Nihayet bir gece aradım ve "hemen çıkıp yanına gelmek istiyorum, bahane mahane istemem, eğer beni görmek istemiyorsan şimdi söyle," dedim.
Davet etti ve askerlerin rüyalarını süsleyen bir manzara kısa süre sonra gerçekleşti.
Marilyn duyarlı ve hayatı boyuca yanlış anlaşılmış bir insandı, düşünce ufku sanıldığından daha genişti, hayatın sillesini yemişti ama güçlü bir duygusal anlayışa sahipti. Diğer insanların duygularını anlamaya yönelik çok ince bir sezgisi, çok iyi terbiye edilmiş ince bir zekası vardı.
Son görüşmemiz ölümünden iki üç gün önce telefonla oldu. Los Angelos'taki evinden arayıp beni akşam yemeğine davet etti. Başkalarına sözüm olduğu için gidemeyeceğimi fakat bir gün ayarlayıp bir hafta sonra kendisini arayacağımı söyledim. O da, "olur" dedi ve kendisinden duyup duyacağım son söz bu oldu.
İnsanlara karşı dizginlenemez bir merak beslerim ve Marilyn'n aklının bir köşesinden intiharla ilgili bir şeyler geçiyor olsaydı, bir şeylerin yolunda gitmediğini hemen sezinlerdim.
Bunu anlardım. Belki de yanlışlıkla fazla ilaç aldığı için ölmüştür. Ama yine de ben her zamanki gibi onun öldürüldüğüne inanıyorum
Levy adındaki kazım
Hayatımın değişik dönemlerinde atlarım, ineklerim, tavşanlarım, bir sürü kedim ve köpeğim oldu bir de Bay Levy adında bir kazım vardı.
Kazan ve "Komünistler"
Otuzlu yıllar boyunca Gadg (Elia kazan) dahil Group Theatre'in bir çok üyesi Komünist Partisi'ne katılmıştı. Kanımca bu kararı daha çok partinin krizi sona erdirecek ve ülkedeki ekonomik eşitsizliği düzeltecek ilerici öneriler getirdiğine, ırkçı adalet düzenine karışı çıktığına ve faşizmin karşısında durduğuna ilişkin idealist görüşlerinden dolayı almışlardı
Aynı şekilde Gadg dahil bir çoğu kısa zamanda partiden soğudularsa da McCharthy döneminin kargaşası içinde paylarına düşeni almaktan da kurtulamadılar.
Filmde (On The Waterfront--- Rıhtımlar üstünde) Terry Moley adında bir zamanlar boksörlük yapmış ve aldığı ölüm tehditlerine rağmen Jersey limanını haraca kesen "babaların" aleyhine tanıklık etmekten çekinmeyen bir yükleme işçisinin gerçek hayatını canlandıracaktım.
Rolü kabul etmek konusunda biraz isteksizdim. Çünkü Gadg'ın tanıdığı insanların sıkıntıya düşmelerine neden olan davranışı kabul edilir gibi değildi.
Bu yaptığı adlarını verdiği kişilerin çoğunu o dönemlerde komünistlikle bir ilişkisi olmadığı düşünülürse özellikle aptalcaydı. Kara listeye sadece güneyde bir siyahinin linç edilmesini protesto eden dilekçe imzaladığım için alınmıştım. Broadway'de Mr. Roberts'da oynadıktan sonra başarı çizgisini yükseltmiş olan ablam Joceyln de kara listeye alınanlar arasındaydı.
Dünyanın en eski mesleği fahişelik değil, oyunculuktur. Maymunlar bile rol yapıyor.
James Dean
Bir başka sefer de ona bir oyuncu olarak beni taklit etmesinin çok aptalca olduğunu söyledim. Jimmy (James Dean) kendin gibi olmalısın, benim gibi değil. Beni taklit etmeye çalışma, kendini geliştirmek zorundasın. Ona bir başkası olmaya çalışmanın çıkmaz bir sokağa girmeye benzediğini söyledim.
O son filminde korkunç derecede iyiydi. İnsanlar kendilerini onun acılarıyla özdeşleştirerek onu bir kült kahraman haline getirdiler. Artık elimizden onun bir başka 20 yıllık bir devrede nasıl bir oyuncu olabileceği üzerine tahmin yürütmekten başka bir şey gelmiyor.
Bence çok büyük bir oyuncu olabilirdi, ama işte öyle olmadı ve öldü. Kendi efsanesinin içine sonsuza dek gömüldü.
Oyuncu olmasaydım herhalde dolandırıcı olur ve hapsi boylardım diye düşünürdüm sık sık. Ya da belki de çıldırırdım.
Mutluluk Tahiti'de
Hayatımın en mutlu anlarını Tahiti'de geçirdim. Tam bir huzur ortamı yakaladığım bir yer varsa orası. Tahitililerin arasında yaşadığım bana ait adadır.
Oraya ilk gidişimde onlara yardım etmek için para harcamayı düşündüm aptalca. Bırakın yardım etmeyi ya da onlara bir şey vermeyi, üstüne üstlük onlardan alabileceğim çok şey olduğunu öğrendim.
Otoriteye karşı
Altmışlı ve yetmişli yıllarda o kadar çok şey oldu ki şimdi çoğunu yarım yamalak hatırlayabiliyorum. Hayatımı anlamlı kılmaya çalışıyor ve yoksulluğu, ırk ayrımını, toplumsal adaletsizliği sona erdirebileceğimi düşündüğüm bütün kampanyalara canı gönülden katılıyordum.
Tabii o yıllarda sadece bunları yapmakla kalmıyor, partilere katılıyor, içki içiyor, eğleniyor, havuzlarda yüzüyor, esrar çekiyor sahillere uzanıp güneşin batışını seyrediyordum.
Altmışlı yıllarda Hollywood'da herkes birbiriyle düşüp kalkmaktaydı. Bir adamın karısını veya sevgilisini, aynı şekilde bir kadının kocasını ya da sevgilisini yatağa atmak o dönemin vazgeçilmez oyunlarındandı. Ben de bu oyuna katılmaktan geri kalmadım doğrusu.
Ana babalar olsun, başbakanlar olsun, otoriteyi kendi amaçları doğrultusunda kullanan ve insanları ezen kişilerden hoşlanmıyordum.
Kennedy
İlginç olacağını düşünerek Kennedy'nin oteldeki odasına doğru adamı izledim. El sıkışmaktan fırsat bulamadığı için davette bir şey yiyememişti. Birlikte yemek yemeyi teklif etti.
Fakat öncelikle bir iki tek atmayı uygun bulduk. Kennedy Hollywood'da tanıdığım kadınlar hakkında bir şeyler öğrenmeye can atıyordu. Onları heyecanla merak ediyordu.
Sonra, konuyu değiştirdi ve bana kuşkulu bir bakış fırlatarak "Kızılderililerle neler yaptığını biliyoruz," dedi. Bir taraftan da bana doğru parmağını sallıyordu.
"Ben de sizin neler yapmadığınızı," dedim.
Adada isyan
Paul Newman, Virgil Frye, Tony Franciosa gibi bir çok dostumla birlikte özgürlük yürüyüşlerine katılmak ve Martin Luther King Jr. ile beraber olmak için Güneye gittim.
Washington yürüyüşü sırasında "Bir hayalim var" sözleriyle başlayan konuşmasını yaparken Dr. King'in birkaç adım ötesinde duruyordum. Konuşması kulaklarımda hala yankılanıyor.
Elia Kazan ile Bernardo Bertolucci dışında çalıştığım en iyi yönetmenlerden biri de Gillo Pontocorvo idi, birbirimizi öldürmeye ramak kalmış olmasına rağmen.
1968'de yönetmenliğini yaptığı ve kimsenin izleyemediği bu filmin orijinal adı Quiemada (Adada İsyan) idi, piyasaya Burn adıyla lanse edildi. Filmde 19. yüzyılda Avrupalıların sömürgelerine yaptıkları kötülüklerin kişiliğinde temsil edildiği İngiliz casus Sir William Walker'ı canlandırıyordum.
Filmde Vietnam savaşıyla paralellikle vardı ve güçlünün zayıfı sömürmesi gibi evrensel bir tema işleniyordu. Bu filmde hayatımın en iyi oyununu oynadım fakat çok az kişi görmeye geldi.
2 Temmuz son değil
Bu hikayede son yok. Sonunu bilseydim seve seve anlatırdım. Hayatımın sonu da 32. sokağın sonundaki karaağacın altına oturup o büyülü tohumları yakalamak umuduyla ellerimi uzattığım zamanların öncesi gibi bir bilmece benim için.
Artık küçükken yaptığım gibi elimi uzatmıyorum. Ama büyülü anları eskisi kadar hiç bıkmadan ve usanmadan bekliyorum. (BA/YS)