Soldan sağa: Bilgin Ayata, Ayşe Betül Çelik, Ahmet İnsel, Nesrin Uçarlar, Selahattin Güvenç |
Helsinki Yurttaşlar Derneği ve Friedrich-Ebert-Stiftung Derneği'nin Türkiye Temsilciliği’nin ortaklaşa düzenlediği “İnsani Güvenlik Perspektifiyle Barış ve Uzlaşı” panelinde insan hakları mücadelesi pratiğinden görece yeni tartışılan ve üzerinde durulmaya başlanan "insani güvenlik" perspektifiyle ile Kürt sorununun barış ve uzlaşı içinde çözümünün nasıl örgütlenebileceği sorusunun yanıtları arandı.
Moderatörlüğün Prof. Dr. Ahmet İnsel'in üstlendiği panelde, Sabancı Üniversitesi'nden Doç. Dr. Ayşe Betül Çelik, Diyarbakır Siyasal ve Sosyal Araştırmalar Enstitüsü’nden Dr. Nesrin Uçarlar, Akdeniz Göç-Der’den Selahattin Güvenç ve Berlin Hür Üniversitesi’nden Doç. Dr. Bilgin Ayata konuştu. Panel öncesinde sivil toplum kuruluşu üyeleri, basın mensupları ve akademisyenlerle yuvarlak masa toplantısı gerçekleştirildi.
İnsel: Güvenlik politikası devlet tekelinden çıkmalı
Panelin açılış konuşmasını yapan Ahmet İnsel, “insani güvenlik” kavramını açıkladı ve kavramın barış ve uzlaşı sürecindeki önemine dikkat çekti.
“İnsani güvenlik, devletin güvenlik tanımı ve politikasını, devletin ve kamu otoritelerinin tekelinden çıkarıyor ve toplumsal girişimi ve bireylerin tehlikeden azade bir yaşam oluşturma mücadelesini örgütleme işlevi görüyor.
“Güvenlik politikalarının devlet tekelinden çıkması için bireylerin güvenlik algısını, kendilerine yöneli güvenlik tehditlerini ifade edebilir hale gelmesi gerekir. Sonra, bireyin kendi imkanlarıyla mücadele etmesi, kurumsal ve toplu imkanlarla mücadele edilmesi, farkındalık yaratma ve değişime zorlama süreci gerçekleşebilir.
“Kürt sorunun çözümündeki sadece devletten kaynaklanmayan, toplumsal davranış biçimlerinden, geleneklerden kaynaklanan engelleri de gündeme getirebilmek ve bunları tespit ederken, çözüm yollarını da aramak gerekiyor.”
Çelik: Çatışma yaşanan toplumlarda güven hissi kaybolur
Oturumun ilk konuşmacısı Ayşe Betül Çelik, “Kürt Meselesine Toplumsal Mutabakat Açısından Bir Bakış” başlıklı sunumunda Kürt sonunu toplumsal mutabakat açısından ele alarak, çatışma yaşamış toplumlarda insani güvenlik kavramının önemini vurguladı.
“İnsani güvenlik kavramında ana vurgu birey ve grupların doğal gelişimin sekteye uğramadan devam etmesidir. Birey ve gruplara yönelik tehdidin ortadan kaldırılmasında, devlet kadar aşağıdan modeller, katılımcı demokrasi, grupların güçlendirilmesi ve adaletin tesisi gibi süreçler önem kazanır. Çatışma yaşamış toplumlarda insani güvenlik kavramı önem kazanıyor. Çünkü barışın tesisi için temel olan şiddet ve tehdidin ortadan kaldırılmasıdır.”
Çelik, toplumsal mutabakat açısından öncelikle şiddeti tanımlamak ve yaygın şiddet biçimlerini ortaya koymak gerektiğini ifade etti. Çelik üç şiddet türü olduğunu belirtti: öldürme, tecavüz ve işkence gibi doğrudan cana ve varlığın bütünlüğüne yapılan saldırıları içeren “direkt şiddet”, ırkçılık, homofobi gibi “yapısal şiddet”; dil, inanç, yaşam biçimine yönelik baskılarla biçimlenen “kültürel şiddet”.
Mutabakat yani tarafların sorunları konuşabilmesi, müzakere edebilmesinin önemli olduğunu söyleyen Çelik’e göre, Barış ve Demokrasi Konferansı toplumsal mutabakat açısından çok önemli bir girişimdi.
Çelik’in konuşmasından önemli başlıklar şöyleydi:
* Geçmişle yüzleşme sorunu çözülmeli.
* Şiddet yaşamış toplumlarda şiddet geçmişi kapatılırken yeni şiddet yollarının da kapatılması gerekir.
* Çözüm için hem kurumsal dönüşümlere hem de toplumsal mutabıklığa ihtiyaç var.
* Çözüm sürecinde adalet ve güven hissinin tesisi önem kazanıyor.
* Toplumsal mutabakat için değişik kesimlerden taraflar bir araya getirilmeli.
* Hakikat komisyonları kurulmalı. Bunlar dışında küçük projelerle de haksızlıklar ifşa edilmeli. Örneğin, hakikat müzeleri.
Uçarlar: Adalet yeniden ve yeniden tesis edilmeli
Sunum başlığı “Onarıcı Adaletin Dayanağı: Siyasal Arkadaşlık” olan Nesrin Uçarlar, süreci onarıcı adalet üzerinden, siyasal arkadaşlık kavramını önererek ele aldı.
Şiddetin sadece insanların sağlığını ve sevdiklerini değil, umut, güven ve adalet duygularını da tahrip ettiğini bunun da Aristotelesçi anlamda siyasal olanın, yani siyasal arkadaşlığın özü olduğunu söyleyen Uçarlar’a göre “adaletin gerçekten yeniden tesis edilebilmesi için, şiddet tarafından yok edilen ve siyasalın özü olan bu duyguların yeniden canlandırılması gerekiyor.”
Bu uzun erimli bir süreç: “Adaletin tesis edilmesi her defasında yeniden karar verilmesi gereken bir şey. Adalet çağrısı aslında her seferinde yeni bir dinleme ve çözüm talep ediyor. Adalet özel ve belirli bir bağlamda ancak karşılık bulabilen bir şey, bu nedenle de siyasal arkadaşlıkla çok ilişkili. Geçiş döneminde onarıcı adalet anlayışı önem kazanıyor. Onarıcı adalet, suçu insanların maddi ve manevi bütünlüğü ve ilişkilerin ihlali olarak görüyor ve bunu onarmak üzerine ortaya çıkıyor. Siyasal arkadaşlık onarılmaya çalışılıyor. Geçmişi hatırlamak ve paylaşma eylemi siyasal arkadaşlığın onarılması için çok önemli.”
Uçarlar’a göre, hınç ve öfkenin siyasal sürece nasıl katılabileceğini tartışmak gerekiyor. Bu da ancak sorunları kamusal alana çıkartmakla mümkün olabilir.
Uçarlar bu noktada Thoma Brudholm’un kültürler arası uzlaşıda kilit öneme sahip olduğunu belirttiği “hınç ve öfke” kavramlarını ortaya attı ve “diğerleri ile kurulan ilişkide hıncı veya öfkeyi bastırmak, kişinin diğerleri ile bir insan olarak ilişkili olmadığı anlamına da gelir” dedi. Yani insanlar arasında “hınç ve öfke” duyguları egemense iki tarafın birbirini dinlemediği dolayısıyla bir ilişki kurulmadığı ve çözümün /barışın uzak olduğu söylenebilir.
Bağışlama ve pişmanlık kavramlarını değerlendirirken Derrida’ya atıfla “romantik “ ve “ideal” bir durumun tesis edilemeyeceğini de teslim etmemiz gerektiğini söyleyen Uçarlar, bağışlama ediminin tekil olduğunu ve bazılarının asla bağışlamayacağını bilmemiz gerektiğinin altını önemle çizdi ve Rojin Canan Akın ve Funda Danışman’ın, Bildiğin Gibi Değil: 90’larda Güneydoğu’da Çocuk Olmak isimli kitabından affetmek üzerine birkaç pasaj aktardı. En çarpıcı alıntı şuydu: “Unutamıyorum ki affedeyim”.
Güvenç: Köye dönüşlerin önündeki engeller
Akdeniz Göç-Der Başkanı Selahattin Güvenç, 2004 Temmuz ayında çıkan 5233 Sayılı Terörle Mücadelede Doğan Zararların Karşılanması Kanunu çerçevesinde geri dönmek için 360 bin 800 ailenin başvurduğunu belirtti ve dönüş yolundaki engelleri aktardı. Güvenç’in sunu başlığı ise “Geri Dönüşler ve Geri Dönüşler Önündeki Engeller” idi.
* Koruculuk sistemi dönüş yolundaki engellerin başında yer alıyor. Koruculuk sisteminin lağvedilmesi gerekiyor. Korucular silahlarından arındırılmalı. Sosyo-psikolojik destekle rehabilite edilmeleri gerekiyor.
* Köylerdeki tahribat giderilmeli. Birçok ekilebilir alan kullanılmaz hale geldi.
* Köylerin konut ve altyapı sorunları çözülmeli. Okul, sağlık ocağı gibi hizmetlere ihtiyaç var.
* Arazilerin neredeyse yüzde 50’si el değiştirmiş durumda. Tapu ve kadastrodan kaynaklı sorun ve çatışmalar çözülmeli.
* Zorunlu göç mağdurlarının yüzde 62’si göç ettirildikleri bölgelerde mülk sahibi oldu. Bu mülklerden kaynaklı sorunları çözülmeli.
* Barış yasasının çıkartılması gerekiyor. Özgürlük ve itibar bu yasayla geri verilmeli. Öte yandan barış dilinin geliştirilmesi gerekiyor.
* Travma merkezlerine ihtiyaç var.
* Geri dönmek istemeyenlere yönelik de projeler geliştirilmeli. İstihdam büyükşehirlere göç ettirilmiş Kürtlerin en büyük sorunu. İstihdam yaratılmalı.
Ayata: Zorla göç ettirenler için devletin kısaltması “YOK”
Bilgin Ayata ise zorunlu göçü uluslararası perspektifler üzerinden anlattı. Sunum başlığı Bir Devlet Politikası Olarak Zorunlu Göç: Ulusaşırı Perspektifler” olan Ayata, Türkiye’nin uluslararası anlaşmalarla çerçevesi çizilmiş olmasına rağmen zorunlu göç eylem planı yapmadığını, göç mağdurları yerine uluslararası kurumları muhatap alarak soruna yaklaştığını söyledi.
“Mağdurlar için zorunlu göç hali devam ediyor. Zorunlu göç, bir sonuca varmayan bir hal” diyen Ayata Terörle Mücadelede Doğan Zararların Karşılanması Kanunu çerçevesinde yapılan 363 bin 826 başvurunun sadece 173 bin 482’sinin kabul edildiğini, Türkiye devletinin zorla yerlerinden ettiği insanlara yaklaşık 3 milyar lira ödeyeceğini belirtti. Sivil toplum örgütlerinin (STÖ) ve akademik araştırmaların yerinden edilmiş, zorla göç ettirilmiş kişilerin travmalarının atlatılmasının sadece ekonomik tazminle çözülemeyeceği uyarılarının henüz eylem planında hak ettiği yeri almadığını belirtti ve bunu bir örnekle açıkladı. Eylem planı için yapılan toplantılarda STÖ’lerin zorla göç mağdurlarının “yerinden edilmiş kişiler” olanak adlandırılması gerektiği önerisinin kabul edilmediği devletin bunun yerine “yerinden olmuş kişiler” tanımlamasını kullandığını belirtti. Sonuçta tüm uluslararası ve ulusal belgelerde zorla göç ettirilenler kısaltması “YOK” olan bir kavramla tanımlanıyor
Bu örneğin ardından Ayata, çözümle ilgili endişelerini de dile getirdi. “Çözüm için nüfus mühendisliği zihniyetinin ortadan kalkması gerekiyor. Şu süreçteki devlet politikası bir manevra da olabilir.”
Panele verilen aranın ardından Akdeniz Göç-Der’in hazırladığı kısa bir zorunlu göç belgeseli gösterildi ve ardından izleyicileri sorularının yanıtlanmasıyla sona erdi. (ET/HK)