19 Kasım 2011'de kaybettiğimiz Türk sinemasının ünlü yönetmeni Ömer Lütfi Akad'ın ölümünden önce yaptığı son uzun söyleşiyi yayımlıyoruz. Söyleşi, Milliyet Sanat dergisinin Ağustos 2010 sayısında yer almıştı.
Lütfi Akad'ın Milliyet Sanat dergisinde iki yazısı yayımlanınca, söyleşi de iyi olur dendi. O sıralarda apar topar hastaneye kaldırıldı Akad. Ara sıra böyle sürprizler yaşatır. Ama bu sefer epey korkuttu.
Levent'teki bir hastanede hocamın haline bakıp, yoğun bakımı olan bir hastaneye götürün dediler. Ama aslında basit bir tedavi gerekiyordu. Öyle de oldu, ikinci günün akşamına çıkardık hastaneden.
94 yaşında olmayı hiç sevmiyor. Az duymak, az görmek hiç hoşuna gitmiyor. Kimin gider ki? Belki o yüzden vücudu bazen "Gidelim o zaman Lütfi" diyor.
Ama daha çok aydınlatmaya devam edecek. Daha bitireceği roman var, yazıları var. Şiirleri de varmış. Belki tekrar şiir de yazar. Kim bilir? Hocam bilir. Ama herkesin olduğu kadar onun da cesaretlendirilmesi, motive edilmesi gerekiyor.
Nasıl yani, koca Lütfi Akad da mı bizim gibi yani? Elbette, her sanatçı öyle. Belki söyleşi de böyle bir motivasyon yaratır diye düşünüp kolları sıvadım. Lütfi bey, dostu olduğum için bu söyleşiyi kabul ettiğini söyledi. Söyleşinin olabilmesi için eşi Şükran hanımın katkısını da göz ardı edemem.
Lütfi Akad olmak nasıl bir duygu?
Galiba en sıkıldığım şey o. Onun için hep kaçınırım göze batmaktan.
Sinemaya ilk girdiğinizden beri hep geride durmak istediniz...
Evet. Ama bir zaman galiba acarlık etmeye kalktım. Çalıştığım yerde sinemayı bilmeden sinema hakkında öteberiler söyledim. Yönetmeni ben değildim daha, Şakir'in (*Sırmalı) filminde yapımcı olarak çalıştığımda. Şöyle bir film olacak, böyle bir film olacak... O ilk ve son oldu. Ondan sonra bir daha hiç lafını etmedim.
Sonrasında hep Türk sinemasını başlatan adam olarak sizden bahsettiklerinde canınız sıkılıyor o zaman?
Evet. Bir sinemayı bir tek kişi yapamaz. Yani bir memlekette sinema var denmesi için bir ortam ister. Sinema salonu ister, o vardı, sonra çoğaldı. Ama sinemacı yoktu. İnsana ihtiyaç vardı. Onun için sokaktan geçeni kolundan tutup sinemaya çekerdik.
Atıf Yılmaz, Memduh Ün. Atıf Yılmaz'ı zorla sinemacı yaptık. Ama mesela Metin Erksan tamamen dışarıdan, sinemayı merak ettiği için, sinemanın etkili bir şey olduğunu bildiği için sinemaya geldi. Halit Refiğ de öyle, yani onlar talip olanlar. Böylece bir ortam oluştu. İşte o zaman Türkiye'de sinema var denilebiliyordu.
2003'de anı kitabınıza son noktayı koydunuz. Okulu da bıraktınız. Sonra neler yaptınız?
İşte, tek tük yazılar yazdım, hoşuma da gidiyordu. Ciddi bir işe giriştim yazı alanında. 150-200 sayfa kadar yazdım (*bitirmediği romandan söz ediyor). Seviyordum yazmayı. Ama okuduğumu beğenmedim, yaptıklarımı bıraktım. Ama okumasını sevdiğim bölümler var.
Senaryo yazıyordunuz. Ondan önce ya da sonra yazdıklarınız oldu mu?
Şehir Tiyatrosu'nun bir dergisi vardı. Orada tiyatro yazıları yazdığım oldu. Sinemaya başladığım yıllarda. Hatırladığım kadarıyla "Yunan tiyatrosunun ardından, Roma'nın niye bir tiyatrosu olmamıştır?" konusunu yazmıştım. Sonra arkadaş grubuyla bir dergi çıkarmıştık. Şiirlerim vardı, onları yayımladım.
Bu şimdi bana sürpriz oldu. Nerede duruyor onlar? Çeviri değil ama, değil mi? Şiir çevirilerinizden bahsetmiştiniz.
Hayır, çeviri değil. Arşivimde arasam bulabileceğimi sanıyorum. Lise son sınıf sıralarında, askerlikte, askerlikten sonra yazdım. Ama çok değil yani.
Çocukluğunuz nasıl geçiyordu? Yazmak, okumak, seyretmek?
Babamın bir seferberlik sandığı vardı, askerken yanında götürdüğü. Orası kitaplığımdı. 14-15 yaşında kitap satın alırdım. Akşam gazetesi tefrika halinde, forma forma roman çıkarırdı. Onları okurdum. Fotoğraf toplardım. Resim yapardık, arkadaşımla. İkimiz de meraklıydık, lisedeydik o zaman.
Okulda resim atölyesi vardı, çok özenirdim. Atölyenin camekânı vardı, oradan resim yapanları seyrederdim. Kapıyı açıp, hocam ben de ders almak istiyorum diyemedim. O zamandan kalma resim yok, ama bazı arkadaşlarımın evinde resimlerim var, asılmış. Evlendiğimizde resim yapmayı bıraktım. Sonra yeniden başladım. Oğlumda 1-2 resim var.
O zamanları biraz daha anlatın istiyorum. Seyrettiğiniz ve etkilendiğiniz tiyatro oyunları, filmler?
Şehir Tiyatrosu'nda oynayan oyunların hepsine giderdim. Para değil, 50 kuruştu. Tepebaşı'ndaki Dram Tiyatrosu... Çıkardım ikinci balkona, oradan seyrederdim. O beni tabii çok etkiledi. Hiç yabancı değildim.
Hiç tiyatro denediniz mi peki?
Denedik. Hatta okulda Tefik Ünsi, Sacit Öget. Galatasaray'ın birinci takım kalecisiydi. Onlar öldü. Okuldayken bir oyun yazmışlar. Bütün kış boyu oyun yazdılar onlar. Yazın da sahneye koydular. Ama şey sahneler, Maltepe Tiyatrosu... Yakacık'ta tiyatro. Ben de onlara katıldım.
Bazı oyunlarda, orada sahne üstünde yatardık, pire içinde. Öyle serseriliklerim var. Daha da ileri yıllarda, resim de yapıyorum ya, bir arkadaşımla Halkevi Tiyatrosu'na gittik. Biz dekor yaparız diye. Orhan Hançerlioğlu tiyatro bölümünü yönetiyordu. "Zaman Bir Rüyadır" oyununu sahneye koyacaklar. Ona bir şömine lazımmış. Yaptık şömineyi, getirdik, sahneye zor sığıyor, küçücük bir sahne. Kestik, gene çok geldi. Üç kere kestik, daralttık, incelttik, nihayet oldu. Gerçek bir şömine yapmaya kalkmışız!
Siz çocukluğunuzda Arapça öğrenmemiştiniz herhalde?
Bir yıl okuyabildim. Sonra babam hoca tuttu bana. Eskiyi devam ettirebilmek için. Ama ben çok sıkıldım. Fransızcayla uğraşıyordum o sırada. Sonra vazgeçtim, istemedim hocayı.
Peki, Türkçeyi yazı diliyle Latin harfleriyle kullanacağız diye bir heyecan dalgası var mıydı?
Evet, hemen. Babamda hiç fikri yokken, annem de öyle, ikisi de... Akşam gazetesi alırdık. 12 yaşlarındaydım o sıra.
1923'de Cumhuriyet ilan edildiğinde, nasıl bir havaydı soluduğunuz?
Onların farkında değilim. Daha eskisini hatırlıyorum. Mesela şöyle dediğimizi hatırlıyorum. "Osmanlıyım, Müslümanım, Türküm." derdik çocukken.
Cumhuriyet'le birlikte nasıl bir heyecan vardı? Yeniden bir doğuş mu, yoksa insanlar normal hayatlarına devam mı ediyordu?
Eski Adli Tıp'ın önündeydik, annemle. Gülhane'de. Dişçiden geliyorduk, dişimi çektirmiştim. Çocukken. Vilayetin kapısından birkaç genç fırladı, dört beş genç. Koşarak. Neye koşuyorlar diye baktım. Bir adamın üstüne çullandılar. Yaşlı bir adam. Beyaz sakallı, elinde baston. Alay Köşkü'nün hizasında. Ellerinde makasla, başlığını çıkardılar, kalpağı vardı, onu dilim dilim kestiler. Şapka inkılâbının yapıldığı gün olacak o. Onu görmüştük dehşetle annemle.
Böyle garip şeyler yaşandı. Onun tersi de yaşandı?
Tersi de yaşandı. Evet. Yaşanıyor.
'38'de Atatürk ölene kadar, Kurtuluş Savaşı'nı yapanlara dair duygular nasıldı? Herkes çok mu seviyordu, yoksa Osmanlı'yı bunlar kaldırdılar diye bir tepki var mıydı?
Benim bulunduğum ortamda böyle bir şey yoktu. O müthiş bir şeydi. Biz lise olarak Galata köprüsündeydik. Orada gördük cenazenin geçişini. Sesi çok uzaklardan geliyordu. Sonra göründü. Geldikçe uğultu yaklaşıyor, büyüyordu. Köprüye girdiğinde gemilerden düdükler, gemilerin, teknelerin direklerine tırmanmış insanlar. Müthiş bir şeydi o. Yani o görüntü, o ses, o büyüklük, azamet duygusu, her şey bir amplifikatörle muazzam bir şekilde büyütülmüş bir şeydi.
Birtakım değişiklikler, hep bir iki kişinin zorlamasıyla mı olmak zorunda? Sendika, işçi hareketleri hep böyle birilerinin sürüklemesiyle mi yürümeli?
Yaşadım onu. Toplu sözleşmeyi bitirmişiz. Yeryüzünde bu oranda zam almış bir şey yok, o da bize mahsus bir şey. Çok saçma aslında. Yani işverenlerin razı olması, direnmemesi, akıl alır şey değil. Nedense bizden çok ürktüler. Ne yapabiliriz ki sanki? Birkaç oyuncu biz sendika tanımıyoruz dedi. Ve yönetim değişti. Sendika başkanı ayrıldı. Kapandı sendika, kimse uğraşmadı, batırdılar.
İşte gene sürükleyen birkaç insana bağlı oluyor o zaman?
Evet. Yeni gelenlere bağlıydı her şey. Hayır, hiçbir şey kalmadı, gitti. O zaman anladık. Ne zaman sizin gerçekten canınız yanıyorsa, yandığına inanıyorsanız, toplanıp birleşin, sendikanızı kurun.
Mahallede başka çocuklarla oynar mıydınız?
Oynardık. Sokak çocukluğunun her türlüsünü yaptım. Erik çalmaya gittim. Turp bostanına gidip turp yedik. Sapan kullandım, az kullandım ama. Sevmezdim taş atmasını. Ama mahallede toplanırdık. Kurtuluş'a, oradakilere taş atmaya giderdik. Mahalle kavgaları. Bisiklet öğrendim. Yürüyüş yapardık arkadaşımla. 16-17 yaşlarında. Şişli'den Altınkum'a kadar yürürdük. Rumeli Kavağı'ndan öte. Dönüşünde araba yok o zaman. Gemiye binerdik. Beşiktaş'a gelirdik. Beşiktaş'tan otobüsle eve giderdik.
O zaman internet yok, televizyon yok. Lunapark belki vardı.
Yok. Sirk gelirdi, arada bir. Yerli cambaz. İp cambazları falan gelirdi.
Müzikle bağınız var mıydı?
Galatasaray orta sınıflardayken Muhittin Sadak vardı. Korosu vardı onun. Benim şarkı söylerken sesimi fark etmiş. Sen müzik dersi alıyor musun dedi? Yok efendim dedim. Babana söyle, sana bir keman alsın, keman çalış. Babam almaz keman dedim. Ben bir kâğıt yazayım sana. Yazdı kâğıdı, aldım babama götürdüm. Babam aldı kâğıdı. Yani şimdi keman mı çalacaksın dedi.
Hocam istiyor, müzik hocam. Eskiden bir komşumuz vardı. Keman çalardı, ben de dinlerdim. Onu gidip bulduk, ben ders veririm dedi. Bir de kemanım var, isterseniz onu da size satayım. Olur dedik. Başladık kemana çalışmaya. Ben evde antrenman yapıyorum. Çift tellere geldik. Yani yayı, iki telin üstünden aynı anda geçiriyorsun. Bu çok zor bir şey. Bazen değiyor, bazen değmiyor çünkü. Halbuki muntazam şekilde değecek ve düzgün çift ses çıkacak. Berbat sesler çıkıyor. Pazar günü ona çalışıyorum. Kapı açıldı. Babam gözlüğü üstünde, elinde kahve fincanı, diğer elinde sigara, gazete. Bu sesleri çıkarmaya devam edersen, kemanı kafanda parçalarım. Hem zoruma gidiyor, babam da bunu deyince kemanı bıraktım.
Birkaç ay mı serüveniniz oldu?
Evet, bir iki ay. Şakir Sırmalı vardı. Bizi evine de çağırırdı, giderdik. Bir arkadaş grubuyla. Gramofonu var, bize plaklar dinletti. Sonatlar, senfoniler, konçertolar dinlemeye başladık. Çok sevdim o müziği.
Bunlar hep sinemanın içinde var. Hepsi var. Romandan, öyküden yararlanıyorsunuz. Tiyatro, resim, fotoğraf. Onları kullanıyorsunuz sinemanın içinde.
Resimden çok faydalandım. Eski ressamların tablolarına çok baktım. Sinemada bana çok yardımcı oldu. Sonra sinemanın müzikle olan ilişkisini yakaladım. Ama sinemadan birkaç yıl sonra. Zamansal vuruşlarla sinemadaki resim değişimleri arasında bir ilişki yakaladığımı sandım. Ders almak istedim. Nasıl bir zamanlama acaba? Gene uzun kısa, uzun kısa, daha uzun, daha kısa, çok kısa. Vuruşların hepsi var sinemada. Yani müzikteki vuruşların sinemayla bir ilişkisi olduğuna aklım yatmıştı o sıra. Yakınımda bu işi bilip de beni uyandıracak, bana anlatacak olmadı.
Şimdi yeni nesil sinema yapmaya çalıştığında, bu donanımlara sahip olmazsa, farklı bir sinema mı çıkacak?
Bilemem. Sinema, günün eseri olması gereken bir şey. Çünkü gösteri estetiği süratle eriyen bir estetik, kaybolan bir estetiktir. Yani 40 sene öncenin bir oyuncusunu seyredemezsin, gününe uymamış bir oyuncuyu.
Değişiyor insanların davranışları. Şimdi nasıl konuşuyor insanlar? Yeni bir moda var. Çok hızlı konuşuyorlar. O bir marifet oluyor, televizyona göre. Konuşma hızı var. Amerikalı çok hızlı konuşabiliyor. Amerikalı o filmi izleyebiliyor. Kendi dilinin yapısı hızlı konuşmaya uygun. Bizimkiler de aynı hızla söylemeye kalkıyor. Garip yaratıklar yani, hiç düşünmeden oluyor bunlar. Biraz düşünse. Ben dilci miyim, her dilin bir konuşma hızı olduğunu söylerken.
Bunu düşünmeden yapıyorlar diyorsunuz?
Hayır düşünmüyorlar.
Ben kızım Güneş'e onu söylüyorum. Bir soru soruyorum, bilmiyorum diye kaçmaya çalışıyor. Birazcık olsun düşün, düşünürsen bulacaksın yanıtını.
Ne demiş İngiliz? Düşün demiş korkma, aklına zarar gelmez.
Şimdi yeni neslin önünde internet var. Öylece bütün dünyayı takip ediyorlar.
O bir harika. O bir fırsat. Ben genç olsaydım başımı oradan kaldırmazdım. Yeni bir şey buldum. Fransızca bir sözcük var. İlk akla gelen sözlüğe bakmak. Bu sefer sözlüğe bakmadım, google'a yazdım sözü. Bana çok güzel anlamını anlattı. Türkçe karşılığından başka ne anlama geldiğini, nerede nasıl kullanabileceğimi. Sözlükte de var, örnekler falan gösteriyor, ama bu başka. Bilimsel bir sorun yaptı sözcüğü, uzun uzun anlattı.
Sözlüğe bakacağıma, bundan sonra doğrudan google'a yazıyorum. Oradan öğreniyorum. Müthiş bir şey. Sen beni uyardın, Wikipedia diye. Şimdi orada bir konu aradım. Çok ilginç. Yedi Uyuyanlar'a, Hristiyanlar'a mezalimin kanununu çıkaran Decius İmparatoru bir de ona sorayım dedim. Hristiyanları imha faslı yok. Askerliği var, siyasetçiliği var, imha satırı yok, bir tek söz yok. Kapadım. Bir daha bu sefer Türkçe yazmadım, Fransızca yazdım Decius'u. Orada var, altında İngilizcesinde de var. Ama Wikipedia Türkçe'de yok. Kapamış vermemiş. İskenderiye kitaplığını yakan Bizans İmparator. Bağnazlık konusu. Ortaçağ'ı başlatan.
Bütün kitaplık gidiyor. Yeryüzünün en büyük kitaplığı. Müdürü de bir kadın. Bir de, 6. yüzyıl'da Jüstinyanus var. Atina Akademisi'ni kapatıyor. Siz küfür öğretiyorsunuz burada diye kitaplarıyla beraber kovuyor Bizans'tan. Onların da kalkıp gittikleri yer çok ilginç. Atina Akademisi hocaları, kitaplarıyla birlikte İran'a gidiyorlar. Neden İran'a gidiyorlar? Çünkü İskender orada...
İslamiyet'in doğuşunda İran'ın fethi var. Araplar orada karşılaşıyorlar Yunan kitaplarıyla. İskenderiye kitaplığını, Mısır'ı zapt ediyorlar. Türkler'le Çin seferine gidiyorlar, Hindistan'a gidiyorlar. Oradan da matematik "sıfır"ı getiriyorlar. Barutu, pusulayı getiriyorlar. Çin'den. Ve müthiş bir aydınlanma başlıyor. Sonra tıpkı Atina Akademisi'nin kapatılması gibi bir şey oluyor.
Gazali adında bir düşünür. Adam büyük düşünür gerçekten. "Düşünmek Felsefe'ye Küfretmektir" diye bir kitap yazıyor. Düşünmek yıkım diye. O genel duruma göre bakarsan sessiz karşılanıyor. Ses yok. Bir süre sonra da kabulleniliyor. İşte Atina Akademisi'ni kapatanla, hâlâ süren İslam Ortaçağı'nı yaratan, bunlar iki düşünür. Biri kral, biri düşünür. Düşünür önemli. Onun iktisatta dahi bir kitabı var. Orada, kağıt para, ki o zaman kağıt para daha icat edilmemiş, kağıt para olursa hangi kanunlara uymalı diye bahis var. Düşünebiliyor musun adamı? Bu da düşünmüş düşünmüş, "Allah yok"a varınca, korkudan ödü kopmuş. Onun üzerine ben şeytanlaşıyorum deyip, bağnazlığın...
Bunları şimdi internette aradığınızda bazı kaynaklarda yazmadığını görüyorsunuz?
Hayır, yazmaz, yazmaz. Kapatılmış, örtülmüş.
Sorumluluk ağır bir şey midir, yoksa güç mü verir insana? Her anlamda sorumluluk vardır, aile reisisindir, filmde yönetmensindir...
Sorumluluk bildiğim kadar güç bir şeydir. Onu yüklenmek kolay bir şey değil. Çocukluk terbiyesine dayanması lazım. Mektep sıralarında edinilir ya da edinilmez. Aile bir bakıma etkili olabilir. Yönettiği hissedilen bir babanın kolları arasında yetişmek, ona yardım edebilir. Aile yardım edebilir sorumluluğa, ama özü okuldadır.
Peki, rejisörün yapımcıya karşı bir sorumluluğu var, bütün ekibe karşı sorumluluğu var. Çok baskı içinde hissettiğiniz oluyor muydu?
"Altı Ölü Var"ı Naci beye (Duru) çeviriyorum, orada karşılaştım. Ama o zamana kadar da hiç tiyatro oyuncusuyla çalışmamıştım. Onlar biraz dik duruyorlardı söylediklerime karşı. Onun da kolayını buldum. Hemen orada buldum. Çekiyorum, hemen öbür çekime geçiyorum. İyi oldu, kötü oldu buna dair hiçbir laf yok. Beğendim, beğenmedim. Halbuki o tiyatro oyuncusu, hemen karşılığını istiyor. Sinema oyuncusu olsa, fark etmeyecek. Tiyatrodan sahneye esen bir hava var. Beğeniliyorum, beğenilmiyorum, çok iyi oldu, falso oldu, bunları hep duyar. Benden hiçbir şey duymuyor.
Sonra ama yoluna girdi?
Çok güzel. Çok iyi anlaştık.
Birçok oyuncunun ilk oyunculuklarına adım atmasını sağladınız. Hepsiyle çok rahat mı çalıştınız, yanıldığınız oldu mu?
Yok öyle bir şey.
Tesadüf mü peki bu? Yoksa çok iyi mi düşünüp buldunuz?
Hayır. Yöntem güzel. Sinemanın özü olduğunu bilmiyordum. Ayhan Işık doğru dürüst bir filmi ilk benle çeviriyor. "Barbaros" filminde figüran gibi bir şey olmuş. Asıl filmi "Kanun Namına." Perişan olduk Osman'la (Seden). Osman ne yapacağız dedi bana. Valla bilmem Osman dedim, düşüneceğiz bakalım.
Birkaç çalışma günü sonra aklıma şey geldi, "Lassie'nin Yuvaya Dönüşü" filmi. Köpek. Duruyor, sahibini özlüyor. Ağlayan kadınlar var, gözyaşları içinde. Gary Cooper diye bir oyuncu var. Yüzünde kıl oynamaz. Büyük oyuncu. Bakıyor adam, başka hiçbir şey yapmıyor. Çaktı kafamda. Başladım bu yöntemi kullanmaya. Sen burada dur, bak diyordum. Ondan sonra karşısındaki oyuncuyu... Birbirinize bakın. Bağlayınca çıkıverdi. Oyun çıktı, sinema çıktı. Meğer sinemanın özüymüş. Kuram olarak kitaplarda var. Ama ben bunu bilmiyordum.
Koşullar nasıldı hocam? Yine kitapta bahsediyorsunuz. Sendikal hareketler olmaya başladı. Çalışma saatleri konusunda belirgin şeyler var mıydı? Yani insanlar çok yoruldum, aman bitirelim demiyorlardı herhalde ama bazen çok çalıştığınız oluyordu.
Sette daima bir çay kahve ocağı var. Nereye girse ekip onu götürür. Her sette olagelmiştir. Şartlarından biri film yapmanın... Kamera, kahve, çay. Hiç şaşmaz. Onun için çalışırdık yani.
Yurtdışındaki çalışma koşullarıyla ilgili örnekler geldi mi önünüze?
Geldi. Yurtdışından gelenler vardı. Onlarla çalışırken, onların düzenine uyuyorduk. Saati gelince bırakıyorlar. İtalyanlar mesela, hiç şaşmaz. Yemek de hep beraber yeniyor.
Yapımcı da buna ağlayamıyor. Aman yaktınız beni, biraz daha çalışın deme hakkı yok.
Öyle bir şey yok. Kimse mızmızlanmıyordu zaten. Belli bir saatte kesiliyor. Bizim işçiler çok memnundular.
Peki, bunu talep eden olmadı mı hiç? Türkiye'de de yapsak bunu diyen?
Hayır.
Ağır şeyler oluyor muydu?
Oluyordu. Çok ağır şeyler. İlk filmimde, "Vurun Kahpeye"de gündüz çalışıyorduk. Elektrik gece geliyordu. Plato diye kurduğumuz yerde gündüz elektrik yoktu. Gece devam ediyorduk. Yemek yiyorduk, çalışmaya devam ediyorduk. Sabaha kadar. Sabah yatmadan işe gittiğimiz oluyordu. Çalışmaya devam, akşam gene. Belki az bir gevşeme saati, gece gene çalışıyorduk. Ama belki sabah çalışmıyorduk. Çalışamıyorduk.
Aman bitirmemiz lazım diye bir histeri doğuyor. Bir şekilde bitirmeye çalışıyorsunuz. O yüzden şu kadar saat diye hiç kimse bakmıyor.
Kısa sürede yetişecekse film, gün almış sinemaya... Geliyor mesela, şu tarihe gün aldım, ona göre çalışın diyor, gidiyor. Ona göre program değişikliği, sıkıştırıyoruz çalışmayı. Çok kere yetiştirdik. Pek az durumda yetişmedi. Bir keresinde, "Vurun Kahpeye" ilk filmimde, gece çalışıyoruz. Sehpa ayağı yok projektörler için. Kısa sehpalar lazım.
Necil'in (Ozon) başına koyduk projektörü. Teller, bağlantı yerleri açıkta, iki kişinin başında projektörler. Sezer'i (Sezin) aydınlatıyor. Sezer gülüyor. Onun resmi çekilecek. Ben dedim ki ne gülüyorsun? Lazar (Yazıcıoğlu) ayrıldı makinenin başından. Ne gülmesi ya, kız bayılıyor. Meğer uykusu gelmiş. İkinci gecenin sonuna doğru. Kız gidiyor dedik, kurtaralım. Aldık götürdük. Odasına, ıslattık mıslattık. Eylül sıcağında.
Hiç peki arada "Ya böyle olur mu" diyen çıkmıyor muydu? Bırakıp giden olmuyor muydu peki?
Yok öyle bir şey. Gitmek yok. Bir daha gelmez. Adı çıkar, kimse almaz. Herkes böyle çalışıyor, böyle çalışmayan yok. Düzen bu. Sendikadan sonra da devam etti aynısı.
"Televizyon dizileri toplumun yeni yapıştırıcısı"
Şimdi üç boyutlu filmler popüler. Baktığınız zaman gözlükle, daha öne geliyor, size yaklaşıyor.
O bir şey değiştirmez. Sırf yapısı dolayısıyla birtakım numaralar yapılır, onların etkisi de geçer. Şimdi gösteri gibi, sirk gösterisi gibi. Aslanlar, kaplanlar cambazlık yapıyor odamızda diyelim. İnsanın üstüne saldırıyorlar.
Bu bir malzeme. Bu malzemeyle nasıl bir yaratıcılık yapılabilir, onun üstünde düşünerek bulabilirler. Belki. Onu şimdiden kestiremem. Başlangıçta hareketli resimle yapılan bir gösteriydi. Ama sonra ses de geldi, renk de geldi. Vardı üç boyutluya. Şimdi burada madde farklı bir madde oluyor. Jelatinin üstüne sürülmüş gümüş duyar tabakadan başka elektronik bir şey oluyor ama özü gene bir şeyler gösterme. O biçimde nasıl bir şeyler anlatılabilir insanlara?
Mermerle şöyle anlatılıyor, boyayla böyle anlatılıyor. Çünkü orda biçimler var. Biçimle yoğrulan bir madde var. Plastik sanatlar dediğimiz... Biçimle ilgili. Bu maddeyle de nasıl bir biçim yapılabilir? Onu malzemenin üstüne baka baka bir fikir doğabilir. Onun ne olabileceğini de bilemem.
Sosyal paylaşım denen şey de var mı? Sinema, tiyatro salonuna gidilir, 100 kişi, 200 kişi birlikte seyredersiniz.
500 kişi.
Evet. Birlikte gülersiniz, ağlarsınız. Sinema bunu başarıyordu. Tiyatro bunu başarıyordu, müzik de. Artık giderek bireye dönüşen şeyler oluyor. Başınıza kask takıp film seyredilecek. Öyle şeyler başlıyor yavaş yavaş.
Şimdi herkes evinde televizyon seyrediyor. Ama dikkat ettim. Bazı şeyler, bazı konuşmalar, bir forum gibi oluyor. Bakıyorsun, şehirde belli bir kesimde herkes o konuşmayı konuşuyor. Yahut herkes o dizi filmin o haftaki konusunu. Yani pek o kadar, sanıldığı kadar bireye indirgemiyor, gitmiyor.
Sonra insan paylaşmak istiyor.
Paylaşmak istiyor ve paylaşıyor da. Ama böyle karşı karşıya bir arada olması da şart olmadan oluyor. Bu yeni bir şey. Toplumda yeni bir yapıştırıcı. Bir arada olmadan bir düşünceyi hep birlikte paylaşabiliyorlar. Onu görüyorum. Elle tutabiliyorsun. Satıcıda, dükkânda, her yerde.
Belli bir mahallede yaşayan insanlar. Mahalle, sinema salonu olmuş. Herkes seyretmiş. Orada seyretmeyen yok. Bazı konular bütün dünyaya hitap ediyor. Bugünkü dünya futbolu ne ola ki? Ben hiç ilgilenmiyorum ama ilgilenen milyarlar... Yedi milyar varsa bugün yeryüzünde, altı milyarı. En az yarısı. Yapıştırılmış. Yapıştırıcı. Müthiş. Dehşet. Yani demek ki günün birinde hepsini yapıştırabilir. Onun için, Biruni gerçekleşebilir. Herkesi, o sürtünmenin içine alacak. Yarım milyar insan bir gün birbirine benziyor. Duyguları aynı.
Gelecek ve insanlık hakkında ne düşünüyorsunuz? Eskiden kötümserdiniz, şimdi iyimser misiniz?
Bu benim sorunum değil. Ben bitirdim işimi. İnsanların kendi kaderleri, sorumlulukları kendilerine aittir. Kabul edecekler bir şeyleri. Bir şeyleri kabul edince, o kabulün sonuçları da bir şeyler yapacak. Onlara uyacaklar.
Otomobili icat ettiler, kimse def etmedi bu pis kokulu şeyi. Ne yapıyor bunlar, yaşamı hızlandırıyor. Yaşamı hızlandırınca, yaş konusu çıkıyor. Çok yaşamak, az yaşamak konusu çıkıyor. Daha iyi yaşamak, daha az kötü yaşamak konuları çıkıyor. Ne kadar hızlanırsa o kadar kötü. Elektronikten daha hızlısı olmadığına göre, daha ne?
Başka nesneleri de ışık hızına getirmeyi düşünüyorlarsa, getirmeyi tasarlıyorlarsa çoktan b.ku yediler demektir. Düşünebiliyor musun, her şeyin ışıktan hızlı olduğunu? İşte bu sorumluluk konusuna dayanıyor. Her dönem kendi sorumluluğunu taşır. Gelecek dönemler de kendi sorumluluklarını taşıyacaklar. Ne iyimser, ne kötümserliktir bu. Başka türlü olamamasıdır.
Başka sizin aklınızda olan, söyleyeceğiniz bir şey var mı?
Bana palavralar (gülüyor) attırıyorsun. Geleceğe dair nasıl olacak, iyi mi olacak, kötü mü olacak. Söyleyebileceğim bunlar.
Bu kadar yaşamın üstüne düşünmüşsünüz. Hâlâ düşünmeye devam ediyorsunuz. Başkalarının söyledikleri de insanlarda kapılar açar. Ama sizin bu kadar tecrübeniz var. Bir sürü şey de yapmışsınız.
Bunaklık olacak bu.
Size öyle mi geliyor yani?
(Gülüyor) Durup dururken. Bilmiyorum.
"Uykunda beni gör Şükran, başka bir şey görme!"
Şükran Akad: Ben yatmaya gidiyorum.
Lütfi Akad: Ne diyor?
Şükran hanım yatmaya gidiyormuş.
Şükran A.:Allahaısmarladık.
Lütfi A.: Güle güle yavrum. Beni gör. Başka bir şey görme. Uykunda beni gör.
Şükran A.: Olur. Gündüz görüyoruz, bir de gece mi göreceğiz?
Lütfi A.: Müsaade etmiyorum başka bir şey için. Başka bir şey görme. (Gülüyorlar.) (SP/IC)